Oktay Rifat kitaplarından Bir Kadının Penceresinden kitap alıntıları sizlerle…
Bir Kadının Penceresinden Kitap Alıntıları
koltukta, bir boşlukta, öylece birkaç saniye durdu. Oysa bir boşluk değildi bu. Türlü anılardan, duygu artıklarından, bilinçaltı dürtülerinden, tedirginlikten karma bir hava, bir ortam, bir yalnızlıktı.
Tuhaf bir düzendi bu! Sevişme geçiciydi, sevişmemek sürekli, yaşam geçiciydi, ölüm sürekli. Çünkü ölümdü Selim’le sevişememek.
Sevgiden de güzeldi yalnızlık, sevgiden gelen yalnızlık.
Duygu, etten ayrı bir düzeyde gelişiyor, giderek acıya, tükenmez özleme dönüşüyordu.
Aldananlar, aldatanlarla bir safta sanıyorlardı kendilerini. Bir yanılgıydı bu, bir aldatmaca. Silkinebilseler görüvereceklerdi gerçeği. ‘Aldatmaca ne kadar açık!’ diye düşündü. Demek insanoğlu gözüne batanı görmeyecek kadar kör.
Kötülemiş eşyalar hasta çocuklara benzer. Onlara acıyla bağlanırız. Yaşama güçlerini yitirdiklerini, günlerini doldurduklarını bile bile, dayanmaları, yaşamaları için elden geleni yaparız.
Aşka giden yolda o kapı niçin açılmazdı bir türlü? Öbür yakaya geçemeyecek miydi hiç! Çoğunlukla böyleydi bu. Hep bir şeyden ve bir yerden uzak o bekleyiş!
Sen mutsuz memleketim gibisin.
Sevginin bir ışık gibi vücudundan fışkırdığını sanıyordu. Sanıyordu ki her gören, ilk bakışta, onun bu adama sevdalı olduğunu anlar. Oysa aşk ışık kadar bile maddesel değildi ve renksizdi.
koltukta, bir boşlukta, öylece birkaç saniye durdu.
Oysa bir boşluk değildi bu. Türlü anılardan, duygu artıklarından, bilinçaltı dürtülerinden, tedirginlikten karma bir hava, bir ortam, bir yalnızlıktı.
Oysa bir boşluk değildi bu. Türlü anılardan, duygu artıklarından, bilinçaltı dürtülerinden, tedirginlikten karma bir hava, bir ortam, bir yalnızlıktı.
Koşullandırılmıştı bu insanların düşünceleri, öfkeleri, sevinç ve kederleri. Uyanık görünseler de aslında uyuyorlardı.
«Uyurgezer bütün bunlar!» diye düşündü. Doğru ve namuslu yaşamdan habersiz, ona buna kazık atarak, sinekten yağ çıkarmaya çalışarak, gündelik nafakayı doğrultmak uğruna, gündelik nafaka çıkınca daha çoğunun özlemi içinde, elbirliğiyle bozuk bir düzeni ayakta tutmaya uğraşıyorlardı.
Sömürüyü bile bile yürütenlerin, uyanıkların, hinoğluhinlerin elindeydi dizginleri. Aldananlar, aldatanla bir safta sanıyorlardı kendilerini. Bir yanılgıydı bu, bir aldatmaca. Silkinebilseler görüvereceklerdi gerçeği.
«Aldatmaca ne kadar açık!» diye düşündü. Demek insanoğlu gözüne batanı görmeyecek kadar kör.
Ama toplum ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, sancılar içindeydi. Tarih ağır ağır yolunda yürüyordu. Çark dönüyor ve dönecek. Çelişki çoğaldıkça düzlüğe çıkma isteği de artacaktı. Umutluydu yarından.
«Uyurgezer bütün bunlar!» diye düşündü. Doğru ve namuslu yaşamdan habersiz, ona buna kazık atarak, sinekten yağ çıkarmaya çalışarak, gündelik nafakayı doğrultmak uğruna, gündelik nafaka çıkınca daha çoğunun özlemi içinde, elbirliğiyle bozuk bir düzeni ayakta tutmaya uğraşıyorlardı.
