Anton Çehov kitaplarından Bir Taşralının Öyküsü kitap alıntıları sizlerle…
Bir Taşralının Öyküsü Kitap Alıntıları
“Kral Davud’un, üzerinde ‘her şey geçer’ yazılı bir yüzüğü varmış. İnsan üzüldüğünde bu kelimeler onu neşelendirir, neşeli olduğunda ise bu sözler onu üzer.”
Gökyüzüne bak. Yıldızların en küçükleri bile birer dünyadır. İnsanoğlu evrenle kıyaslanınca nasıl da bir hiç kalıyor.
”Tatlı,iyi yürekli Misail,bana özgürlüğümü bahşedin. ”
Hiçbir şey iz bırakmadan geçmiyor, buna inanıyorum. Attığımız her küçük adım bugünkü ve gelecekteki hayatımız için bir önem taşımakta.
Her kim aşktan korkar ve kaçarsa, o kişi hür değildir.
Sevmek ve sevilmek ne devasa bir mutluluk! Bu yüksek kuleden kayıp düşmeye başladığını hissetmek ise ne korkunç!
Eğer ebeveynler bozuk ahlaklı olursa, çocukları ya ayyaş ya da suçlu çıkar!
Yalnızım, tamamen yalnızım ben!
Yazık! Canlı varlıkların işleri ve düşünceleri, çektikleri acılar kadar önemli olmaktan çok uzak!
Her şey bir yana kendimi kaptırmaktan korkuyordum.
Her şey mümkün olabilir mi? Her şey mümkün olabilir!
En önemlisi de kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyor, kimseye yük olmuyordum!
Yaprakbiti otu, pas demiri, yalan da ruhu yiyip bitirir.
Burada bir insan yaşadı, emek verdi ve sonunda yeryüzünde olabilecek mutluluğu yakaladı.
Insanoğlu evrenle kıyaslanınca nasıl da bir hiç kalıyor!
Eğer kendime bir yüzük sipariş etmek isteseydim, üzerine hiçbir şey geçmez yazdırmayı seçerdim. Hiçbir şey iz bırakmadan geçmiyor, buna inanıyorum.
Tanrı beni sizlerle cezalandırmayı uygun gördü. Ama ben tevazuyla bu acıya katlanıyorum. Eyüp gibi acılarımda, sonsuz emeğimde teselli buluyorum.
Aniden toprağın içine girip ortadan kaybolsa tek bir canlının bile üzüntü duymayacağı gereksiz, faydasız bir şehir burası.
.. ahlak kurallarının, utanma duygusunun ne olduğunu unutturdun.
-Karnı tok olanlara, güçlülere, zenginlere, tefecilere eyvahlar olsun! Onlar göklerin krallığını göremeyecekler. Yaprakbiti otu, pas demiri yiyip bitirir
-Çalışmak, üzüntü çekmek, hastalık çekmek lazım, – diye devam ediyordu.- Çalışmayan, üzüntü çekmeyen insan göklerin krallığına erişemez.
– Erdemli kişilerin ruhları tebeşir gibi beyaz ve pürüzsüzdür, -dedi.- Günahkârlarınki ise süngertaşı gibidir. Erdemlilerin ruhu açık bir beziryağı, günahkârlarınki katran gibidir.
Kral Davud’un, üzerinde ‘her şey geçer’ yazılı bir yüzüğü varmış. İnsan üzüldüğünde bu kelimeler onu neşelendirir, neşeli olduğunda ise bu sözler onu üzer .Bu tılsım beni heveslerden uzak tutuyor. Her şey geçiyor, hayat da geçecek.
— Her zümre kendine ait kuralları hatırlamalı. Gururundan bunu anlamak istemeyen yalan dünyanın çilesini çeker.
nesiller boyunca hakikat, merhamet ve özgürlük hakkında okuyup dinlerler ama yine de ölene kadar sabah akşam yalan söyler, birbirlerine eziyet ederler. Özgürlükten ise düşmanlarıymış gibi korkar, nefret ederler.
Müteahhit-marangoz bütün yaşamı boyunca şehirde evler inşa eder ama yine de ölene kadar galeri yerine galderi der.
Seni neden seviyorum aydınlık gece?
Sevmek ve sevilmek ne devasa mutluluk! Bu yüksek kuleden kayıp düşmeye başladığını hissetmek ise ne korkunç!
