Yakup Kadri Karaosmanoğlu kitaplarından Bir Sürgün kitap alıntıları sizlerle…
Bir Sürgün Kitap Alıntıları
Doktor Hikmet, kendi kendine: Garip bir şey; şimdiden kaçtığım yerlerin hasretini mi çekmeye başlayacağım. Dedi.
Çünkü inanmak insanlar için ezeli bir ihtiyaçtır.
Ah, doktor; dostlar, tanıdıklar mı? Korkarım; onlar, benim adımı bile çoktan unutmuşlardır.
Çünkü inanmak insanlar için ezeli bir ihtiyaçtır.
Hiç insanî bir tarafları yoktu. Ne öfkelenmesini ne alay etmesini ne sevmesini ne de hayatın türlü türlü güzelliklerine karşı alâka göstermesini biliyorlardı.
Kabahat,insan denen mahlûktadır,plânda ve sistemde değil.. İnsanı değiştirebilir misiniz? Hiç inanmam. Bu olmayacak bir iştir.
“Bu ummanı bipâyan[okyanus], azamî 63 santimetre kutrunda [çapında] bir kafatasına sığmaz.”
Utopie, utopie. dedi. İhtilali nasıl yapacaklarmış? Hangi halk, hangi milletle? Sekiz on kişinin, diyelim, beş yüz kişinin, bin kişinin bir araya toplanıp da isyan bayrağını çekmesi üzerine koca memlekette ihtilal mi olur?
Bütün okuduğun kitaplarda, mecmualarda vasuflarını ezberleyip de gözlerinle göremediğin, ellerinle dokunamadığın, burnunla güzel kokularını alamadığın sihirli iklimlerin anahtarı hep bendedir. Zindanların kapısını açan soluk benim. Örf ve adetler esirlerini paslanmış zincirlerinden ben kurtarırım. Hep bir örnek günlerin musabı olan hastalara türlü maceralarla şifa vermesini ben bilirim. Geniş ve aydın hürriyet yoluna ben iletirim. Gel gidelim. Gel gidelim.
Acımak, kuvvetli bir karakteri uçurumlara sürükleyebilir.
Bu yaşta yalnız nefret etmesini biliyor
Tuhaf; diyordu.Ben aşkı tatlı bir his ,bir ulvi heyecan zannederdim. Halbuki, bu bir hastalık; cismanî acıları sıtmaları, hezeyanleriyle had bir hastalık
Ne diyordum? Hürriyet. Evet majüskülle Liberte Cherie, 94 ihtilalcilerinin sokak halkı nazarında bu güzel bir kadının, bir aşiftenin sembolüydü. Fakat, ne yazık ki, aşifte ile yatan başkaları oldu.
Bazıları bu kötü cemiyet binasını yıkıp yeniden yapmakta bir fayda umuyorlar. Yıkmak? Pek âlâ. Fakat, tekrar yapmak ne için? Tekrar yapmak. Hangi malzemeyle? Gene bu insan denilen çamurla değil mi? Bence binanın hiçbir kabahati yok. Bence kabahat içinde oturanlarındır? Kabahat, insan denilen mahkûktadır, plânda ve sistemde değil İnsanı değiştirebilir misiniz? Hiç inanmam. Bu olmayacak bir iştir. İnsan bana tarihin her devrinde şayanı nefret görünmüştür. Ben insandan, daha hiç kimseyi tanımızken evde anamla babama baka baka nefret etmeği öğrendim. Ve ondan sonra öğrendiklerim bana bu ilk ilmimi unutturamadı.
Çünkü inanmak insanlar için ezeli bir ihtiyaçtır.
Ben aşkı tatlı bir his, bir ulvi heyecan zannederdim. Halbuki, bu bir hastalık; cismani acıları sıtmaları, hezeyanlariyle had bir hastalık
On üçüncü asırda bir derebeyi, yirminci asırda bir banka müdürünün veya herhangi bir fabrika sahibinin yanında masum bir köylüdür.
Huz mâ safa da mâ keder.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
‘On ne badine pas avee l’amour’
Rica ederim, mösyö, doğrusunu söyleyin, bir hastalığınız mı var ki böyle mütemadiyen suya giriyorsunuz.
