Aslı Erdoğan kitaplarından Bir Kez Daha kitap alıntıları sizlerle…
Bir Kez Daha Kitap Alıntıları
Üç tane nokta art arda kondu mu, bir boşluğa işaret eder ve bence noktalama işaretlerinin en anlamlısıdır.
Duygusallığın bir tür kıroluk gibi görüldüğünü bilirdim, gene de günbatımları gözlerimi yaşatırdı. Beatles şarkıları, romanlar, havaalanlarındaki “son çağrı anonsları
Tanrılar da, şairler de hep yalan söylermiş.
Bazı şeyler kendilerinden başka bir şeyle anlatılamazlar.
Pazar günleri çarçur edilmek içindir, çünkü ancak böyle aslında diğer günlerimizi çarçur ettiğimizi unutabiliriz.
Başınıza geldi mi bilmiyorum, yüzlerce kez duyduğunuz bir söz, günün birinde sizi en zayıf yerinizden vuruverir.
Eski ben olsaydım Yazın bunları derim ama artık bu cümlenin sorumluluğunu üstlenemiyorum.
Sen geçmişten sorumlu değilsin, ben de değilim. Ama geçmiş, biz ona bakmasak bile, hep bu anın içinde.
Zaman merhametlidir inanın. İnsanlardan daha merhametli.
Ama nedir ki insan aynadan ve yankıdan başka?
Şimdi, çıplak taşa kazınmış bir imgeyim yalnızca. Yani günün doğar doğmaz geçmişe yolladığı, günışığında katılaşan çamuru gecenin… Başına buyruk bir nota, bütün ezgilere dahil olabilecekken, hiçbirine, kendinden başka hiçbir yere ait olamayan…
Üstelik hiç kimsenin ya da hiçbir şeyin kendisiyle bir ve aynı olmadığı bir dünya bu, tam tamına böyle söylemişlerdi bana, ne gereği vardı ki böyle bir dünyaya inanmanın?
Ve ben… ben de dünya kadar boşum.
Yazmak, bir sığınak, bir liman, bir barınak, bir tanıklıktı. Kemiklerimi un ufak etmek için fırsat kollayan dünyaya karşı elimdeki son mevzi, kendisinden nefret etmem için elinden geleni yapan hayatı sevmek için son bir çaba.
Bu dünya sana bütünüyle yabancı.
Belki de, bütün kimliklerin, hatta varoluşun kendisinin bile bir konukluk olduğunu kabullenememektir bunca acının nedeni.
Dünya düzenine saygıda kusur etmenin bedeli ağırdır kadınlar için.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bu karanlık topraklarda, her hayat hikâyesi dönüp dolaşıp aynı yere, iki büklüm durduğumuz dar hücreye mi gelmek zorunda?
Bu masalarda, erkeklerin kadınlara gösterdikleri davranışlar ahlaki açıdan değerlendirilmezdi asla. Çünkü onların değerini, iktidarla, devletle, kurumlarla, birbirleriyle ilişkileri, etkinlikleri, yapıları vb. belirlerdi. Kadınlarsa, kim olurlarsa olsunlar, öncelikle erkeklerle olan ilişkileri ile gündeme gelir, kıyasıya yargılanırlardı.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Belki de anahtar sözcük zorbalık. Kılıktan kılığa giren, her yüze kolayca yapışan, herkese kendi dilini, kendi yöntemlerini bulaştıran zorbalık. Ve zorbalığın bulunduğu her yerde ayrıkotu gibi filizlenen, yalnızca kendi yaşama arzusuyla beslenen, boy atan başkaldırı, direniş, umut…
“Hayat bir kitaptır. Okuyabilene…”
Gece uzun, onu iyi tanıyanlar için daha uzun, mahkûmlar, hastalar, zenciler, körler için daha da uzun, hata kaldırmıyor.
“Modern kadın“ erkeklerle rekabet içinde ama erkekler onu rakipten saymıyor.
