İçeriğe geç

Bireyselleşmiş Toplum Kitap Alıntıları – Zygmunt Bauman

Zygmunt Bauman kitaplarından Bireyselleşmiş Toplum kitap alıntıları sizlerle…

Bireyselleşmiş Toplum Kitap Alıntıları

Toplum, der Becker, insan hayatının önemli olduğuna dair canlı bir mit, cüretkâr bir anlam yaratma girişimidir . Deli sadece paylaşılmamış anlamlara verilen addır.
Toplumun içinde yaşamak -onaylamak, paylaşmak ve paylaştığımız şeye saygı göstermek- mutlu yaşamanın (sonsuza dek sürmese de) tek reçetesidir. Âdet, alışkanlık ve rutin, hayatın sonluluğunun iğnesindeki saçmalık zehrini çeker alır.
Bir zamanlar kendi dünyalarını şeffaf, tehlikeye karşı korunaklı ve sürprizlerden uzak håle getirmek için mücadele eden toplumlar, eyleme kabiliyetlerinin dün ya finansı ve borsaları gibi değişen ve kestirilemeyen gizemli güçlere bağlı olduğunu görmekte ya da emek piyasalarının sürekli daralmasını, yoksulluğun artışını, ekilebilir toprağın durdurulamaz erozyonunu, ormanların yok oluşunu, havada artan karbondioksit miktarını ve gezegenin sürekli ısınmasını çaresiz biçimde, elden bir şey gelmeksizin seyretmektedirler. Şeyler -ve öncelikle en önemli şeyler- denetim dışına çıkmaktadır . Sorunlarla başa çıkmak için gerekli insan yeteneği geliştikçe, her yeni hamlenin beraberinde getirdiği ya da getirebileceği riskler ve yeni tehlikeler de artmaktadır.
Çoğu eleştirmenin de tartışmayı başaramadığı şey, bu dünyanın, herhangi bir başka insani dünya gibi insan yapısı oluşudur; doğanın ya da günahkâr ancak çaresiz insan doğasının idrak edilemez ve alt edilemez yasalarının bir ürünü olmaktan çok uzak olan bu durum, hiç de küçük olmayan bir boyutta, ancak belirsizliğin siyasal ekonomisi denilebilecek şeyin bir ürünüdür.
Birey yurttaşın en kötü düşmanıysa ve bireyselleşme yurttaşlık ve yurttaşlığı temel alan siyasetler için tedirgin edici bir anlam taşıyorsa, bunun nedeni, bireylerin bireyler olarak taşıdıkları kaygıların ve meşguliyetlerinin kamusalanı doldurması, onun yegâne meşru sakinleri olma ve başka her şeyi kamusal söylemden itekleme iddiasını taşımasidir. Kamusal , özel tarafından sömürgeleştirilir; kamusal çıkar , kamusal hayat sanatını özel işlerin kamusal düzeyde sergilenmesine ve özel duyguların (ne kadar mahrem olursa o kadar iyidir) kamusal itirafına varacak derecede zayıflatarakamusal figürlerin özel hayatlarına ilişkin meraka indirger. Böyle bir indirgemeye direnen kamusal sorunlar neredeyse anlaşılmaz hâle gelir.
Modern toplum, bireylerin toplum denilen karşılıklı karmaşıklıklar şebekesinin her gün yeniden biçimlenmesinden ve yeniden müzakere edilmesinden ibaret olan etkinlikleri kadar, bireyselleşme etkinliğinde de var olur
Kültür, ayrımlar yapma etkinliğidir; sınıflandırma, ayırma, sınırlar çizme ve böylece insanları benzerlikle içsel olarak birleştiren ve farklılıkla dışsal olarak ayıran kategorilere bölme, farklı kategorilere ayrılan insanlara atfedilen davranış dizilerini farklılaştırma etkinliğidir.