Kapıcının mütemadiyen dediği ayda nihayet iki defa vuku bulan bir hadiseydi.
Kapıcının mütemadiyen dediği ayda nihayet iki defa vuku bulan bir hadiseydi.
Ancak, birbirlerini tutarak ve birbirlerinin reklâmını yaparak suyun üstüne çıkan bir sürü tufeylî ve nebatî ehliyetler arasında tek bir adam, bir kocaman neşe ağacı da olsa, nihayet, boğulup gitmeğe mahkûmdur.
Ben de tıpkı bu karınca gibiyim. Daracık bir hayat çemberi içinde dönüp duruyorum, dönüp duruyorum.
“İnsan sever,niçin ve nasıl sevdiğini bilmeyerek.Zaten insan bunu bilmeye,kendi içinde apaydın görmeye ve hele,sizin gibi aşkın felsefesini yapmaya başladığı anda artık sevmiyor demektir.Onun için seven adam daima mantıksızdır,daima muammalıdır.”
“ insana kitaptan daha iyi arkadaş olur mu?”
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“İnsan denen mahlûk haddi zatında bütün hayvanların en kötüsü,en faziletsizi,en ihtiraslısı,en egoisti,en şerri değil miydi?”
“Acımak,kuvvetli bir karakteri uçurumlara sürükleyebilir.”
“İnsanı değiştirebilir misiniz?Hiç inanmam.”
“Bir büyük şehrin kalabalığı içinde hiç kimseyi tanımayan,hiç kimsenin tanımadığı bir yabancının üzüntülü bir hayaletten farkı ne?Meğer asıl sürgün bu imiş!”
“Ne tuhaf,insanlar ne yaşta ve ne şeriatte olursa olsun içlerinde daima bir çocuk saffeti saklıyor.”
“Her gün vatan,millet diye hant hant ötersiniz,vatan,millet yolundaki fedakarlığınızı,feragatinizi ne vakit göstereceksiniz?”
doktor hikmet,paris’in “cafe”lerinde abdülhamit’in hastalığı ve iktidarını kaybetmek üzere olduğuyla ilgili dedikodularla yetinecektir.
bütün manâsıyla bir sürgün şartları içinde mi yaşıyordum? haydi canım! hep laf! paris’i görmek hevesi; gezmek,eğlenmek arzusu,bir takım maceralara atılmak iştiyakları
Paris’te bunca olup bitenden sonra, “Şimdiye kadar, kendi keyfimden,kendi fantaziyelerimden, kendi zevk ve heveslerimden başka neye tabi oldum. Buraya kaçışımın sebebi nedir? Sanki İzmir’de beni tazyik mi ediyorlardı?
hep bir örnek günlerin müsabı olan hastalara türlü maceralarla şifa vermesini ben bilirim.
kaldığı otelin görevlileri karşısında ve paris’in kalabalık caddelerinde bilgisizliği ve acemiliği sebebiyle zor durumlarla karşılaşan doktor hikmet, yetersiz olan Fransızcasıyla garsondan sütlü kahvesinin yanına bir de çörek isteyemez.
yetişme tarzıyla da Ali Bey’i çağrıştıran Doktor Hikmet, gördüğü bazı kadınları “şiddetle ve ihtirasla arzu ediyor” olduğu halde kadın-erkek ilişkilerinde de acemidir.
doktor hikmet’in, arkadaşının ısrarıyla gittiği montmartre’da, daha önce tanıştığı bir kız için arkadaşının; “kendine gel bu bir kaldırım orospusu” diyerek uyarmasına rağmen “peşinde ne korkunç maceralara doğru sürüklenip gideceği” kızla ilişkisindeki acemilik, ali bey’in mahpeyker karşısındaki zavallılığını andırır.
doktor hikmet kendi kendine: Ben halâ aynı küçük ve pısırık çocuğum diyordu. Aynı acz, aynı çaresizlik içinde çırpınıp duruyorum. Bu yirmi iki yıllık ömrün tecrübeleri neye yaradı?
o anda çocukluğuyla yetişkinliğini karşılaştıran doktor hikmet, pek fazla değişmediğini anlar.
annesinin yanında,hizmetliler tarafından “el bebek gül bebek” yetiştirilerek büyüyen doktor hikmet,paris’te tanıştırıldığı profesör Foissard’ın evinden ayrıldığında gideceği yeri bulamayacak kadar acemidir.
istanbul’un, kibar ve devlet düşkünü bir ailesi içinde çocuklarına lüzumundan fazla şefkatli bir ana baba elinde, bin türlü naz ve nevazişle” büyütülen doktor hikmet, “27 yaşına rağmen hayatın hemen her sahasında acemi kalmış bir adamdır.
İnsana kitaptan iyi arkadaş olur mu?
Ben, haddi zatında egoistin biriyim. Fakat birine karşı kalbimde bir sempati, bir meyil hissettim mi, dünyanın en fedakâr insanı olurum.
Günün birinde burada ölecek olursam sebebini ne açlıkta ne susuzlukta ne de hastalıkta arayınız! Emin olunuz ki yalnız samimiyetsizlikten gebereceğim..
Her şeyden bıkıyorum. Her şeyden tiksiniyorum. Artık dünyada, yüksek ve ulvî hiçbir şeye inanamıyorum.
İnsan niçin, kendini hayatın tabi kanunlarına terkedip yaşamaktan kaçıyor?
Kelimeler nasıl doğuyor. Nasıl yaşıyor, nasıl bir yerden bir yere gidiyor..
Acımak; kuvvetli bir karakteri uçurumlara sürükleyebilir.
İnsan bana tarihin her devresinde nefrete değer görünmüştür.
Kabahat insan denilen mahlûktadır,planda ve sistemde değil İnsanı değiştirebilir misiniz ? Hiç inanmam.Bu olmayacak iştir.İnsan bana tarihin her devresinde nefrete değer görünmüştür..”
İnsan sever, niçin ve nasıl sevdiğini bilmeyerek.Zaten insan bunu bilmeğe,kendi için apaydın görmeğe ve hele,sizin gibi aşkın felsefesini yapmaya başladığı anda artık sevmiyordur.onun için seven adam daima mantiksizdir.
Dr.Hikmet’in bu kadar dikkatle baktığı noktada garsonun yeniden getirmek için, demincek kaldırıp götürdüğü kalın bira kadehinden kalma bir incecik su çemberinden ve bunun içinde dönen bir küçücük karıncadan başka bir şey görünmüyordu
“Ne tuhaf, insanlar, ne yaşta ve ne şeriatte olursa olsun, içlerinde daima bir çocuk saffeti saklıyorlar.”
“Aynı yolun yolcuları ve aynı gayenin fedaileriyiz.”
Deniz,karanlıkta görülmez, fakat size aydınlıkta olduğunuzdan daha yakındır.
Lakin, doktor, tek başıma sıkıntıdan çatlarım dedi.
Okursunuz, okursunuz, dostum. İnsana kitaptan iyi arkadaş olur mu?
Okursunuz, okursunuz, dostum. İnsana kitaptan iyi arkadaş olur mu?
Lakin, doktor, tek başıma sıkıntıdan çatlarım dedi.
Okursunuz, okursunuz, dostum. İnsana kitaptan iyi arkadaş olur mu?
Okursunuz, okursunuz, dostum. İnsana kitaptan iyi arkadaş olur mu?
Biraz sonra Tour Eiffel’ in asansörü kayarak, onun örselenmiş vücudunun bu sonsuz taş ortamına indirecekti. Orada, yeniden, meçhul bir elin satranç tahtası üstünde oynattığı bir paytak gibi kendi iradesi haricinde birtakım hareketler yapmıya mahkûm olacaktır. Niçin yürüdüğünü ve nereye gittiğini bilmeden birtakım meçhul yollarda şaşkın şaşkın dolaşacaktır. Yorulmadan oturacak, acıkmadan yiyecek, susamadan içecek; görmeden bakacak ve işitmeden dinleyecektir. Bir büyük şehrin kalabalığı içinde hiç kimseyi tanımayan, hiç kimsenin tanımadığı bir yabancının mağmum [gamlı, üzüntülü] bir hayaletten farkı ne! Doktor Hikmet, kendi kendine: “Meğer asıl sürgün bu imiş!” diyordu.