Dünyayla savaşa kalkışacaksan, onun tarafını tutmalısın, kendini değil.
Dünyayla savaşa kalkışacaksan, onun tarafını tutmalısın, kendini değil.
İlkbahar, yalnızca geçmişin düş kırıklıklarını çağrıştırır; insan yüzleriyse hepten yalandır. Bilirsiniz, kendini üzerinde çoktandır hiçbir bitkinin yetişmediği bir toprak gibi hissetmeyi…
O zamanlar masumdum, çünkü canım acıyor ama bir suçlu aramıyordum.
Belki de bütün kimliklerin, hatta varoluşun kendisinin bile bir konukluk olduğunu kabullenememektir bunca acının nedeni.
Dünyadaki bürün noktalar birbirine eşit uzaklıktadır, bütün insanlar da.. Öyleyse ayrılık diye bir şey yoktur, aşk diye de bir şey yoktur.
Belki de ipucu ev ya da evsizlik kavramında. İnsan kendini evinden uzaklarda, yani dünyanın merkezinden sürülmüş, kendi hayat oyununun sahnesinden inmiş hissettiğinde, bir ev yaratmak ve içine yerleşmek ister. Gerekirse kendisinden bir ev yaratmak
İster gerçek, ister düşsel, ister yazınsal olsun, her yolculuğun hedefi bu değil mi? Döndüğünde yaşamaya daha değer bir dünya bulmak, keşfetmek, yaratmak. Dünyayı yaşamaya değer bir yere dönüştürmek
Topu topu otuz bin gün çeken insan ömrünün, benim için daha kaç günbatımı sakladığını merak ediyorum.
Bazen insanın gücü yetmiyor, cümle kurmaya yetmiyor, böyle sözcükler, art arda, yaradan sızan kan damlaları gibi. Kağıdı lekeleyen Ama işte o hayat, ne yapsan anlatılamaz o hayat, geçip gidiyor, rastgele, bir gülüp bir ağlayarak, bir o duvara, bir buna Her şey, bir daha geri gelmemecesine gittikten sonra, işte o zaman.. Neyse.
Kendi iradesi dışında sürüklenen bir kadının trajedisi.. Erkek-egemen kurumların (devlet, yasa, evlilik, aşk- erkeğin sunağına götürdüğü kadını allayıp pullamasını, kutsamasını sağlayan o büyülü aşk ) kuşatması altında çırpınan, çarpındakça batan bir kadının trajedisi.. Her türlü hak arama zeminini kaybetmiş – örgüt üyeliği yüzünden, hangi koşullarda imzaladığı belirsiz itirafçı dilekçesi yüzünden, evliliği yüzünden- bir kadının trajedisi.. Kadınlık durumunun, sadece güce tapan bir dünyada güçsüz olmanın, önemsiz olmanın, kirli pazarlıkların nesnesi olmanın trajedisi
şiddetin dili gene hepimizi yendiği için endişeliyim
Siyah misın, beyaz mı? Karşı mısın, taraf mı? Bizden misin, onlardan mı? Oysa insan gerçeğin tarafında olmak istiyorsa, yalnızca yanıtları değil, kendi sorularını da bulmak zorunda. En azından, soruların nasıl, niçin formüle edildiğini bulmak.
Senin nefesinle birlikte nefes alan, her şeyin içinde olan senin benliğindir. Senin nefesinle birlikte nefes veren, her şeyin içinde olan senin benliğindir. Senin tam bir nefesinden nefesini tamamlayan, her şeyin içinde olan senin benliğindir. O her şeyin içinde olan, senin benliğindir.
Bense hafiflemiş, soyunmuş, oyuncu bir ruhla, bir esinti gibi kendi boşluğumda dolanıp duruyorum. Hiç kıpırdamadan, hiç konuşmadan oturup sessizliği dinleyebiliyorum. İç sesimi değil, iç sessizliğimi En derinden gelen, en derinden etkileyen ses bu belki de. Ne yazık ki, mutluluk gerçek bir gezgin gibi iz bırakmıyor. Usta bir öğretmen, hata yapmayan bir katil gibi.
Insanlar. Sabırlı, neşeli, temkinli, dertli, aceleci, yorgun Gün için gereken yüz ifadelerini daha sabahtan takınmış, çatışmalara, pazarlıklara hazırlar. İnsan hep dünyayı henüz paylaşımı yapılmamış bir arazi sanmak, başkalarının oyunlarında rol kapmak için çabalamak zorunda galiba. Nasıl da enerjiyle oradan orava koşuşturuyorlar, artlarında buruşuk kâğıt mendiller bırakarak..
Pazar günleri çarçur edilmek içindir, çünkü ancak böyle aslında diğer günlerimizi çarçur ettiğimizi unutabiliriz.
Belki de anahtar sözcük zorbalık. Kılıktan kılığa giren, her yüze kolayca yapışan, herkese kendi dilini, kendi yöntemlerini bulaştıran zorbalık. Ve zorbalığın bulunduğu her yerde ayrıkotu gibi filizlenen, yalnızca kendi yaşama arzusuyla beslenen, boy atan başkaldırı, direniş, umut
Bir Kızılderili reisi yakılmak üzeredir. İyilikseverliği, yüce gönüllülüğü dehşetine ağır basan bir papaz yaklaşır yanına. İsa’nın yolunu seçmek için son bir fırsat sunmakta, karşılığında cennet vaat etmektedir. Şef kırık dokük İspanyolcasıyla sorar: Kimler var cennette? Senin gibiler mi? Elbette, der papaz sevecen bir sesle, iyi insanlar . Şef yakıcı dumanın arasından ağır ağır konuşur: O zaman cehenneme gideyim, daha iyi.
Hayat bir kitaptır. Okuyabilene
Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum..
Gerçekle hesaplaşmaktansa, ona alışmak daha kolay. Ne de olsa, yaşama sanatı, yalanlarla yetinme sanatıdır.
Yalnızca uyarmak istiyorum. Dünyayla savaşa kalkışacaksan, onun tarafinı tutmalısın, kendini değil!
Yaydan çıkmış bir ok gibi dalınmıyor gerçeğe, kollara ayrışmayı, parçalanmayı, dağılmayı, her çatlaktan sızmayı göze almak gerek. Vurulmayı göze almadan kimse firar edemez. Ama kim bir mahkumdan daha iyi tanıyabilir ki zamanı?
Oysa belki de gerçek öykün tökezlediğin taşta yazılı. Eğilip bakmalısın ona, bir aynaya bakar gibi. Ancak böyle başlarsın kendi yolculuğuna, dünyanın büyük yollarında. Çorak ve ıssız, yabancı topraklarda, hep başkalarına ait topraklarda
Ölmeye hazır olmadan ölüyoruz, yaşamaya hazır olmadan yaşadığımız gibi.
Çocukluğumda katıksız bir nefret beslerdim pazar gecelerine. Son ana bırakılmış ev ödevleri akşam yemeğinden sonraya sarkar, gıcır gıcır ütülenmiş gömleklerim iskemleye asılırdı. Ağlamaklı ama cesur bir ifadeyle, hani hapse gidiyormuşçasına hazırlardım okul çantamı. Vaatlerinin çoğunu yerine getirmemiş iki kayıp günden sonra, yaşam, bir kez daha, cuma akşamına ertelenirdi.
Vurulmayı göze almadan kimse firar edemez. Ama kim bir mahkumdan daha iyi tanıyabilir ki zamanı?
Gidersin, gidersin ve durursun. İlk kez bir çocuğun gözyaşlarıyla ağlarsın. Seni gözbebeklerinde tutan, hiç bırakmayan bir ülkede
Yalnızca zaman, her şeyi silen, yineleyen, bütünleyen, bir isme dönüştüren Her şeyi taşa, beni her şey e dönüştüren
Gözlerimi kaldırıp gökyüzünün suskunluğuna bakıyorum. Bana da bir yer açar mı diye, buradan kaçıp gitmiş herkese açtığı gibi
Cennete gelince, şimdilik ona geceyi çıkarmadan kurulan düş diyelim. O başkalarının sözcüğü.
Yalnızlığımın tam ortasından konuşuyorum, ben ki yalnızlıktan daha uzun süren bir şey tanımadım.
Her şeye karşın deniyorum. En azından denemem gerek, başka çarem yok sanırım.
Sözcükler: Kuru ve çıplak. Birer kabuk, birer maske.
Bazı şeyler ancak yürekle kavranır, içi kan dolu bir yürekle.
Kendi deneyiminin merkezinden, kendi tinselliğinden çok uzaklara düşmüşsün. Fazla uzağa, gereksizce uzağa gelmişsin.
Bu dünya sana bütünüyle yabancı.
Vedalar ise vid kökünden gelir: Bilmek, bakmak, adlandırmak, bağışlamak. (Son sözcüğü atlama.)
Bazı şeyler kendilerinden başka bir şeyle anlatılamazlar.
Biçimi olmayan görüntüyü, görüntüsü olmayan sonsuzluğu, sonu olmayan sessizliği anlatamam.
Sen geçmişten sorumlu değilsin, ben de değilim. Ama geçmiş, biz ona bakmasak bile, hep bu anın içinde.
Dünyadaki bütün noktalar birbirine eşit uzaklıktadır, bütün insanlar da Öyleyse ayrılık diye bir şey yoktur, aşk diye de bir şey yoktur.
Yazının, bütün o yüceltme, narsisizm söylemleri arasında güme gitmiş yanını, en güzel, en kutsal yanını düşündüm: Paylaşma isteği, karşılıksız verme isteği
Bir okuma günü için çağrıldığım Oslo’dayım epeydir. İlk uluslararası okumam değildi bu, Kırmızı Pelerinli Kent daha entelektüel bir topluluğun önünde sınanmıştı, ama çoğu yazar, şair, eleştirmen Norveçli dinleyicinin ilgisi, nasıl demeli, içimi buruk bir sevinçle doldurdu. Keşke yazarına daha özenli davranan bir ülkede yaşıyor ve yazıyor olsaydım, demek yani kendini biçimlendiren dile ihanet noktasına gelmek de çok acı.
Dışarı çıkmam, kalabalıkların ıssızlığına karışmam gerekiyor. Bir tür ödev bu. Hayatın tadını çıkarmak, dünyayı tanımak gibisinden
Beyaz geceler bitti artık, o ‘kafesteki kaplan’ hali de. Geceyarısı aniden gelen güç, neşesiz canlılık, kabına sıgamama Şimdiyse içim renksiz bir bulutla dolmuş gibi, buharlaşıp dışarı tozmaya çalışan bir bulut.
Kimi kentler sizi usulca çağırır, kimi baştan çıkarır, kimi eğitir, kimiyse kendine âşık eder, daha fazla vaktiniz olsa hayatınızın en büyük aşkını yaşayacağınıza inandırır. Bu kentse konuşmuyor.
Özünde iktidar arzusu barındırmayan hangi insan eylemi bugüne dek yüceltildi ya da ufak bir saygı gördü?
Belki de hiç istemeden, hatta farkında bile olmadan insanları, mekânları, yılları harcayıp durdun, üstelik hep kendinin harcandığına, yeterince, gerektiğince sevilmediğine inanarak
Gün boyu, aniden, habersizce gelen anılar, silik soluk çocukluk anıları Savsaklanmış bağların, aranıp sorulmamış insanların vicdan sıkıntısı. Hiç kimseyi gerektiğince, gerektiği gibi sevememiş olmanın, bencilce yalnızlığına tutunmanın vicdani hesaplaşması.