– Sanat insanı kanatlandırır, uzaklara, çok uzaklara götürür! Pislikten, küçük çıkarlardan bıkan, isyan eden, aşağılanan, öfkelenen herkes huzuru ve tatmini ancak güzel olanda bulabilir.
Neden sanat ya da mesela müzik aslında bu kadar canlı, popüler ve güçlü? Çünkü müzisyen ya da şarkıcı birdenbire binlerce kişinin üzerinde tesir bırakabiliyor. Ah, sanat ne hoş!
-Diğer taraftan, hayatın boyunca uzun, çok uzun bir süre çalıştığını, sonunda da birtakım işe yarar bulgular elde ettiğini farz edelim. Peki bulguların nedir sanki? Toptan cehalet, açlık, soğuk, yozlaşma gibi başlıca güçlere karşı ne yapabilirler? Denizde bir damla gibi adeta! Burada farklı mücadele yöntemleri gerekli; güçlü, cesur, hızlı yöntemler! Gerçekten faydalı olmak istiyorsan gündelik çalışmaların dar çemberinden çıkıp hemen kitle üzerinde tesirli olmaya gayret etmelisin! Her şeyden önce yüksek sesli, hareketli bir propagandaya ihtiyaç var. Neden sanat ya da mesela müzik aslında bu kadar canlı, popüler ve güçlü? Çünkü müzisyen ya da şarkıcı birdenbire binlerce kişinin üzerinde tesir bırakabiliyor. Ah, sanat ne hoş! -diye devam etti düşünceli düşünceli gökyüzüne bakarak.-Sanat insanı kanatlandırır, uzaklara, çok uzaklara götürür! Pislikten, küçük çıkarlardan bıkan, isyan eden, aşağılanan, öfkelenen herkes huzuru ve tatmini ancak güzel olanda bulabilir.
– Biz haklıydık ancak haklı olduğumuz şeyleri layıkıyla gerçekleştiremedik. Her şeyden önce, dış yöntemlerimizde yanlışlık yok mu gerçekten? İnsanlara faydalı olmak istiyorsun ama bir mülk satın alarak onlar için faydalı bir şeyler yapabileceğin her türlü olanağı daha baştan engelliyorsun. Sonra eğer bir köylü gibi çalışıyor, giyiniyor, yemek yiyorsan onların bu kaba, hantal kıyafetlerini, korkunç barakalarını, aptalca sakallarını kendi otoritenle meşru kılıyorsun demektir
– Biz baştan sona kadar samimiydik, dedim. – Ve samimi olan kişi haklıdır.
Sen tarla sürüp tohum ektiğin, ben de paralar harcayıp kitap okuduğum için kimse daha iyi hale gelmedi. Görünen o ki sadece kendimiz için çalıştık, sadece kendimiz için büyük düşündük.
Bir şeylere üzülüyordum ama tam olarak neye üzüldüğümü bilmiyordum.
– Köylüler de insan mı! -diyordu.-İnsan değiller, kusuruma bakmayın ama yaratık, şarlatan bunlar. Köylünün nasıl bir hayatı olabilir ki? Anca yiyip içmeyi, gıdayı daha ucuza alabilmeyi, tavernada aksırıp tıksırıncaya kadar akıllarını kaybederek içki içmeyi bilirler. Ne güzel konuşmaktan ne kime nasıl hitap edeceklerinden ne de resmiyetten haberdarlar, sırf cahillik! Kendisi de, karısı da, çocukları da çamur içindedir, üzerindeki kıyafetlerle yatar, patatesi şçi çorbasının içinden doğrudan parmaklarıyla çıkarır, kvası içinde hamamböcekleriyle birlikte içer, en azından üflese bari!
Kız kardeşim köylüleri savunarak: -Yoksulluk işte! -dedi.