Kârın-özellikle büyük ve aynı zamanda yarının sermayesinin- başlıca kaynağı maddi nesnelerden çok sürekli büyüyen ölçüde fikirlerde yer alma eğilimindedir. Bir fikir sadece bir kez üretilir ve daha sonra prototipin çoğaltılmasına katılan insanların sayısına değil, alıcılar/müşteriler/tüke- ticilerin sayısına bağımlı olarak servet kazandırmaya devam eder. Fikirler getirildiği zaman, rekabetin nesneleri üreticiler değil tüketicilerdir.
Günümüzün sıvılaşmış , akışkan , dağılmış, saçılmış ve düzensizleşmiş modernite versiyonu, boşanmaya ve iletişimde nihai bir kopuşa değil, sermaye ile emek arasında bir bağlanmama durumuna işaret eder
Çağdaş toplumun ne kitlesel endüstriyel emeğe ne de kitlesel (asker alan) ordulara ihtiyacı vardır. Fabrikaların ve askeri birliklerin düzeni sağlayan kurumları oluşturduğu çağ (en azından dünyanın bizim içinde yaşadığımız bölümünde) sona ermiştir. Ama aynı şey, toplumsal bütünleşmenin başlıca aracı olarak panoptik güç, düzeni muhafaza etmenin başlıca stratejisi olarak normatif düzenleme için de geçerlidir. Halkın büyük çoğunluğu- erkeklerin yanı sıra kadınlar da- günümüzde denetimden çok ayartmayla, doktrin aşılamadan çok reklam yoluyla, normatif düzenlemeden çok ihtiyaç yaratımıyla bütünleştirilmektedir. Çoğumuz üreticiler ve askerler olarak değil, heyecan arayıcıları ve toplayıcıları olarak, toplumsal ve kültürel anlamda eğitilmekte ve biçimlendirilmekteyiz.
Marx, ünlü sözünde, tarihi insanlar yapar, ancak seçtikleri koşullar altında değil, demiştir. Bu tezi hayat siyaseti talebi konusunda güncelleştirebilir ve insanlar kendi hayatlarını kendileri yapar, ancak seçtikleri koşullar altında değil, diyebiliriz
Yeni -endüstriyel- düzenin inşa alanı, güç ve hırsı ifade eden, demirden dökülmüş ve betona oyulmuş kibirli anıtlarla; yıkılmaz olmayan ama kesinlikle yıkılmaz görünen, iri cüsseli makinelerle ve makine teknisyenilerinden oluşan kalabalıklarla ağzına kadar dolu fabrikalar ya da devasa ve keşif kanal, köprü ve eski zamanların sonsuz ibadet tapınaklarını andıran tren istasyonlarıyla noktalanan demiryolu şebekeleri gibi anıtlarla donatıldı.
Bütün toplumlar anlam fabrikalarıdırlar. Aslında daha fazlasıdır: anlamlı hayatın fidelikleridirler.
‘Toplum’ dediğimiz şey tam da bunu yapan devasa bir aygıt; ‘toplum’ onaylama ve paylaşmanın öteki adıdır, ama aynı zamanda onaylanmış olanı ve paylaşılanı yüceltilmiş hale getiren güçtür. toplum bu güçtür, çünkü, bizatihi doğa gibi, herhangi birimiz ona ulaşmadan çok önce buradaydı ve her birimiz gittikten sonra da burada kalacaktır. ‘toplumun içinde yaşamak’ -onaylamak, paylaşmak ve paylaştığımız şeye saygı göstermek- mutlu yaşamanın (sonsuza dek sürmese de) tek reçetesidir. Adet, alışkanlık ve rutin, hayatın sonluluğunun iğnesindeki saçmalık zehrini çeker alır.
“Kalbin kendi aklı vardır.”