Sömürüyü bile bile yürütenlerin, uyanıkların, hinoğluhinlerin elindeydi dizginleri. Aldananlar, aldatanla bir safta sanıyorlardı kendilerini. Bir yanılgıydı bu, bir aldatmaca. Silkinebilseler görüvereceklerdi gerçeği.
«Aldatmaca ne kadar açık!» diye düşündü. Demek insanoğlu gözüne batanı görmeyecek kadar kör.
Ama toplum ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, sancılar içindeydi. Tarih ağır ağır yolunda yürüyordu. Çark dönüyor ve dönecek. Çelişki çoğaldıkça düzlüğe çıkma isteği de artacaktı. Umutluydu yarından.
Bir kadının bir erkeğe gelişini istediği kadar doğal karşıladığını sansın, bunun daha çok bir yosmaya yakışacağına inanan bir yer vardı içinde, pis ve tortulu, bataklığa benzer bir yer. Bu yerden yükselebilecek kokuşmuş mırıltıya kulaklarını ne denli tıkasa yine de kıpırtısını duyuyordu içinde.
Tuhaf bir düzendi bu! Sevişme geçiciydi, sevişmemek sürekli, yaşam geçiciydi, ölüm sürekli. Çünkü ölümdü Selim’le sevişememek.
”Oysa sevginin varlığı elle tutulur, gözle görülür. Kişi istediği kadar
seviyorum, desin, aradan o akım geçmedi mi nafile. ”
seviyorum, desin, aradan o akım geçmedi mi nafile. ”
”Mutluluk, su içmek, dolaşmak, çiçek koparmak kadar kolay görülse de hiçbir zaman mutluluğa eremeyeceğini biliyordu. Birtakım görünür görünmez engeller vardı. ”
”İnsanın avuç açacak kerteye gelebilmesi için başının çok darda olması
gerek, dedi Madam Seta. Vermek ne kadar iyiyse, almak da o kadar iyidir. Vermek almakla tamamlanır. Alçak gönüllülükten daha güzel ne var! ”
gerek, dedi Madam Seta. Vermek ne kadar iyiyse, almak da o kadar iyidir. Vermek almakla tamamlanır. Alçak gönüllülükten daha güzel ne var! ”
Çok baktım toprağa ben. Gideceğimiz yer orası. Onun için bilirim toprakta olan biteni. Hep boğaz derdi ve çiftleşme. Canlılar, ölümlü olduklarını bildikleri için mi nedir, üremek isterler durmadan. Ama kolay değildir iki canlının birbirine sokulması. Tanrı onlara bir sevgi vermese yanaşmak istemezlerdi birbirlerine. Çirkindir, korkunçtur böcek. Kıskaçları, kabukları, gözleri, kollarıyla korkunçtur böcek. Ancak sevgi göze aldırır yanaşmayı.
İnsan birini ele verdiğinde böyle ağlar. Bu gözyaşlarında kişinin kendinden tiksinmesine benzer bir şey vardır.
Neyi anlayacaktı bundan Filiz! Hiç. Yaşam öylesine karışıktı ki, bir kısım insanların başka bir kısım insanların yaşamını avuçlarında tutmaları öylesine akıl almaz, öylesine saçma ama öylesine doğruydu ki bunlara inanmak gelmiyordu insanın içinden. Olmaz! denecekti, olmaz böyle şey! Ama olan oluyor, dip sularına tortular ve pislikler yığılıyordu. Kemik, çuval, konserve kutusu, delik kova, kırık şişe, pıhtılaşmış lağım tortusuyla doluydu. Boğaz’ın altı ve yalılarda, hasırlara yatmış kadınlar güneşleniyor, uzaktan takalar, motorlar geçiyor, ufak bir ürpertiden, kimi zaman çalkantıdan başka bir şey görünmüyordu yüzeyde.