– Hangi yoksullukmuş o! Elbette, bu bir ihtiyaç hali ama ihtiyaçtan ihtiyaca fark var hanımefendi. Eğer bir insan hapishanede yatarsa ya da körse, ayakları yoksa işte o zaman bu yoksulluktur. Tanrı kimseye göstermesin. Ama eğer hürse, aklı başındaysa; gözleri ve elleri, kuvveti, Tanrısı varsa daha ne ister ki? Bu şımarıklıktır hanımefendi, cahilliktir ama yoksulluk değildir. Farz edelim siz iyi insanlar, almış olduğunuz eğitim gereği merhametinizden ona yardım etmeyi dilersiniz ama o alçaklığından paranızı içkiye yatırır ya da daha kötüsü, kendisi bir meyhane açarak halkı sizin paranızla soymaya başlar. Siz yoksulluk demeyi arzuluyorsunuz. Sizce zengin bir köylünün durumu daha mı iyi? O da aynı, kusuruma bakmayın ama domuz gibi yaşıyor. Hödüğün, aşağılığın, mankafanın tekidir, ayvaz kasap hep bir hesaptır, suratı tombuldur, kırmızıdır, insanın gerinip bir yumruk savurası gelir namussuza. İşte Dubeçnya’dan Larion, o da zengin ama büyük ihtimalle ormanınızdaki ağaçların kabuklarını en az bir yoksulun yaptığı kadar soyup duruyordur. Hem kendisinin hem de çocuklarının ağzı bozuktur, içkiyi fazla kaçırınca su birikintisinin içine burun üstü devrilip uyur. Hiçbiri için, hanımefendi, zaman harcamaya değmez. Köyde onlarla birlikte yaşamak cehennemde yaşamakla aynıdır. Bu köy yüzünden burama kadar geldi
Bu köylüler ne kadar kötüyse, okul inşa ettirmek için o kadar çok sebep var demektir. Bunu anlayın!
Eğer ebeveynler bozuk ahlaklı olursa, çocukları ya ayyaş ya da suçlu çıkar!
— Yalnızım! Yaşamak benim için çok, çok ağır!
Yazık! Canlı varlıkların işleri ve düşünceleri, çektikleri acılar kadar önemli olmaktan çok uzak!
Şüphe götürmeyen bir şey var: İnsan hayatını biraz başka bir şekilde kurmalı
-Bizim işimiz okumak, okumak, mümkün olduğunca fazla bilgi biriktirmek için çabalamaktır. Zira ciddi toplumsal akımlar, bilginin olduğu yerdedir. Gelecekteki insanların mutluluğu da ancak bilgidedir.
Okumamız, okumamız, okumamız lazım bizim
Kültür dolu bir hayat bizde henüz başlamış değil. Beş yüz yıl önceki vahşilik, yeknesak hödüklük ve abeslik devam ediyor.
– Bizde hiç derin bir toplumsal akım yok, olmadı da, -dedi.-Bu yeni edebiyatın uydurmadığı şey yok ki! Bir de köyde birtakım aydın işçiler uydurmuş. Köylerimizin hepsini arayın bakalım, ancak ceketli ya da siyah redingotlu, ‘henüz’ kelimesini söylerken bile dört hata yapan kara cahil birini bulabilirsiniz. Kültür dolu bir hayat bizde henüz başlamış değil. Beş yüz yıl önceki vahşilik, yeknesak hödüklük ve abeslik devam ediyor. Akımlar, yönelimler; bunların hepsi bayağı ve değersiz çıkarlara bağlı küçük, acınası şeylerdir. Sahiden bunların içerisinde ciddi bir şey görmek mümkün mü? Eğer derin toplumsal bir akımı sezdiğinizi düşünüyorsanız ve bu akımı izleyerek hayatınızı böcekleri esaretten kurtarmak ya da dana köftesinden uzak durmak gibi günümüz modası görevlere adayacaksanız sizi tebrik ederim hanımefendi. Okumamız, okumamız, okumamız lazım bizim. Derin toplumsal akımlar için ise beklememiz gerekiyor. Henüz bu gibi şeyler için olgunlaşmış değiliz. Gerçeği söylemek gerekirse, bunlardan hiçbir şey anlamıyoruz da.
– Yetenekli, zengin donanımlı insanlar nasıl yaşamaları gerektiğini bilir, bildiklerini okurlar, dedi Doljikova.-Benim gibi ortalama bir insan ise hiçbir şey bilmez, kendi başına hiçbir şey yapamaz. Herhangi bir derin toplumsal akımı sezip, akım onu nereye götürürse oraya gitmekten başka yapacak bir şeyi yoktur.
– Konfora ve lükse sermayenin, eğitimin verdiği kaçınılmaz bir ayrıcalık olarak bakmak gerekir, dedim. -Hem bana öyle geliyor ki hayatın verdiği bu rahatlıklar herhangi bir işle, hatta en ağır ve en kirli işle bile bağdaşabilir.