Ulus devletlerin hükümetleri ve onların saray katipleri düzen kuralına sahte bir bağlılık göstermeye devam ediyorlar ama yaptıkları günlük işler, bazılarının hevesle ulaşmaya çalıştıkları, diğerlerinin uysal bir tutumla kaderin bir hükmü olarak kabul ettikleri küreselleşmenin karşısındaki son engelleri evreler halinde ama sürekli olarak ortadan kaldırmaktan ibarettir.
Artık beyin yıkamak gerekli değildir; önceden ayarlanan ve belirlenen kuralların biçimlendirdiği gündelik hayata batmak insanları istenen çizgide tutmak için yeterli olacaktır.
Şöhret bir kez itibara egemen olduğunda, üniversite öğretim üyeleri kendilerini sporcular, pop starlar, piyango talihlileri, teröristler, banka soyguncuları ve seri katillerle rekabet halinde bulurlar.
Ve şimdiki zamana hâkim olmak, kişinin kendi kaderini denetlediğine güvenmesi, yaşadığımız toplumdaki erkeklerin ve kadınların en dikkat çekici biçimde yoksun oldukları şeydir. Güçleri birleştirerek ve safları sıklaştırarak oyunun kurallarında bir değişiklik sağlayabilme umudumuz gittikçe azalmaktadır: bizi korkutan riskler ve acı çekmemize neden olan felaketler muhtemelen kolektif ve toplumsal kökenlere sahiptir. Ama bunların sadece bireysel olarak yüzleşilebilecek ve sadece bireysel çabalarla onarılabilecek (eğer onarılmaları mümkünse) türde, rastgele, bireysel sorunlar olarak her birimize saldırdığı görülmektedir.
Çağdaş erkeklerin ve kadınların artan nihilizm ve kinizmlerine, ileriyi göremeyişlerine, uzun vadeli hayat tasarımlarına olan kayıtsızlıklarına, arzularının sıradanlığına ve bencilliğine, hayatı, sonuçlara ilişkin hiçbir kaygı taşımaksızın son damlasına kadar ezilecek olan epizodlar halinde dilimleme eğilimlerine yazıklanmak, son zamanlarda yaygın ve gözde tutumdur.
Yerel telefon tarifesiyle siber uzaya giriş topluluk özerkliğinin ölüm çanlarını çaldı; topluluk özerkliğinin sembolik olarak gömülmesi gibi bir şeydi bu. Kablolu şebekeler ve soketlerden bağımsızlık sağlayan cep telefonu, fiziksel yakınlığın ruhsal beraberlik sağlayabileceği iddiasına son darbeyi indirdi.
Özerk bir toplum olmadan özerk bireyler olmaz ve toplumun özerkliği, ancak o toplumun üyelerinin ortak bir başarısı olabilen önceden tasarlanmış bir kendini oluşturmayı gerektirir.
Sözde toplumsallaştırma , sonunda bireyleri kendi toplumlarının kurallarına göre yapmaları gereken şeyi isteyerek yapmaya ikna etmekten ibarettir.
Özgür olmak kişinin yapabileceğini istemesi, yapmak zorunda olduğunu yapmak istemesi ve başaramayacağını asla arzulamaması anlamına geliyor. Uygun biçimde toplumsallaşmış birey istekler ile yetenekler arasında hiçbir uyumsuzluk ya da çatışma deneyimi yaşamayan, yapamayacağı şeyi yapmak istemeyen, sadece yapması gerek şeyi yapmak isteyen kişidir; yalnızca böyle bir birey, gerçekliği, engelleyici ve asap bozucu bir kısıtlamalar ağı olarak yaşamayacak, böylelikle kendisini gerçekten özgür ve mutlu hissedecektir.
Bir köprünün taşıma kapasitesi en zayıf ayağının gücüyle ölçülür. Bir toplumun insan kalitesinin en zayıf üyelerinin hayat kalitesiyle ölçülmesi gerekir.
İçinde yaşadığımız toplumda yanlış olan, toplumun kendisini sorgulamayı bırakmış olmasıdır.
Olasılıkları manipüle etmek ve böylece kaostan düzen çıkarıvermek, kültürün günlük olarak gerçekleştirdiği mucizedir.
Tutunacak yeri olmayan insanların
geleceği düşünme ihtimalleri yoktur.
İdeoloji fikri, iktidar ve hakimiyet fikrinden ayrılamaz. Her ideolojinin birinin çıkarına olması, kavramın ayrılmaz bir parçasıdır; ideolojik hegemonya aracılığıyla kendi hakimiyetlerini güvence altına alanlar hükmedenlerdir.
Sözde üçüncü yol un vaizleri bildiğimiz haliyle refah devleti nin sökülmesinin, bir zamanlar refah devletinin yaratılmasında olduğu gibi, solun ve sağın ötesinde bir mesele olduğunu ilan ederken belki de haklılardı.
Ulus devletlerin hükümetleri ve onların saray katipleri düzen kuralına sahte bir bağlılık göstermeye devam ediyorlar ama yaptıkları günlük işler, bazılarının hevesle ulaşmaya çalıştıkları, diğerlerinin uysal bir tutumla kaderin bir hükmü olarak kabul ettikleri küreselleşmenin karşısındaki son engelleri evreler halinde ama sürekli olarak ortadan kaldırmaktan ibarettir.
Tanrı Kabil’e Habil’in nerede olduğunu sorduğunda, Kabil öfkeli biçimde bir başka soruyla yanıt verir: Ben kardeşimin bekçisi miyim?”
Artık beyin yıkamak gerekli değildir; önceden ayarlanan ve belirlenen kuralların biçimlendirdiği gündelik hayata batmak insanları istenen çizgide tutmak için yeterli olacaktır.
Bugün görmemiz gereken haliyle insan hakkı yasamanın ürünü değil, tam tersidir. İnsan hakkı, zora, ilan edilmiş yasalara, siyasal söylemlere ve elde edilmiş bütün haklara sınır koyandır.
Kazanımlar, bir kez elde edildiklerinde cazibelerini ve tatmin edici potansiyellerini kaybederler.
Aşk akıldan korkar, akıl aşktan. Her biri diğeri olmadan yapmaya çalışır, ancak bu mümkün olmaz. Bu durum aşkın da aklın da ikilemidir.
Sınıf ayırımı,zümrenin alışık olduğu tarzda kalıtsal ya da doğuştan değil,oluşturulmuş ve pazarlığı yapılabilir olsa da,modern öncesi zümre için geçerli olduğu kadar sağlam,değiştirilemez ve bireysel manipülasyona dirençli olma eğilimi gösterdi.Sınıf ve toplumsal cinsiyet bireysel seçenekler alanı üzerinde ağır yük olarak asılı kaldı;bunların getirdiği kısıtlamadan kaçmak,kişinin ilahi varlıklar zincirindeki yerine meydan okumasından çok daha kolay değildi.
Günümüzde yoksullar,ürkütülmüş tüketicilerin kolektif ‘Ötekisidir’;yoksullar artık,Sartre’ın In Camera’ sındakilerden çok daha somut biçimde ve daha büyük bir inançla,tüketicilerin tam ve gerçek cehennemi olan ‘ötekiler’dir.
Hiçbir ıstırap çığlığı bir insanın çığlığından daha büyük olamaz. Hiçbir ıstırap tek bir insanın çekebilecegi acılardan daha büyük olamaz. Bütün gezegen tek bir candan daha büyük bir acı çekemez.
Hayat değerini ölüme borçludur.
İnsan toplumsal oyunlarla, psikolojik hilelerle ve kişisel uğraşılarla, kendisini tam anlamıyla kör bir unutkanlığın içine sürükler.
Ölüm bizi ayırana dek yapılan evliliklerin yerine,her iki eşin birlikte yaşamaktan sağladıkları tatmin kadar birlikte akış süresince aşk ortaklıklarına geçilmiştir.