Milyonlarca kişilik bir insan yığını içinde, kim olduğu, nereden geldiği, nereye gideceği, ne yaptığı, ne yapacağı hiç bilinmeyen; daha doğrusu, hiç kimsenin vazifesinde olmayan yalnız ve garip bir adam Ne adı o diyarın kütüğünde yazılı, ne bir mahallede kaydı var? Ne bulunduğu cemiyete karşı bir vazife ve mesuliyet taşır, avare bir mahlûk. Sokakta yanından gelip geçenler ona başlarını çevirip bakmazlar bile. Bakanlar da istihfaf veya istiğrabla [küçük görerek ya da garipseyerek] bakarlar. Günlerce ne bir ahbabın selamını alır, nedir ahbaba selam verir. Derdi olduğu vakit kendi kendine konuşmaya mecburdur. Ve her sabah, gözlerini açınca, o günü nasıl geçireceğini endişe ile düşünür Bütün manasiyla hürdür. Fakat bu hürriyeti nasıl istimal edeceğinde [kullanacağında] mütehayyirdir [şaşmış, şaşırmış]. Kapalı hazinelerinin içinde altınlarını kemire kemire ölen masaldaki zengin gibi esaretten daha sert bu beyhude hürriyeti bir pıranganın demirleri gibi sürüklemektedir. Esaret Lâkin bir esir bir kimsedir, bir şahsiyettir. Bir esirin hüviyeti bir hapishanenin defterinde yazılıdır. Hücresinin önünde gece gündüz bir gardiyan bekler, ona sabah akşam kendi dili ve kendi ismiyle hitap eder. Halbuki aşağı yukarı bir aydan beri oturduğu evde gerek odası temizleyen hizmetçi, gerek kapısını açan kapıcı Doktor Hikmet’i, ya yalnız “Mösyö” yahut da “Mösyö İkme” diye çağırmaktadır. Bu da kimdir? Genç adam kapıcı kadın ona her böyle hitap edişte yalnız yabancılığın acısını iki kat duymakla kalmıyor, kendisini iğreti bir isimle dolaşan bir serseri sanıyor. Öyle bir serserinin korkak ve endişeli kalıbı içine giriyor. Büsbütün bir gölge-adam oluyor.
Milyonlarca kişilik bir insan yığını içinde, kim olduğu, nereden geldiği, nereye gideceği, ne yaptığı, ne yapacağı hiç bilinmeyen; daha doğrusu, hiç kimsenin vazifesinde olmayan yalnız ve garip bir adam Ne adı o diyarın kütüğünde yazılı, ne bir mahallede kaydı var? Ne bulunduğu cemiyete karşı bir vazife ve mesuliyet taşır, avare bir mahlûk. Sokakta yanından gelip geçenler ona başlarını çevirip bakmazlar bile. Bakanlar da istihfaf veya istiğrabla [küçük görerek ya da garipseyerek] bakarlar. Günlerce ne bir ahbabın selamını alır, nedir ahbaba selam verir. Derdi olduğu vakit kendi kendine konuşmaya mecburdur. Ve her sabah, gözlerini açınca, o günü nasıl geçireceğini endişe ile düşünür Bütün manasiyla hürdür. Fakat bu hürriyeti nasıl istimal edeceğinde [kullanacağında] mütehayyirdir [şaşmış, şaşırmış]. Kapalı hazinelerinin içinde altınlarını kemire kemire ölen masaldaki zengin gibi esaretten daha sert bu beyhude hürriyeti bir pıranganın demirleri gibi sürüklemektedir. Esaret Lâkin bir esir bir kimsedir, bir şahsiyettir. Bir esirin hüviyeti bir hapishanenin defterinde yazılıdır. Hücresinin önünde gece gündüz bir gardiyan bekler, ona sabah akşam kendi dili ve kendi ismiyle hitap eder. Halbuki aşağı yukarı bir aydan beri oturduğu evde gerek odası temizleyen hizmetçi, gerek kapısını açan kapıcı Doktor Hikmet’i, ya yalnız “Mösyö” yahut da “Mösyö İkme” diye çağırmaktadır. Bu da kimdir? Genç adam kapıcı kadın ona her böyle hitap edişte yalnız yabancılığın acısını iki kat duymakla kalmıyor, kendisini iğreti bir isimle dolaşan bir serseri sanıyor. Öyle bir serserinin korkak ve endişeli kalıbı içine giriyor. Büsbütün bir gölge-adam oluyor.