– Konfor ve lüks büyüleyici bir güce sahip, -diye devam etti.-Güçlü iradesi olan insanları bile yavaş yavaş avucunun içine alabilir
haklı bir yolla elde edilen servet yoktur ve olamaz da.
Dost edinmek için dünyanın aldatıcı servetini kullanın
Ancak bu yeni konumumla alakalı beni şaşırtan asıl şey, halk arasında Tanrı’yı unuttular sözleriyle tanımlanan adaletin tamamen yok oluşuydu.
Ruh halim de sonbahar gibiydi.
köleleştirme sanatı da aşama aşama kendini geliştirir. Uşaklarımıza ahırlarda artık kamçı vurmuyoruz ama köleliğe ustaca şekiller veriyoruz.
Artık kölelik kanunu mevcut değil, ancak kapitalizm gelişmekte. Batu Han zamanında olduğu gibi özgür düşüncenin en dorukta olduğu zamanlarda çoğunluk azınlığı doyurur, giydirir ve korur; kendisi ise aç, çıplak, savunmasız kalır. Böyle bir düzen herhangi bir eğilim ve akımla muazzam bir şekilde bir arada var olabilir, çünkü köleleştirme sanatı da aşama aşama kendini geliştirir. Uşaklarımıza ahırlarda artık kamçı vurmuyoruz ama köleliğe ustaca şekiller veriyoruz.
Eğer kimi böcekler diğerlerini köleleştiriyorsa şeytan götürsün onları, bırakın birbirlerini yesinler! Bizim onlar hakkında düşünmemize gerek yok. Onları kölelikten kurtarsanız da yine de ölüp çürüyecekler.
– Sizin de yapmış olduğunuz gibi hayatta bu kadar keskin ve etraflıca bir değişiklik yapabilmek için karmaşık bir manevi süreçten geçmiş olmak gerekir. Şimdi bu yaşantıyı devam ettirebilmek ve her daim kendi inançlarınızın en tepesinde durabilmek için aklınızla ve kalbinizle günbegün, gergin bir halde çalışmak zorundasınız. Şimdi sohbetimize başlayabilmek için şunu söyleyin: Irade gücünüzü, emeğinizi, bütün potansiyelinizi başka bir şeye, misal zamanla büyük bir bilim insanı ya da sanatçı olmaya harcasaydınız yaşamınız daha engin ve derin, her açıdan daha üretken olmaz mıydı?
Sohbete dalmıştık. Söz bedensel emekten açılınca şu düşüncemi dile getirdim: Güçlü olanların zayıf olanları köleleştirmemesi, azınlığın çoğunluk için bir parazit ya da çoğunluğun en iyi özsuyunu müzmince emen bir pompa haline gelmemesi için istisnasız olarak herkesin; yani güçlülerin, zayıfların, zenginlerin ve yoksulların kendileri için bu varoluş savaşında eşit derecede yer almaları gerekir. Bu anlamda, evrensel ve mecburi yükümlülük adı altında insanlar arası eşitsizliği ortadan kaldırabilecek bedensel emekten daha iyi bir vasıta yoktur. Doktor:
– O halde sizin düşüncenize göre ayrım yapmaksızın herkes ağır işlerde mi çalışmalıdır? -diye sordu.
-Evet.
– Peki, en iyi insanlar, düşünürler ve büyük bilim insanları da dahil herkes kendisi için varoluş mücadelesinde taş kırarak, çatı boyayarak zamanını heba ederse, bunun insanoğlumun gelişimi için büyük bir tehlike oluşturacağını
düşünmüyor musunuz?
– Ne tehlikesi olabilir ki? -diye sordum. İnsanoğlunun bütün gelişimi sevgide, ahlak yasasını ifa etmekte mevcuttur. Eğer kimseyi köleleştirmiyor, kimsenin omzuna yük olmuyorsanız daha fazla hangi gelişime ihtiyacınız olur ki?
Blagovo ayağa kalkarak aniden:
– Ama müsaade edin! -diye parladı.- Müsaade edin! Eğer bir salyangoz kabuğunun içinde kişisel gelişimiyle uğraşır, ahlak yasasını kurcalayıp durursa, siz buna gelişim mi diyeceksiniz?