Hayat değerini ölüme borçludur!
Hiçbir ıstırap çığlığı bir insanın çığlığından daha büyük olamaz
Bütün gezegen tek bir candan daha büyük bir acı çekemez.
Öldürmeyeceksin. Bu emir ahlakın yapısının tamamının zemini olmaya yeter, çünkü O, hayatlarımızı paylaşmayı, etkileşmeyi ve konuşmayı emreder; geri kalan her şey, belirtilmemiş, eylemlerimizle doldurulacak
boş bir çek olmaya devam eder; ve bu belirtilmemişliktir ki bizi eti­ğin alanına getirir.
Tarih işlerimizin rast gittiği, dostlarımızın gerçek oduğu ve mutluluğumuzun sağlandığı zaman dilimidir.
Katı olanı buharlaştırmayı ve kutsal olanı dünyevileştirmeyi aklına koyan sermayenin yerleştirdiği bir bombanın neden olduğu bir patlama
kör ve dü­şüncesiz fiziksel güçler den kurtulmak özgürleşmenin tek koşuludur.
“Müphemlik (belirsizlik), daha önce olduğu gibi toplumsal bir fenomen olabilir; fakat her birimiz onunla tek başımıza, bir kişisel sorun olarak yüzleşiriz.”
“Geçim yolu, toplumsal statü, faydalı olanın takdir edilmesi ve özsaygınlık hakkı bir gece içinde hep birlikte ve fark edilmeden yok olabilir.”
İnsan toplumsal oyunlarla, psikolojik hilelerle ve kişisel uğraşılarla, kendisini tam anlamıyla kör bir unutkanlığın içine sürükler.
Hayat değerini ölüme borçludur
Kamusal olarak tartışılan vakalardan sadece birkaçı mahkemele­re taşındı. Bazı durumlarda, suçlanan ana babalar masumiyetlerini kamtlamayı başardılar ve çocuklarını geri aldılar. Ancak olan ol­muştu. Ana baba şefkati masumiyetini kaybetti. Çocuklann her za­man ve her yerde cinsel nesneler olduklan, ana baba sevgisinin her ediminde potansiyel olarak patlayıcı bir cinsel yön bulunduğu, her akşamanın erotik bir özellik taşıdığı ve her sevgi jestinin cinsel bir yaklaşımı gizleyebileceği kamuoyunun bilgisine sunulmuştu. Su­zanne Moore’un kaydettiği gibi bir NSPCC [Çocuklara Yönelik Şiddeti Önleme Derneği] araştırması altıda birimizin çocukken ‘cinsel taciz’ kurbanı olduğumuzu bildirdi; bu arada bir Bamarda raporuna göre, On kadını altısı ve erkeklerin dörtte biri 18 yaşın altında bir tür cinsel saldırı ya da taciz deneyimi’ yaşıyordu. Suzan­ ne Moore, cinsel istismar(ın) kabul etmeye hazır olduğumuzdan çok daha yaygın olduğunu söylemektedir. Bir zamanlar sorunsal olmayan ana baba sevgisi ve özeninde bir değişkenlik açığa çıkmış­tır. Artı hiçbir şey açık ve aşikar değildir, her şeyi belirsizlik kap­lamaktadır ve belirsiz şeylerden uzak durulması tavsiye edilmekte­dir
Miloşeviç’e savaş suçlusu diyen Uluslararası Adalet Divanı, aynı öl­çütleri kullanarak, Clinton ve Blair’i, Madeleine Albright, Sandy Ber­ger, General Clark’ı, kanunlara riayet etme usullerini ve savaş hukuku­nu eşzamanlı olarak ihlal eden herkesi suçlu bulmaktan geri durursa itibarını kaybeder. Clinton’un Irak’ta yaptıklarıyla kıyaslandığında, Miloşeviç nerdeyse bir amatördür.