Bence binanın hiçbir kabahati yok. Bence kabahat içinde oturanlarındır. Kabahat, insan denilen mahluktadır, planda ve sistemde değil
İhtiyar Comtesse’lerin, Bois’da serçe kuşlarına pamuk gibi elleriyle nasıl yem verdiklerini görmediniz mi? Lakin, ne yazık ki, bu yufka yürekli hanımnineler, ücra amele mahallelerinde sürünen çıplak ayaklı çocuklara bir dilim ekmek vermeyi düşünmezler.
On üçüncü asırda bir derebeyi, yirminci asırda bir banka müdürünün veya herhangi bir fabrika sahibinin yanında masum bir köylüdür.
A, dostumuz gerçekten bir Türk müdür; Mösyö? Lakin, bu kabil değil. Amma da yaptınız ha! Buna hiç imkan verilemez, doğrusu. Baksanıza, bizden hiçbir farkı yok
Onlar böyle dedikçe Ragıp Bey sırıtarak:
Ne sandınızdı ya; tabii, biz hep böyleyiz diyordu.
Onlar böyle dedikçe Ragıp Bey sırıtarak:
Ne sandınızdı ya; tabii, biz hep böyleyiz diyordu.
-Bilmezsiniz, ne kadar içim sıkılıyor Ragıp Bey
– İçin mi sıkılıyor? Amma yaptın ha Bari, kimseye söyleme, birader Paris’te insanın içi mi sıkılırmış? Ben en bunalmış zamanında bile olsa Rue de La Paix’den Opera meydanına, Opera meydanı’ndan Boulevard des Italiens’e doğru bir inip çıktım mı, yüreğimde ne gamdan, ne kasvetten eser kalır. Adeta, yirmi yaş daha gençleşirim.
– İçin mi sıkılıyor? Amma yaptın ha Bari, kimseye söyleme, birader Paris’te insanın içi mi sıkılırmış? Ben en bunalmış zamanında bile olsa Rue de La Paix’den Opera meydanına, Opera meydanı’ndan Boulevard des Italiens’e doğru bir inip çıktım mı, yüreğimde ne gamdan, ne kasvetten eser kalır. Adeta, yirmi yaş daha gençleşirim.
Doktor Hikmet, şimdi, kendi kendine: Hey koca sersem! diyordu. Kız, sana elinden gelen bütün avansları yaptı. Fakat, sen bunların hiçbirinden istifade etmesini bilmedin. Elini verdi. Onu, hiç değilse avucunun içinde hafifçe sıkacaktın. Kahkahayla güldü. Sen de bu kahkahaya bir kahkahayla cevap verecektin. Ve; ve bahusus sana: ‘Hafızanız, ne kadar zayıf Benim adım neydi, bari hatırlıyor musunuz?’ dediği vakit hemen gülümseyerek mukabele edecektin: ‘Her şeyi unutabilirim; fakat, sizin adınızı, asla ‘
Yoo, itiraz etmeyiniz: metroyla seyahat o kadar basit bir şey değildir. Çok tetik hareket etmek, süratle binip atlamak lazım gelir. Bu, bütün bir cambazlıktır, aziz Mösyö; bütün bir cambazlık
– Aman ne kaba, ne biçimsiz şey diye mırıldandı.
