Halid Ziya Uşaklıgil kitaplarından Bir Yazın Tarihi kitap alıntıları sizlerle…
Bir Yazın Tarihi Kitap Alıntıları
Böyle mümkün mertebe çocukluktan çıkmayı erteleyiniz; o sizden kaçmak istedikçe siz, salıvermeyiniz, temenni ederim ki, daima çocuk kalmayı başarabilirsiniz, fakat korkarım ki sizin içinde mümkün olmayacak, yavaş yavaş siz de gülüp sevinmeye yabancı kalacaksınız, hayat sizi de gözyaşlarıyla kucaklayarak bu saf sevinç dolu gülümsemeye uzaktan baktıracak.
biraz daha rahat etmek için, işte şuraya, üzerinden geçildikçe açılıp kapanan çirkefin içine, arabaların tekerlekleri altına boylu boyuna uzanıp ölmek, çamurlara gömülmek istedi.
O vakit, ıslak fesinden yanaklarına doğru akan yağmurların altında, bu ümitsiz hayat, bu zavallı kimsesiz postacı, bu çaresiz, üzgün kalp derin bir ümitsizlik ve ağır bir üzüntü duydu.
anlıyordu ki, kendisi bunların içinde nasipsiz, bahtsız ve tamamen yabancıydı.
Hiçbir kimsesi yoktu ki bekleyecek mektubu olsun.
Ah! Bu mektuplar! Herkesten gelip, herkese giden şeyler! O bunlara yabancıydı
Bunların içinde, şu hayatın arasında, kendisi neydi?
Bugün yine, dünkü gibi, her zamanki gibi
Ansızın kalbimde derin, müthiş, bütün ruhumu ezip bitiren bir azap, bir ağıt üzüntüsü duyarak nazik ve mis kokulu yasemenlerden yapılmış bu beşikte bir dul kadınla, iki babasız çocuk için vahşi ümitsizlikle kendi ölümüme gizli gizli, yavaş yavaş ağladım.
Fakat heyhat! Ansızın kanadının sert bir vuruşuyla ölüm, bu aile toplantısını darmadağın ediyor. İşte şimdi siyah bir kadın, siyah çocuklar ve önlerinde siyah, sonsuza dek siyah bir hayat.
müthiş fırtınalara dayanaksız, sığınaksız maruz kalan, nazik, ince çiçekler, bunlar ne olacak?
Ya bu çocuklar, bunlar ne olacak ya Rab?
Onlar neler hayal etmişler; ne süslü ve mutlu gelecekler kurmuşlardı! Şimdi o, yapayalnız, o ölü arzularının, mezarının kenarında iki elinde iki siyah yaşlı çiçekle bekliyor; bundan sonra işte yalnız bir mezarın, yasın tutuklusu olmaya mahkûm hüsran dolu bir hayat; başka hiç, hiçbir şey yok.
Bir gün hiç umulmaz, hiç beklenmez bir zamanda, bir kader rüzgârı o güneşi, o parlak göğün saf güneşini söndürdü ve etraf karanlıklara boğuldu; bir daha açılmayacak, bir daha hiçbir neşe gülümseyişiyle parlamayacak karanlıklar.
Bu kadın, ayaklarının dibinde sessizce oynayan çocuklarının yanında, başının üstünden çıplak ağaçları sarı, sonbahara yakalanmış yapraklarını dökerken tabiatın hüzünlü yas zamanına karşı neler hissediyor, neler düşünüyordu?
Sizi değiştiren; habersiz, masum, yeni açılmış ruhunuza da siyah elbiseler giydiren bir şeyiniz mi var?
Sanki nazik ve misk kokulu yaseminlerden yapılmış bir beşik içinde, ölümün o sarhoş eden beşiğinde bir daha uyanmamak isteyerek, bahtiyar, sallanıyordum.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Artık ölmüş, tamamen ölmüştüm. Bütün manzaralar, siyah bir rüyanın bulutları içinde boğuluyordu; ben de beraber Ruhumda ne bir geçmiş hatırası, ne bir gelecek arzusu Her şey, her şey, bütün hayatın geçmiş tarihi, bütünü gelecek hayalleri siliniyordu. Bu hiçlik içinde ben ölmekten, kendinden geçmiş ve sevinçli, mutlu ve mesut, uyuşmuş, donmuştum. Ölüyordum. Gözlerimi kapadım ve hayatımın olanca yorgunluklarını dinlendiren geniş, uzun bir nefesle son nefesimi verdim.
Bugün bahçe de artık bitmiş bir mutluluk döneminin ölü ve yas saçan mezarından başka bir şey değil.
Ne bir ses, ne bir nağme, bu elem dolu sonbahar gününe bir küçük hayat ezgisi hediye edecek bir şey yok.
Ne bir aydınlık gülümseme, ne bir parça mavi gökyüzü Bu siyah güne bir ümit neşesi bağışlayacak bir şey yok!
Ne lüzumu var? Niçin yalana ihtiyaç duyuyorsunuz?
Bu düşünce de yalanmış!
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
O halde bu neydi? Niçin bir türlü mutlu olamıyorlardı? Aralarında sürüp giden bu savaş nereden geliyordu?
Lakin zaman geçiyor, beyaz teller merhametsiz bir inatla çoğalıyor ve Ferhunde hâlâ bekliyordu.
Şimdi zavallı kalbinde her şeyi fena gösteren bir acılık vardı
Her şeyin sırası var
Artık alıştım
Oh! İşte hissediyorum ki şu dakikada sen de beni düşünüyorsun
Böyle olmadı, uğursuz bir rastlantının kurbanı olarak o mutluluk ümidi uçup gitti.
Oh! Biçare çocuk! Seninle beraber ne kadar mutlu olacaktık!
hatıraların kalbimde birer hayatı var.
Zavallı terk edilmiş hayal!
Elimi uzatacak olsam, bir avuç unutma tozundan başka bir şey bulamayacağım.
Aramızda artık bir bağ kalmış mıydı?
Beni böyle değiştiren, beni bana böyle yabancı yapan nedir?
İşte böyle, ben buradayım. Hep o eski hâl.
Aman ya Rabbi! Bir mutluluk hayali kurmak bile insanlar için böyle zor muydu?
bir gün ansızın fark etmişti ki, fesinin altında kaçları ağarmış
Ah! O ailenin mutlu saatleri! Şimdi ondan ne kadar uzak ve ona ne kadar muhtaçtı.
artık arzu edilecek bir şey kalmadığı için sıkılmaya da sebep kalmamıştı.
Yirmi sene Bu yirmi senenin içinde yirmi günlük olay yoktu. Aman ya Rabbi! Bu uzun seneler şuracıkta nasıl geçmişti.
Bir boş ev, bu da zaten bir mezar değil midir?
Boş bir eve girmek insana ufak bir korku titremesi vermekten uzak kalamaz.
Siz şimşekleri hiç çamların üzerinde gördünüz mü?
Siz yaşamak kuruntusundasınız, bilmiyorsunuz. O sizi öldürüyor. Saniye saniye hayatınızdan bir zerre alarak çürütüyor, yakıyor.
Her şeye tahammül etmiştim.
Bilseniz, ara sıra ne büyük ıstırap duyuyorum!
gerçek darbe bu hayal çiçeğinin üzerine düşüp ezmek için mutlaka bir zaman bulacaktı.
Bazen adeta ağlamak arzularını verecek bir üzüntü duyuyorum. Neden?
Bu hayattan müzikle şiiri, çiçeklerle ışıkları, sonra bunların hepsinin özü olan kadınları kaldırınız. Yaşamaya kuvvet bulur musunuz?
Şimdi yalnız bir bulut, boğucu, bunaltıcı bir bulut içindeydi ki onu teneffüsten menediyordu. Bağırmak istedi, bağıramadı; ciğerleri sıkışarak bir boşluk içinde bütün varlığı eriyip akıyordu
Birden her şey sessizleşti, her şey varlığın ufkundan silindi; ne o ateş yüklü tepeler, ne o kurşunlar püsküren taburlar Hiçbir şey, hiçbir şey yoktu.
fakat bir zaman geldi ki hiçbir şey göremedi.
her şey mahvolacaktı.
Şimdi dakika kaybedecek zaman değildi.
anlıyorum ki, herkes haksızlığıma hüküm veriyor.
Artık kavgayı kendisi istiyordu. Ben de zaten bir sebep arıyordum.
Ben onlara ne yapıyorum?
Keyfe hizmet etmek elimden gelmez!
Kadınlar ne tuhaftır!
Artık birbirimize söylenecek şeylerimiz o kadar azaldı ki
Onların bir diğerine aktarılacak ne kadar şeyleri var! Zavallı çocukları, henüz bir bahar kıvılcımı görmüş yavru kuşlar gibi kendi cıvıltılarına bırakmalı
Hakkımda ne yanlış fikri var! Onun farz etmek istediği şeyden ben o kadar uzak, bulunuyorum ki
Oğlunun karısını kıskanmak bana o kadar olağan dışı görünüyor ki
Dünyanın kuralını sen mi değiştireceksin?
Hem ya Rabbi, onu ne için sevmeyeyim?
sen de o sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, öyle mi?
Mesut? Fakat her vakit değil,
Evet, minimini, mesut gafil, isterim ki sen, bütün arkadaşlarınla beraber, küçük adamcıklarla beraber daima böyle gülünüz, daima böyle sevinçli ve bahtiyar, neşeli ve mutlu, sokakları hülyalı bir pencereden seyrederek, şarkı söyleyerek, yarı uykuda, yarı uyanık, mutlu bir gaflet içinde geçiniz ve onun, kırk paranın hikmetlerinin yürek parçalayıcılığını mümkün olursa asla duymayınız.
Sen yine yürüyeceksin, yürüyeceksin fakat artık günler, aylar, seneler geçecek
Ah! Kırk para daha olsa!