– Neden kurcalıyor olsun? -diye alınarak sordum. Eğer yakınlarınızı sizi doyurmak, giydirmek, bir yerden bir yere götürmek, düşmanlardan korumak için zorlamazsanız bütünüyle kölelik üzerine kurulu olan bu hayatta gerçekten bir gelişim kaydedilmiş olmaz mı? Bana kalırsa insanlar için en hakiki, belki de gerçekleşmesi mümkün ve gerekli olan tek gelişim budur.
– Evrensel bir dünya gelişiminin sınırları sonsuzluktadır. Gereksinimlerimizin ya da gelip geçici düşüncelerimizin kısıtladığı herhangi bir gerçekleşmesi mümkün gelişimden bahsetmek ise kusura bakmayın ama tuhaftır.
– Eğer sizin de söylediğiniz gibi gelişimin sınırları sonsuzluktaysa hedefleri belirsiz demektir, -dedim.- Kesin olarak bilmeden yaşamaksa durum, ne uğruna yaşıyorsun peki?
-Varsın öyle olsun! Lakin bu bilmeme durumu sizin bilmeniz kadar sıkıcı değildir. Gelişim, medeniyet, kültür diye adlandırdıkları merdivende yürüyorum ben. Nereye gittiğimi kesin olarak bilmeden gittikçe gidiyorum. Ancak bu mucizevi merdiven uğruna yaşamaya gerçekten değer.
Siz ise ne uğruna yaşadığınızı biliyorsunuz. Kimilerinin başkalarını köleleştirmemesi, ressamın ve ressam için boyaları toz haline getiren kişinin aynı yemeği yiyebilmesi uğruna yaşıyorsunuz. Ancak bunun hayatın mutfağı; bayağı, gri tarafı olduğu apaçık. Yalnızca böylesi bir hayat için yaşamak gerçekten tiksindirici değil midir? Eğer kimi böcekler diğerlerini köleleştiriyorsa şeytan götürsün onları, bırakın birbirlerini yesinler! Bizim onlar hakkında düşünmemize gerek yok. Onları kölelikten kurtarsanız da yine de ölüp çürüyecekler. İnsanoğlunu uzak bir gelecekte beklemekte olan o büyük X’i düşünmeliyiz.
Blagovo ateşli ateşli tartışıyordu benimle. Ancak aynı zamanda başka bir düşüncenin onu heyecanlandırdığı fark ediliyordu.
Saate bakarak:
– Sanırım kız kardeşiniz gelmeyecek, -dedi.- Dün bizi ziyaret ettiği vakit size uğrayacağını söylüyordu. Kölelik hakkında konuşup duruyorsunuz, -diye devam etti.- Ancak bu hususi bir mesele. Ve bütün bu meseleler insanoğlunun kendisi tarafından aşama aşama çözülür.
Meselelerin aşama aşama çözülmesi hakkında konuştuk. İyilik ya da kötülük yapma meselesine herkesin, insanlığın aşama aşama gelişmesi yoluyla bu meselenin çözümüne varmayı beklemeden kendi başına karar verebileceğini söyledim. Üstelik aşama aşama meselesinin birden fazla yönü vardır. İnsan düşüncesinin aşama aşama gelişmesi sürecinin yanında düşüncenin farklı türde aşama aşama gelişmesi de gözlemlenmektedir. Artık kölelik kanunu mevcut değil, ancak kapitalizm gelişmekte. Batu Han zamanında olduğu gibi özgür düşüncenin en dorukta olduğu zamanlarda çoğunluk azınlığı doyurur, giydirir ve korur; kendisi ise aç, çıplak, savunmasız kalır. Böyle bir düzen herhangi bir eğilim ve akımla muazzam bir şekilde bir arada var olabilir, çünkü köleleştirme sanatı da aşama aşama kendini geliştirir. Uşaklarımıza ahırlarda artık kamçı vurmuyoruz ama köleliğe ustaca şekiller veriyoruz. Köleliği haklı göstermek için her duruma göre en azından bir bahane bulabiliyoruz. Bizim fikirlerimiz de birer fikirdir ancak şu an, on dokuzuncu yüzyılın sonunda en pis bedensel işlerimizi de işçi sınıfına yüklemek mümkün olsaydı bunu elbette yapardık. Ve sonrasında bunu haklı gösterebilmek için en iyi insanların, düşünürlerin ve bilim insanlarının altın kadar değerli vakitlerini bu bedensel işlerde harcarlarsa ciddi bir tehlikenin insanoğlunun gelişimini tehdit altında bırakacağını söylerdik.