Hep, diye söylendi, uyumsuzluğun etkileri, geri kalmışlığı toplumun. Tanzimattan bu yana toplum yerli yerinde sayarken, kökü dışarda, daha doğrusu köksüz birtakım aydınlar yetişti. Anlıyorum, başka türlü de olamazdı. Olması gerekliydi. Egemen çevreler ilkin kullanıyorlardı bu adamları, gün geldi kullanmaz oldular. Düşünen, duyan, çelişkiler içinde, aylak, uyumsuz bir sürü adam. Parasız pulsuz takımı, bohème’i İstanbul’un. İntihar etmesin de ne yapsın! Ziyan olmuş bir yaşam, güme gitmiş bir ömür, laçka bir makinede bir türlü yerli yerine oturmayan çarklar, vidalar.
bir çiftti onlar, birbirinden uzakta, birinin yüzü batıda birinin yüzü doğuda, esnek bir bağ aralarında, uzanıp kısalan
selim başını yıldızlara doğru kaldırdı, geceyi ve gökkubbeyi gösterdi.
Mutfak kokusu burada insansı bir küf kokusuna karışıyordu. Çirkindi bu oda. Çirkindi bu eşyalar. Çirkindi duvarların badanası, kapılar, kapıların kilitleri, kolları, süpürgelik. Çirkindi perdeler, alüminyum raylar. Çirkindi masa, sandalye, kitaplık. Oysa avuç dolusu para karşılığı alınmıştı her biri. İstanbul’da evlerin döşemesi eğreti elbiseler gibi sarkar odaların üstünden. Hele sabah saatlerinde.
Kurcaladıkça yıkılıverdiler, bir yıkıntının ortasında kaldım.
Gazeteler çalan çırpanların, devlet hazinesini soyanların, komandoların, şeriatçıların, öldürülen gençlerin öyküleriyle doluydu. Kimi insanlar yine eskisi gibi yaşayıp gidiyorlardı. Rakı içiyorlar, yönetimi eleştiriyorlar, atıp tutuyorlar, sonra geceleri yan gelip sabaha dek horul horul uyuyorlardı.
Sermayeden yana yöneticiler yabancı sermayeye sömürü olanakları sağlamakla kendi çıkarlarını bir güvence altına sokmuşlardı. Güvenle sürdürüyorlardı yağmalarını. Kurnazca, hınzırca bir davranıştı bu. “Zavallı memleketim!”
Belli dönemin belli aydın tipi. Paçası sıkıştı mı öte yana geçiverir. Hatta hatta paçasının sıkışmasına da gerek yok. Burdan görünür öbür yana yaltaklanır, ne edeceğini bilemez.” Yüzünden bir tiksinti belirtisi geçti. “İğrenç bir dünyada yaşıyoruz.”
Az buçuk Osmanlıydı bu güneş, en az bin yıllık. Geçiştirdi bu düşünceyi. Yeni düzende yeni güneş, yeni taş, yeni yol.
Ustalık isteyen bir işti İstanbul’da yaşamak.
İlginç ve tuhaf buluyordu insanları. Koşullandırılmıştı bu insanların düşünceleri, öfkeleri, sevinç ve kederleri. Uyanık görünseler de aslında uyuyorlardı. “Uyurgezer bütün bunlar!” diye düşündü. Doğru ve namuslu yaşamdan habersiz, ona buna kazık atarak, sinekten yağ çıkarmaya çalışarak, gündelik nafakayı doğrultmak uğruna, gündelik nafaka çıkınca daha çoğunun özlemi içinde, elbirliğiyle bozuk bir düzeni ayakta tutmaya uğraşıyorlardı. Sömürüyü bile bile yürütenlerin, uyanıkların, hinoğluhinlerin elindeydi dizginleri. Aldananlar, aldatanlarla bir safta sanıyorlardı kendilerini. Bir yanılgıydı bu, bir aldatmaca. Silkinebilseler görüvereceklerdi gerçeği. “Aldatmaca ne kadar açık!” diye düşündü. Demek insanoğlu gözüne batanı görmeyecek kadar kör. Ama toplum ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, sancılar içindeydi. Tarih ağır ağır yolunda yürüyordu. Çark dönüyor ve dönecek. Çelişki çoğaldıkça düzlüğe çıkma isteği de artacaktı. Umutluydu yarından.