Bugünlerde siyasal gizemlerin en baskını ne yapmalı dan zi­yade, ne yapılacağını bilseydik onu kim yapardı dır. Kendi yerel ecclesia’larına mensup birçok makul insan, eylemin uygulanabilir­liğini eylemin kendisiyle değil aletlerin gücüyle ölçmeyi ummakta­dır, çünkü onlar manevra özgürlüklerinin ne kadar sınırlı hale gel­diğini gayet iyi fark etmektedirler. Oikos’un refahını dert edinen bi­ri için, ortak çıkarları ilerletme ve koruma yöntemlerini görüşmek amacıyla agora’da yapılan toplantılar, giderek boşa harcanan za­man ve çaba olarak görülmektedir. Ecclesia’nın profesyonellerine gelince, onların agora’yı ziyaret etineleri için artık hiçbir sebep ol­madığı görülmektedir. Nihayet onlar, şeyleri olduğu gibi kabul et­meye, onları kendi başlarına ısınmaya, bunun için özel bıçaklar ve çarşıdan alınan takma dişler kullanmaya daha fazla teşvik etme dı­şında tartışmaya pek az şey katabilirler.
Meclis ile halk arasında süregiden konuşmayı anlamlı kılan ve onların düzenli toplantılarının harcanan zaman ve çabaya değme­sini sağlayan, her iki tarafça iyi addedilen şey in, her iki tarafın da itaat edeceği ve böylelikle yönetileceği yasa haline geleceği beklen­tisidir. Kendi özerkliklerini yaşamayı anlamlı kılmalan için yurttaş­ların, onların düşüncelerini ve çabalarını isteyen toplumun da özerk olduğunu bilmeleri ve buna inanmaları gerekir.
Aşkın şanı, aynı zamanda onun talihsizliğidir. Sonsuzluk aynı zamanda belirsizliktir. O saptanamaz, çerçevelenemez, ölçülemez. Tanımlara direnir, çerçeveleri patlatır ve sınırları aşar. Kendi sınır­larını aşan aşk, anların en anisinin bile sürekli önündedir aşk ancak tarih olarak anlatılabilir ve bu tarih, öykünün anlatıldıgı anda eskir. Gerçeği tam olarak yansıtan olgulara ve açıkça aleunabilen diyag­ramlara düşkün olan aklın bakış açısından, aşk özgün bir şekilsiz­lik günahıyla yüklüdür. Ve akıl ele avuca sıgmayan akıntıları zapt etmek ya da yönlendirmek: yaban olanı ehlileştirmek ve vahşi ola­nı evcilleştirmek istediği için, aşk aynı zamanda kaçamaklı, dikbaş­lı ve inatçı olmakla suçlanır. Faydalı olanı arayan akıl, sonsuzluğu sonlu benliğin ölçüsüyle sınırlar. Kavrayış o kadar uzağa gitmeyi göze alamaz ve bu nedenle yolu yarıda terk eder. Onun yakalama yeteneksizliği ve bu nedenle takipten vazgeçmesi, aşkın ve değerin belirsizliğinin, öznelliğinin , yanlışta direnişinin, akıldan yoksun­luğunun ve ihtiyatsızlığının kanıtıyla dolayısıyla, bütünüyle onun faydasızlığıyla karıştırılır.
Akıl ve aşk birbirine tercüme edilmesi kolay olmayan farklı dillerde konuşurlar; sözel alışverişler gerçek anlayış ve sem­patiden ziyade, karşılıklı bir kavrayışsızlık ve kuşku üretir. Akıl ve aşk aslında kendi aralarında konuşmazlar; daha çok, bağırarak birbirini susturmaya çalışırlar.
Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan dünyevileşiyor…
Şöhret bir kez itibara egemen olduğunda, üniversite öğretim üyeleri kendilerini sporcular, popstarlar, piyango talihlileri, teröristler, banka soyguncuları ve seri katillerle rekabet halinde bulurlar ve bu rekabette pek az kazanma şansları vardır ya da hiç yoktur.