– Kaba mı? Biçimsiz mi? Amma da yaptın ha! Yahu dünyada bunun bir misli daha yok. Her gören ecnebinin parmağı ağzında kalır. 1900 sergisinde, Amerikalılar bunun etrafında adeta cezbeye tutulmuş dervişler gibiydiler. Hele gece olup da baştan başa elektriklerle donandı mı, hey Allah’ım, hey, akla hayale sığmaz
– Kaba mı? Biçimsiz mi? Amma da yaptın ha! Yahu dünyada bunun bir misli daha yok. Her gören ecnebinin parmağı ağzında kalır. 1900 sergisinde, Amerikalılar bunun etrafında adeta cezbeye tutulmuş dervişler gibiydiler. Hele gece olup da baştan başa elektriklerle donandı mı, hey Allah’ım, hey, akla hayale sığmaz
– Kapıdan çıkarken pezevengi bir temiz kalaylamak isterdim ama, haydi neyse, şeytana uymayayım dedim.
– Aman Ragıp Bey, kalaylayacağınız yerde, herifin eline bir frank da bahşiş verdiniz.
– Bahşiş mi verdim? Vallahi farkında değilim. Ne yaparsın, itiyat, itiyat be birader Bu kırılası el hep vermeye alışmış. Biz Türkler yok mu, adam olmayız vesselam.
Ragıp Bey, Birkaç saniye durdu, düşündü:
– Lakin bilir misin, monşer. Şu bahşişi girerken verseydim, başımıza gelenlerin hiçbiri olmayacaktı.
– Aman Ragıp Bey, kalaylayacağınız yerde, herifin eline bir frank da bahşiş verdiniz.
– Bahşiş mi verdim? Vallahi farkında değilim. Ne yaparsın, itiyat, itiyat be birader Bu kırılası el hep vermeye alışmış. Biz Türkler yok mu, adam olmayız vesselam.
Ragıp Bey, Birkaç saniye durdu, düşündü:
– Lakin bilir misin, monşer. Şu bahşişi girerken verseydim, başımıza gelenlerin hiçbiri olmayacaktı.
Ragıp Bey, hayretle Doktor Hikmet’in yüzüne baktı, baktı.
Yahu, sen enikonu hekimmişsin be; bravo! dedi.
Mahsus saklamıştım. Halbuki Prenses X’ e bakan buranın meşhur profesörlerinden birine iki ay evvel kendimi muayene ettirmiştim. O da bana aynı şeyi söylemişti.
Yahu, sen enikonu hekimmişsin be; bravo! dedi.
Mahsus saklamıştım. Halbuki Prenses X’ e bakan buranın meşhur profesörlerinden birine iki ay evvel kendimi muayene ettirmiştim. O da bana aynı şeyi söylemişti.
Kendisini dünyanın en gülünç, en acayip adamı zannediyordu. Daha doğrusu kendisinin herkese böyle göründüğünü ve herkesin bıyık altından onun haline gülmekte olduğunu sanıyordu. Milliyetini ise, adeta bir ayıp gibi taşıyordu. Ona Sen nerelisin? diye sorulduğu vakit şaşırıp kalıyor, bir müddet kekeliyor, sonra akla gelmeyen bir memleketin adını söylüyordu. Şivesinden hakikati anlayacaklar diye bütün gün ağzı kilitli dolaşmak lüzumunu hissediyordu.
Görüyor musun, reisicumhuru nasıl berbat ediyor? Hürriyet İşte buna derler, diyordu. Ve arada bir içini çekiyor:
Bizim bu hürriyete vasıl olabilmemiz için daha bir asır lazım ne dersin, ha diye fısıldıyordu.
Bizim bu hürriyete vasıl olabilmemiz için daha bir asır lazım ne dersin, ha diye fısıldıyordu.
Elimdeki gazete ve mecmualardan da belli ki ben entelektüel bir adamım ve memleketimden kaçtımsa bir hırsızlık veya bir cinayet işleyerek değil, bir politika mücrimi olarak, kahramanca, kaçmışımdır
İnsan sever, niçin ve nasıl sevdiğini bilmeyerek. Zaten insan bunu bilmeğe, kendi içini apaydın görmeğe ve hele sizin gibi aşkın felsefesini yapmaya başladığı anda sevmiyor demektir. Onun için seven adam daima mantıksızdır , daima muammalıdır.
“Bu gece, gene gözümü uyku tutmazsa okurum”.
Les Desenchantees
Les Desenchantees