Oysa aşk ışık kadar bile maddesel değildi ve renksizdi.
Sevgiden de güzeldi yalnızlık, sevgiden gelen yalnızlık.
— Bir gün hiç unutmam, dedi, Tanrısız bir toplumda yaşıyoruz demişti bana. Sen Tanrı’ya inanmazsın demiştim. İnanmam, demişti. Öyleyse? diye sormuştum. Tanrı’nın iki niteliğine İyi’ye ve Güzel’e inanırım, demişti. Oysa Tanrı’ya inanır geçinen en koyu Müslüman bile İyi’yi ve Güzel’i bu geri kalmış toplumda artık bilmiyor.
Tanzimattan bu yana toplum yerli yerinde sayarken, kökü dışarda, daha doğrusu köksüz birtakım aydınlar yetişti. Anlıyorum, başka türlü de olamazdı. Olması gerekliydi. Egemen çevreler ilkin kullanıyorlardı bu adamları, gün geldi kullanmaz oldular. Düşünen, duyan, çelişkiler içinde, aylak, uyumsuz bir sürü adam.
Gel gelelim her karanlık bir şeyler düşündürür.
sürekli bir metafizik kuşkudur yaşam,
Her geriye gidiş, her tarih en yüzey düşüncede bile zamanı yansıtarak bir üzünç yaratır.
Duygu, etten ayrı bir düzeyde gelişiyor, giderek acıya, tükenmez özleme dönüşüyordu.
“Çocuklar büyüyor, günler geçiyor ve bizler fire veriyoruz durmadan.”
Filiz o tokatla insanlığından bir şeyler yitirdiğini duymuş bundan böyle, ikinci bir Tanrının buyruğunda yaşayamacağını anlamıştı.
Ölümü istemeye dek bir karamsarlık sarardı içini.
Haram mal bulundurmaz dükkanında.Ama pirinci on gram eksik tartmak için kesekağıdını pat diye atmasını bilir terazinin üstüne
Bir mutsuzluk vardı içinde, nedenini kestiremediği, yıllar boyu üstünden silkip atamadığı bir mutsuzluk.
İnsanlar vardır uzun zamandan beri tanıdığımız.Çok şeyler biliriz onlarla ilgili.Uzun boylu söyleştiğimiz, birlikte yiyip içtiğimiz, birlikte gezdiğimiz olmuştur. Unutulup gitmiştir bunların hepsi ama unutulsalar da hiçbiri tam olarak silinmez bu anıların.Sinerler sanki bize, üstümüze başımıza.
Başlangıcı bilmeden sonu nasıl anlayabilirim!
— Ben senden de mutsuzum, diyor Bedri.
— Mutsuzluğun sözünü eden oldu mu şimdi!
— Bunu böylece bilesin! İpleri elimde tutmaktansa, o iplerin ucunda olmayı yeğlerdim, ama yapamam, ölürüm sonra.
Zaman geçiyor. Uyku ile ve düşle beslenen zaman.
— Senin yalını ne diye soysun anarşistler! diyor Bedri.
— Bankaları neden soyuyorlar, çocukları neden kaçırıyorlar!
— Geçti o günler, o günler geride kaldı.
Çıkar dünyasıydı bu dünya.
“Sen mutsuz memleketim gibisin,”
— Beni kadın olarak seviyor musun?
— Hem öyle, hem böyle, dedi Selim. Anlatamam. Ama ben anlatmaktan, anlaşmaktan çocuk yaşta umut kesmişimdir. Lafla hiçbir zaman, hiçbir yerde sonuç alınamaz.
— Ya neyle alınır?
— Eylemle, dedi Selim.
— Nerede yatıp kalkıyorsun?
— Yurda almıyorlar.
Besbelli politik düşüncelerinden ötürü almıyorlardı yurda.
“Bütün bunların değişmesi gerekli, kadının, toplumun ve yalnızlığın.”
“Olduğum gibi görünmekten başka çare yok!”
Bir zinciri kıramamak mıydı uyanmamak, yoksa bir Tanrı yazgısı mı!
Yurdun insanı hasta. Ne zaman iyileşecek!
İçinde bir hafiflik, bir türkü mırıldanıyor. Oysa türkü söylemesini bilmez.
Biri ötekini tutmuyordu. Açılar da bozuk.Doksan dereceyi tutturamamıştı usta.
Vitrin camında yüzünü gördü. “Çok yalnızım!”
Onun yaşamı buydu. Bunun dışındaki olaylar geçiciydi, gelgeçti. Düş gibiydi onlar.
Yitmişti bu yığının altında.
Hiç beklemediği anda yediği bu tokat Filiz’e çok dokunmuştu. Yapılacak bir şey yoktu. Kimsesizdi, çalışıp para kazanamazdı, boşanamazdı. Bedri’den güçsüzdü, el kaldıramazdı ona. Bağırıp çağıramaz, şirretlik edemezdi, alışmamıştı. Birinden yardım isteyemez, birine dert yanamazdı. “Kocam bana bir tokat attı,” diye yakınsa, “Sahi mi söylüyorsun!” diye şaşacaklar, hemen arkasından:“Kocandır, çekeceksin!” diye ekleyeceklerdi. Bu tokat, Tanrının indirdiği sille gibi bozulmaz, değişmez, karşı gelinmez bir nitelikteydi.
“İnsanın en büyük düşmanı insandır,” demişti Bedri.
— Kedileri çok severim, dedi.
Türkiye’nin azgelişmiş bir memleket olduğunu Mısır’daki sağır Sultan duydu demişti. Gazetelere bak, azgelişmiş bir memleket olduğumuzu artık cayır cayır yazıyorlar. Raporlar yayınlanıyor. Azgelişmiş olduğumuz için yardım alıyoruz. Adımız Kamboçya’nın, Laos’un yanısıra anılıyor.
Toplum sorunları avutuyor bizi. Kişisel sıkıntılarımızı unutuyoruz.
— Türkiye’de anayasal hakları sağlam kazığa bağlamak için savaşmak başta gelir, diye ekliyor.
— Benim bildiğim kadarıyla, diyordu Nüvit, politik eylem bir parti örgütü içinde, bir parti liderliğinde yapılır. Sağ kanat böyle yapıyor, oysa sol kanatta her kafadan bir ses çıkıyor. Beş sosyalist parti var Türkiye’de. Bunlar niçin ayrıdırlar, niçin bir araya gelmezler, akıl erer gibi değil.
— Savaş biçimini toplum düzeni belirler, diyor Selim.
Bir mutsuzluk vardı içinde, nedenini kestiremediği, yıllar boyu üstünden silkip atamadığı bir mutsuzluk.
İnsanlar vardır uzun zamandan beri tanıdığımız. Çok şeyler biliriz onlarla ilgili. Uzun boylu söyleştiğimiz, birlikte yiyip içtiğimiz, birlikte gezdiğimiz olmuştur. Unutulup gitmiştir bunların hepsi ama unutulsalar da hiçbiri tam olarak silinmez bu anıların.
Akşam sofrasından kaldırılan tabak, kaşık, çatal sesleri. Kabak tenceresinin üstüne örtülen kapak, buzdolabında soğuyan su. Çekilen perde. Keser mi, balyoz mu, motor mu ne olduğu, nerden geldiği bilinmeyen, gündüzden kalma o ses ve bizden bir türlü elini çekmeyen yaşanmış günler. Bir söz beklenmedik zamanda söylenen. Bir bakış. Bir tortu içimizde.