.
– Bütün yüreğimle duygularınızı anlayıp paylaşıyor, bu yaşantınıza saygı duyuyorum. Bu şehirde sizi anlayan yok, gerçi anlayacak kimse de yok zira siz de biliyorsunuz ki burada, oldukça az sayıdaki müstesna kişi hariç herkes Gogol’ün domuz suratlıları gibidir
– sana yalvarıyorum, kendine çekidüzen ver!
– ..Vicdanıma göre hareket ettiğime dair inancım tamsa nasıl kendime çekidüzen verebilirim? Anla artık!
– Her şey mümkün olabilir mi? Her şey mümkün olabilir!
– Biz günahkârlara eyvahlar olsun!
Emek vermek kendileri için zorunlu ve kaçınılmaz olan, beygir gibi çalışan, emeğin ahlaki değerinin çoğunlukla farkında olmayan, hatta konuşma esnasında “emek kelimesini hiçbir zaman kullanmayan insanların arasında yaşıyordum artık.
– Yaprakbiti otu, pas demiri, yalan da ruhu yiyip bitirir
Koca şehirde tek bir dürüst insan tanımıyordum.
Memleketimi seviyordum. Burası bana öyle güzel ve sıcak geliyordu ki! Bu yeşilliği, sessiz ve güneşli sabahları, çan kulelerinden gelen sesleri seviyordum. Lakin kentte birlikte yaşadığım insanlar bana sıkıcı, yabancı, bazen de iğrenç geliyordu. Onları sevmiyor, anlamıyordum.
– Sizin gibi günde yirmi kişi buraya gelir. Ofisimin olduğunu düşünüyordunuz herhalde! Ray hattı döşüyorum ben beyefendi, ağır bir iş bu. Bana tekniker, demirci, toprak işçisi, marangoz, kuyu işçisi lazım. Lakin siz, hepiniz oturup sadece yazı yazabiliyorsunuz, ötesi elinizden gelmez! Hepiniz birer yazarsınız!
Çocukken babam beni dövdüğünde esas duruşta ayakta dikilmek ve yüzüne bakmak zorundaydım. Şimdi beni döverken büsbütün şaşkınlık içindeydim. Sanki hâlâ çocukmuşum gibi dik duruyor, gözlerine doğrudan bakmaya çabalıyordum. Babam yaşlı ve çok zayıftı, ama ince kasları deri bir kemer gibi sağlam olmalıydı, zira vurduğu zaman canımı çok acıtıyordu.
Geri geri giderek antreye kadar çıktım. Burada da şem siyesini kaparak başıma ve omuzlarıma birkaç kez vurdu. Bu esnada kız kardeşim gürültünün nereden geldiğini öğ renmek için misafir odasının kapısını aralamıştı, ancak beni korumak için tek bir kelime bile etmeden yüzünde korku ve acıma dolu bir ifadeyle geri gitti.
Daireye dönmeyip yeni bir iş hayatına başlamaya dair içimde sarsılmaz bir kararlılık vardı. Geriye yalnızca iş türünü seçmek kalmıştı. Bu da bilhassa zor görünmüyordu zira ken dimi güçlü, dayanıklı, en ağır işin üstesinden gelebilecek bir adam gibi görüyordum. Açlıkla, pis kokularla, hoyrat koşul larla, durmadan para kazanma ve bir lokma ekmek elde etme düşünceleriyle dolu tekdüze bir iş hayatı duruyordu önümde. Kim bilir, Bolşaya Dvoryanskaya Caddesi üzerinde işten dö nerken zihinsel emek vererek yaşamını sürdüren Mühendis Doljikov’a belki de defalarca haset edecektim. İleride çeke ceğim bütün bu zorlukları şimdi düşünmekten yine de keyif اد um. Bir zamanlar kendimi kâh bir öğretmen kâh bir âh bir olarak düşleyerek düşünsel faaliyetler erdim, ama bunlar hayal olarak kaldı. ama gibi düşünsel zevklere yatkınlığım ti ancak zihinsel emek harcamaya ka