Bir Fransız gazeteci­nin esprili ifadesiyle, Emile Zola’ya davasını TV’de savunma fırsa­tı verilseydi, ancak İtham ediyorum! diye bağıracak kadar zaman bulabilirdi. Kamusal ilgi metaların en kıt olanına dönüşürken, med­ya şöhret geliştirmek için gerekli olan zaman miktarına sahip değil­dir; medyanın geliştirme konusunda iyi olduğu şey, şöhret ürünü­nün hızla hasat edilmesi ve hızla elden çıkanlrnasıdır. En büyük etki ve ani eskime , der George Steiner, medya üretiminin en etki­li tekniği haline gelmiştir. Şöhret oyununa katılan her kimse, oyu­nu kurallarına göre oynamak zorundadır; ve kurallar, bir zamanlar akademisyenlere itibar kazandıran ve üniversiteleri buyurgan hale getiren entelektüel uğraşılara ayrıcalık tanımaz; sürekli ama yavaş ve ihtiyatlı bir doğru ya da adalet arayışı kamunun gözü önünde yü­rütülmeye uygun değildir; kamunun dikkatini elinde tutması bir ya­na, dikkatini çekmesi ve hele anında alkış toplamayacak şekilde ta­sarlanması ihtimal dışıdır. Şöhret bir kez itibara egemen olduğunda, üniversite öğretim üyeleri kendilerini sporcular, popstarlar, pi­yango talihlileri, teroristler, banka soyguncuları ve seri katillerle re­kabet halinde bulurlar ve bu rekabette pek az kazanma şansları var­dır ya da hiç yoktur.
25 Mayıs 1916’da Henry Ford, Chicago Tribune muhabirine şöyle diyordu: Tarih oldukça saçmadır. Gelenek istemiyoruz. Şimdiki zamanda yaşamak istiyoruz ve düşünülmeye değer yegane ta­rih bugün yapmakta olduğumuz tarihtir. Ford, başkalarının itiraf etmeden önce iki kez düşündükleri şeyi yüksek sesle ve açıkça söy­lemesiyle ünlüydü. İlerleme? Onu tarih eseri olarak düşünme­yiniz. O bizim eserimiz, şimdiki zamanda yaşayan bizim eserimiz­dir. Dikkate değer yegane tarih, yapılmış olan değil yapılmakta olan ve yapılması gerekli olan tarihtir: Yani, gelecektir (bir diğer pragmatik ve gerçekçi Amerikalı Ambrose Bierce on yıl kadar ön­ce, The Devils Dictionary’de, gelecek, işlerimizin rast gittiği, dostlarımızın gerçek oduğu ve mutluluğumuzun sağlandığı zaman dilimidir diye yazdı).
Dürüstlük en iyi siyasettir
Tepedekiler, ötekilerin acı çektiği durumları kutluyorlar
İnsanlar ister istemez öylesine deliler ki, diyordu Blaise Pascal şakayla karışık, ‘deli olmamak deliliğin bir başka biçimine varı­yor. Ernest Becker, Pascal’ın fıkrini yorumlarken delilikten ancak başka bir deliliğe geçerek kaçılabilir, diye ısrar ediyor ve şu açıkla­mayı yapıyordu: İnsanlar, doğanın dışında ve umutsuz biçimde onun içindedirler ; bireysel ve kolektif olarak hepimiz, bedensel hayatımızın sınırlılığının üstüne çıkarız ve gene de kaçınılmaz bi­çimde (ve gerçekten) hayatın toprağın içine doğru seyrettiğini bili­riz. Bunu unutınak için her şeyi (ve dalıa fazlasını) yapmamıza rağ­men, bilmekten başkası elimizden gelmez. Ve bu ikilemin iyi bir çözümü yoktur, çünkü sınırlılığımızı incelemeye açan ve onu görü­nür, unutulmaz ve acı verici kılan tam da bu doğanın üstüne çıkma olgusudur. Doğal sınırlamızı en sıkı korunan bir sır haline getir­mek için elimizden geleni yaparız; ama bu çabada başarılı olsak bi­le kendimizi, aşmak istediğimiz sınırlarını ötesine ve üzerine uzatmak için pek az gerekçemiz olacaktır. Bizi onun üstüne çıkma­ya yöneiten ve buna izin veren, doğal durumumuzu unutmanın ka­tıksız imkansızlığıdır. Doğamızı unutmamıza izin verilmediği için, ona meydan okumaya devam edebiliriz (ve etmeliyiz)
Bedenle yaşamak ruhun daha sonraki tek başına varoluşunun uzunluğuyla kıyaslandığında gülünç derecede kısa olabilir ama bu birlikte yaşama sırasındadır ki,sonsuz hayatın niteliği kararlaştırılır: Tek başına bırakılan ruh kendi kaderinde herhangi bir şeyi değiştiremez.Ölümlü ölümsüz üzerinde güce sahiptir: Ölümlü hayat,sonsuzluğun kredilerini toplamak için yegane zamandır.
Bireysel ölüm kaçınılmazdır,fakat hayat sonsuzlukta bir yer oluşturmak ve kazanmak için kullanılabilir; hayat bireysel ölümlülüğün aşıldığı,hayatın bıraktığı izin tamamen silinmediği bir tarzda yaşanabilir.İnanç ruhsal bir mesele olabilir ama onu muhafaza etmek için dünyevi olana demirlemek gerekir; onun bağları gündelik hayat deneyiminin derinliklerine uzanmalıdır.
Sınıf ayırımı,zümrenin alışık olduğu tarzda kalıtsal ya da doğuştan değil,oluşturulmuş ve pazarlığı yapılabilir olsa da,modern öncesi zümre için geçerli olduğu kadar sağlam,değiştirilemez ve bireysel manipülasyona dirençli olma eğilimi gösterdi.Sınıf ve toplumsal cinsiyet bireysel seçenekler alanı üzerinde ağır yük olarak asılı kaldı;bunların getirdiği kısıtlamadan kaçmak,kişinin ilahi varlıklar zincirindeki yerine meydan okumasından çok daha kolay değildi.
Günümüzde yoksullar,ürkütülmüş tüketicilerin kolektif ‘Ötekisidir’;yoksullar artık,Sartre’ın In Camera’ sındakilerden çok daha somut biçimde ve daha büyük bir inançla,tüketicilerin tam ve gerçek cehennemi olan ‘ötekiler’dir.
Zaman ve uzam küresel güç merdiveninin basamaklarına ayrım gözetilerek dağıtılmıştır.Gücü yetenler yalnızca zamanın içinde yaşarlar.Gücü yetmeyenler uzamda yaşarlar.
hayat değerini ölüme borçludur.
Çoğumuz heyecan arayıcıları ve toplayıcıları olarak, toplumsal ve kültürel anlamda eğitilmekte ve biçimlendirilmekteyiz. Yeni heyecanlara sürekli açık olmak ve daima bir öncekinden daha güçlü ve daha derin olan her yeni deneyime hırsla sarılmak
Maddi temelinin tahrip edilmesi, egemenliğinin ve bağımsızlığının feshedilmesi ve siyaset sınıfının ortadan kaldırılması ile ulus devlet, uluslar üstü şirketle için basit bir güvenlik servisi haline gelir. Dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye ihtiyaçları yoktur. gelinen noktada ulusal hükümetler işleri onların adına yönetme görevini üstlenmişleridir.
Küreselleşme, sermayenin mantığının hayatın bütün yönlerine totaliter bir uzantısından başka bir şey değildir. Hükümetler bu baskıya dayanmak için yeterli kaynak ve özgürlüğe sahip değillerdir. Artık hükümetlerin çökmesi için bir kaç dakika yeterlidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir