İçeriğe geç

Bir Maskenin İtirafları Kitap Alıntıları – Yukio Mişima

Yukio Mişima kitaplarından Bir Maskenin İtirafları kitap alıntıları sizlerle…

Bir Maskenin İtirafları Kitap Alıntıları

Belki de tecessüs bir insanın sahip olabileceği en ahlakdışı tutkudur.
Evde başka bir sebepten ötürü öfkeye kapılıp hukuk kitabını odamın duvarına fırlattım.
ve hep bir danstı sonsuz
İkimiz de, belki hemen biraz sonra içimizden birinin söyleyeceği şeyden korkup, zorlama bir neşe gösteriyorduk. Ardı ardına neşeli fıkralar anlatıyorduk birbirimize.
Bir yıl geçti ve biz fark ettik. Nitekim artık bir çocuk bahçesinin değil, ancak yarıya kadar açılan kapılarının derhal onarılması gereken ve yetişkinler için yapılmış bir binanın sakinleri olduğumuzu anladık.
Utangaçlık bencilliğinin bir şekli, insanın tutkusunun gücüne karşı koyabilmesinin çaresidir.
Kaderin beni yapmaya zorladığı şeyi çoktandır irademin ve zekamın bir zaferi olarak görmüştüm, şimdi bu alışkanlık deliliğe varan bir azamete dönüşmüştü. Zekam olarak adlandırdığım şeyde, meşru olmayan bir unsur tesadüfen tahta kurulmuş hafiften büyüklük manisi içinde bir riyakar vardı. Haksız iktisaba yeltenmiş bu beceriksiz, günün birinde o budala despotluğunun öç alacağını kestiremiyordu.
Mutluluğu hiç tanımayanın, onu tepmeye hakkı yoktur.
Yarı zeki olmak Yapabildiğim en budalaca şey buydu.
Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir.
Bu arada kiraz ağaçları çiçek açmaya başlamıştı, ama kimsenin onları seyretmeye vakti yoktu sanki.
Kendimi çözümleme gücüm, tıpkı bükülmüş, sonra da uçlarından birleştirilmiş kağıt şeritlerinden yapılmış halkalar gibi, tanımlanması zor bir biçimde kurgulanmıştı. İçsel görünen dışsal, dışsal görünen de içseldi.
Neden her şeyi bozmaya, her şeyi değiştirmeye, her şeyi geçiciliğe havale etmeye vazifelendirilmişiz böyle? Bu zevksiz görev, bütün dünyanın hayat diye tanımladığı şey miydi? Yoksa bir tek bana mı zevksiz bir görev gibi geliyordu?
Yüzlerinde, olağanüstü bir drama tanıklığın yol açtığı tükenişin izlerini görüyordum. Birdenbire içimden bir güven dalgası akarak geçti, bir saniye süreyle de olsa, insanlığın temel ilkelerine duyduğum bütün kuşkuların yok olup gittiğini duydum. Göğsüm bastırılmış bir haykırış yüzünden patlayacak gibiydi. Kendimi biraz daha iyi anlayabilsem ya da biraz daha bilge olabilsem, o zaman gerekliliğini duyduğum şeyleri daha iyi inceleyebilir, sonunda da kendi kişiliğimin gerçek anlamını kavramış olurdum.
İçimde bir şeyin yandığını duydum. Yanından geçtiğimiz sefalet, beni kuvvetlendirip sağlamlaştırmıştı. Bir başkaldırmanın doğurduğu öfke duygusuna benzer bir duyguydu içimdeki; bu bahtsızlar bütün insanca şeylerin toptan yok edilmesine tanık olmuşlardı, gözlerinin önünde bütün insanca ilişkilerin, sevgi, nefret, mantık ve mülkiyetin alevler içinde yok olduğunu görmüşlerdi. Ve bu sefer savaşmak zorunda kaldıkları şey alevler değil, insanların kendisi, sevgi, nefret, mantık ve mülkiyetti.
Bakan bile olmadı bize. Bakışlarına bile layık değildik sanki, bu insanlar için yok gibiydik. Onlarla aynı bahtsızlığa uğramamış olduğumuz için yaşamıyorduk; onlar için gölgeden ibarettik.
Hayal gücümüz yorgun, umursamaz bir ruha kurban gitmişti.
Sırrımı çözmüştü muhakkak; ona bağlandığımı, bu dünyada ondan başkasına bağlı olmadığımı.
O günden sonra bu benim tipik hayal görüşüm oldu: Kuvvetle özlemini duyup hayal gücümle aşırı bir şekilde güzelleştirdiğimseylerle her karşılaşmamda elimden başka bir şey gelmediğinden kaçıp gitmeyi alışkanlık edindim.
O sırada anladığım ya da anlamış olduğumu sandığım şey neydi? Yıllar sonrasının motifi, günahın ilk görüntüsü olarak pişmanlık burada ilk izlerini mi bırakmıştı? Yoksa o an bana yalnızlığımın aşkın gözlerine ne kadar garip görüneceğinin dersini mi veriyor, aynı zamanda da bana, aşkı karşılamada ne kadar yetersiz olduğumu mu anlatıyordu?
Benimle bir ilişkisi bulunmadan olagelen, hayal gücümü harekete geçirmekle kalmayıp dahil edilmediğim yerlerde vuku bulan varoluşlar ve olaylar, dahil olan insanlarla beraber trajik şeyler tanımlamamı meydana getiriyordu. Sonsuza dek dışlanmış olmanın kederi düşlerimde hep bu insanlara ve hayatlarına duyduğum kedere dönüşüyordu, kederimle varoluşlarına katılmaya çabalıyordum sadece.
Bu böyle olduğuna göre, sözde trajik şeyler in gelecekte daha da büyüyecek bir kederin ve dışlanmanın getireceği yalnızlığın önsezileri olduğunun farkındaydım.
İşine karşı içimde büyük acılara, insanın kalbini titretecek acılara duyulan özlem gibi şeyler hissetmiştim. Onun uğraştığı iş bana, kelimenin tam anlamıylatrajik denen bir şeyi sezdirmişti. Adamın işi içimde net bir feragat, net bir umursamazlık, net bir tehlikeyle içli dışlılık duygusu ile hiçlikle yaşama kudretinin olağandışı karışımına benzer bir duygu uyandırmıştı.
Kronik baş ağrıları sinirlerini durmadan kemiriyor, aynı zamanda da boş yere zekasını keskinleştiriyordu.
Yüreği yüce, zekâsı yüksek bir insanın bile söze Meryem Ana idealiyle başlayıp Sodom idealiyle sözünü bitirmesine katlanamıyorum.
İşte böylece on iki yaşındayken altmış yaşında sadık bir sevgilim oldu.
Artık yaşamak gerektiğinin baskısını duydum içimde. Yaşanacak hayatımı yaşamalıydım.
“Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir…”
Bir kadın için kudret ölçüsü, aşığını cezalandırırken ona verdiği acının büyüklüğüdür
;çünkü bu dünyadaki bütün düşüşler, alçalışlar arasında en tiksindirici olan saflığın düşüşü, alçalışıdır.
tatlı bir öpüşün ortasında bile, acının gölgesinin geçip gittiği alnında, önceden tadılmış ölüm acısının izini bırakmış olması gerekirmiş gibi geliyordu.
Sevilen biri olmanın mutluluğu içimde büyük bir heyecan yaratıyordu. Ama belki de bilmeyerek daha büyük bir mutsuzluğu özlemekteydim.
Mutluluğu hiç tanımayanın, onu tepmeye hakkı yoktur.
Gerçek acı yavaş yavaş duyulan bir şeydir, yavaş yavaş gelir. Tıpkı verem hastalığındaki gibidir bu; hastanın belirtilerinin fark edilmesi için hastalığın kritik bir evreye girmesi gerekir.
Kendim için ne canlı ne de ölüydüm.
O günden sonra bu benim tipik hayat görüşüm oldu: Kuvvetle özlemini duyup hayal gücümle aşırı bir şekilde güzelleştirdiğim şeylerle her karşılaşmamda elimden başka bir şey gelmeyeceğinden kaçıp gitmeyi alışkanlık edindim.
Bu kadar kırılmışken aynada nasıl bir bütün halinde görünebiliyorum ?
Bu aynalar yaşamdan vazgeçmememiz için Tanrı’nın bir oyuncağı olmalı ?
Çünkü her şeyimi ona vermişken nasıl olur da hâlâ ben olarak yansıyorum.
Her insan benim gibidir. Yanılgımın ilk basamaklarından biri
Hayat bir sahnedir, denir. Görünüşe bakılırsa çoğu insan bu düşünceye takılıp kalmaz, en azından benim gibi erken bir yaşta.
Hayat bir sahnedir, denir. Görünüşe bakılırsa çoğu insan bu düşünceye takılıp kalmaz, en azından benim gibi erken bir yaşta. Çocukluğumun sonuna doğru, bunun böyle olduğuna ve kendi gerçek benliğimi hiç göstermeksizin sahnedeki rolümü oynamam gerektiğine kuvvetli inanmıştım. Belki de yanılıyorum diye aklımın bir köşesinde hafiften kuşku duysam da, had safhada nahif bir tecrübe yoksunluğunun eşlik ettiği bu inanca sahip olduğumdan beri, bütün insanların bu yollu yaşadığından emindim. Oyun sona erse bile perde iner ve seyirciler oyuncu hiçbir zaman makyajsız görmezler diye de iyimser bir inanç içindeydim. Genç öleceğime dair içimdeki kanaat, bu inancı meydana getiren parçalardan biriydi. Zamanla bu iyimserlik yahut daha iyi söylemek gerekirse, uyanıkken görülen bu düş, gaddarca bozulacaktı.
“ bir kadın için kudret ölçüsü, aşıkını cezalandırmak üzere ona verdiği acının büyüklüğüdür ”
Sevdanın, şu iki şey: aramak ve aranmak demek olduğunu henüz bilmezken başka ne yapabilirdim ki.. Benim için sevda, çözemediğim sayısız ve küçük bulmacaydı. Hayranlıkla ilgili eğilimin kendince bir karşılık isteyeceğini bile gözümün önüne getiremiyordum.
“Aşırı bilge bir kadın çekici değildir; tıpkı aşırı gururlu bir kadın gibi.”
“ Mutluluğu hiç tanımayanın onu tepmeye hakkı yoktur.”
“Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir.”
“Belki de en ufak bir sevinci bile eninde sonunda pahalı ödeyeceğimiz büyük bir lütüf olarak görmeye alıştık.”
“Sonrasında bize, üzerindeki hakkımızı yavaş yavaş kaybettiğimiz yolculuğun kendinden başka bir şey kalmaz ”
“Sanki kuvvetli bir tutkuyu andıran hırsımı böylesine ateşleyen şey, bilinçsiz bir inançla bilinçsiz bir umutsuzluğun birleşimiydi.”
“Hayat bir sahnedir.”
“Artık yaşamak gerektiğinin baskısını duydum içimde. Yaşanacak hayatımı yaşamalıydım.”
“Aşk gibi çok taraflı bir ilişkide, başkasından istenen şeyin eşini ona vermek gerekir.”
Kendi kendini aldatma benim sığındığım son duraktı; çünkü ciddi bir şekilde yaralanan kimse, hayatını kurtaracak sargı bezi temiz midir, diye sormaz.
Hayat bir sahnedir, denir.Görünüşe bakılırsa çoğu insan bu düşünceye takılıp kalmaz, en azından benim gibi erken bir yaşta. Çocukluğumun sonuna doğru, bunun böyle olduğuna ve kendi gerçek benliğimi hiç göstermeksizin sahnedeki rolümü oynamam gerektiğine kuvvetle inanmıştım. Belki de yanılıyorum diye aklımın bir köşesinden hafiften kuşku duysam da had safhada nahif bir tecrübe yoksunluğunun eşlik ettiği bu inanca sahip olduğumdan beri, bütün insanların bu yollu yaşadığından emindim. Oyun sona erse bile perde iner ve seyirciler oyuncuyu hiçbir zaman makyajsız görmezler diye de iyimser bir inanç içindeydim. Genç öleceğime dair içimdeki kanaat, bu inancı meydana getiren parçalardan biriydi. Zamanla bu iyimserlik yahut daha iyi söylemek gerekirse, uyanıkken görülen bu düş, gaddarca bozulacaktı.
Suyun büyük bir miktarda birdenbire buhar olduğu tuzlu bir göldü sanki hayat; geriye yoğun bir tuz tabakası kalmış da şimdi vücutlarımız bu yüzey üzerinde güçlük çekilmeden sürükleniyordu.
Çünkü ciddi bir şekilde yaralanan kimse, hayatını kurtaracak sargı bezi temiz midir, diye sormaz.
Şu bir parçacık mutluluğu bile hak edemiyoruz, diye düşünüyordum. Belki de en ufak bir sevinci bile eninde sonunda pahalı ödeyeceğimiz bir lütuf olarak görmeye alıştık.
Hala her doğan günün ne getireceği belirsiz mavi gökyüzüne içim umutla dolu bakıyordum.
O günden sonra bu benim tipik hayat görüşüm oldu: kuvvetle özlemini duyup hayal gücümle aşırı bir şekilde güzelleştirdiğim şeylerle her karşılaşmamda elimden başka bir şey gelmeyeceğinden kaçıp gitmeyi alışkanlık edindim.
kuvvetle özlemini duyup hayal gücümle aşırı bir şekilde güzelleştirdiğim şeylerle her karşılaşmamda elimden başka bir şey gelmediğinden kaçıp gitmeyi alışkanlık edindim.
“Çevremdeki insanların bende yapmacık davranış diye izledikleri şeyin aslında sadece gerçek yaradılışımı savunmak için girişilen kramplı zorlamalar olduğunu, gerçek benliğim diye gördükleri şeyin ise salında maskeli balodan başka bir şey olmadığını, ilk defa o sıralarda belli belirsiz kavramaya başlamıştım”
Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir.
Romantik kişilik, entelektüalizmden kaynaklanan güvensizliğinin etkisindedir, bu da çoğu kez hayal kurma denilen ahlaksız tutuma yol açar. Sanılanın aksine, hayal kurma entelektüel bir süreç değil, entelektüalizmden kaçış biçimidir.
“Neden her şeyi bozmak, her şeyi değiştirmek, devamlı olarak hiçbir şeye sahip olamamak göreviyle yükümlüydük böyle?”
“Bu dünyada insanın içine işlemiş bir sancıyı andıran bir özlem bulunduğu önsezisine sahip oldum.”
Bundan önce kalbim, şimdiye kadar içinde bulunduğum maskeli baloyla ilgisi olmayan böylesine derin ve anlatılmaz bir acıyla burkulmamıştı.
Omi’ye benzemek isteğinin gerçekte ona aşık olmak anlamına geldiğini anladım.
Savaş içimizde garip bir duygusallık yaratmıştı. Bu ,hepimizde, yirmi yaşına basmadan hayatımızın son bulacağı kanısını kuvvetlendiriyordu. Bize kalan bu birkaç yıldan sonra, başka bir hayatımızın var olabileceğini aklımıza bile getirmiyorduk.
Ve bu sefer savaşmak zorunda kaldıkları şey alevler değil, insanların kendisi, sevgi, nefret, mantık ve mülkiyetti.
Hayal gücümüz yorgun, umursamaz bir ruha kurban gitmişti.
“Vurulmuş yatıyor güzel şövalye,
Sazlar ve kamışlar içinde ”
Sonsuza dek dışlanmış olmanın kederi düşlerimde hep bu insanlara ve hayatlarına duyduğum kedere dönüşüyordu, kederimle varoluşlarına katılmaya çabalıyordum sadece.
Bu dünyada şiddetli bir acıyı andıran bir tür arzunun bulunduğu önsezisine sahiptim.
Kendini acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir…
Kendi kendini aldatma benim sığındığım son duraktı; çünkü ciddi bir şekilde yaralanan kimse, hayatını kurtaracak sargı bezi temiz midir, diye sormaz.
Sonoko bir uçurumdu da ben üzerine eğiliyordum sanki

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir