İçeriğe geç

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları 2 Kitap Alıntıları – John Perkins

John Perkins kitaplarından Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları 2 kitap alıntıları sizlerle…

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları 2 Kitap Alıntıları

Tarihçiler imparatorluk kurma sevdası peşinde olanların dış tehditlere gereksindiğini bilir.
“Dr. Judith Hand’ın Kadın, Güç ve Barışın Biyolojisi adlı kitabını anımsadım. Kitapta savaş kavramı tarihsel olarak erkeğe biyolojik anlamda sperm saçma üstünlüğünü uygulama aracı sağlarken; doğurma, emzirme, yetiştirmekle görevli kadının toplumsal istikrarı yeğlediği vurgulanır.”
“Üstünde yaşadığımız yerküreyi bir sevgi dünyasına dönüştürmek için harekete geçmenin, bunu sadece konuşarak ya da dua ederek değil, somut eylemlerle yapmanın önemi üzerine uzun uzun konuştuk”
“Nike işçileri ABD’de yaşayan herhangi bir kimsenin düşünemeyeceği kadar düşük ve sağlıksız koşullarda yaşıyor.”
Sorunlarımız her ne kadar ciddi olsa da, insan aklından çıkmadır Mevcut sorunları biz yarattıysak, çözüm de ancak bizde olabilir.
“İnsanlar ürettikleri malın Birinci Dünya ülkelerindeki mağazalarda daha ucuza satılması için muazzam acılara katlanmak zorunda bırakılmaktadır. Ülkede yaptığım yolculuklar sırasında insanlar bana yanaşıp, Nike, Adidas, Ralph Lauren, Wal-Mart ve The Gap gibi firmaların köleleştirilmiş denebilecek işgücünden nasıl kâr sağladığını anlatıyordu.”
Kadınlar beni hem büyüler, hem de ürkütürdü; o nedenle de onlardan uzak durmayı yeğlemiştim.”
Dünya sizin düşlediğiniz gibi.. dedi. İnsanlarınız devasa fabrikalar, yüksek binalar, şu ırmaktaki su damlaları kadar çok araba düşlüyor. Ve artık siz de düşünüzün aslında bir karabasan olduğunu görmeye başladınız.
Başarı evinizin ya da arabanızın ya da yatınızın büyüklüğüyle ölçülmez; kendinizle barışık, konumunuzu beğenir hale geldiğiniz zaman başarılısınızdır.
Dünyanın tüm çocukları bir geleceğe sahip olmadıkça bizimkilerin de öyle bir şansı olamaz.
Ama büyük sorunların yakasını bırakmadığı, yoksulluk düzeyinin %60’larda olduğu, istikrarsız ve güven vermeyen bir siyadi sistemin hüküm sürdüğü bir ülkede olasılıklar ağırlıklı şekilde onun aleyhinde görünüyor.
Asgari ücret günde 3 dolarlık bir seviyeye yükseltilmişse de, buna pek aldırış eden yoktu. 2002’de Endonezya nüfusunun tahminen %52’si günde 2 dolardan az bir gelirle yaşıyordu ki bu da birçok perspektiften bakıldığında modern zamanlar köleliği olarak kabul edilebilir. Üç dolar gündelik bile çoğu işçinin ve ailesinin hayatını kolaylaştıracak temel öğelere yetmez.

Endonezya’nın kendi halkına öylesine ağır yük bindiren politikalara boyun eğmesi tesadüf değildir. Ülkenin elitlerinin servetlerini büyütmek için alınan muazzam borçlar başka seçenek bırakmaz.

Sovyetler Birliği’ni yenmiş ve dünyada başka hiçbir süper gücün tehdidiyle karşılaşmak zorunda olmayan ilk gerçek küresel imparatorluk olarak öne çıkmıştık. İlerleme ve sanayileşme kavramlarıyla övünüyorduk. Yeni bir Üçüncü Dünya seçkinleri, şirketokrasinin sadık uşakları sınıfı yaratmıştık. Ya boyun eğdirdiğimiz ülkelerin halklarına ne olmuştu?
kendimi hayat tarafından aldatılmış hissediyordum.
Ben kendini çok yaşlı hisseden bir gençtim sadece.
Seçmenler liderlerinin en önemli politika uygulama araçlarının neler olduğunu bilmezse, o ulus demokrasiyle
yönetildiği iddiasında ısrar edebilir mi?
Bir ülkeyi ordularla fethettiğiniz zaman, herkes fatih olduğunuzu bilir. Fethi ekonomik tetikçiler kullanarak yaparsanız, bunu gizlice ve kimsenin haberi olmadan gerçekleştirirsiniz.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Korkuya daha büyük korkuyla karşılık vererek savaşmak, bir imparatorluğun yerini bir başkasına bırakmasını sağlamak yeterli değildi. Döngüyü kırmamız gerekiyordu.
Dünya Bankası gerçekte ‘dünyanın bankası’ değil ABD’nin bankasıdır. Tıpkı onun en yakın çalışma arkadaşı konumunda olan kardeş kuruluşu IMF gibi.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Sorunlarımız her ne kadar ciddi olsa da, insan aklının ürünüdür.
“Kız gözlerimin içine baktı. “Bu kadar açgözlü ve bencil olmaktan vazgeçin. Dünyada büyük evleriniz ve şık mağazalarınızdan başka şeyler de olduğunu kavrayın. İnsanlar açlıktan ölüyor; sizin tek kaygılandığınız şey arabalarınıza koyacağınız benzin. Bebekler susuzluktan ölürken; siz neyin son moda olduğunu görmek için dergiler karıştırıyorsunuz. Bizimki gibi uluslar yoksulluk içinde boğuluyor; siz yardım çığlıklarımızı duymuyorsunuz. Size bu tür şeyleri anlatmak isteyen insanlara kulaklarınız tıkalı. Yoksullaştırılmış, ezilmiş ve haksızlığa uğramış halkları daha öte bir sefalete itelemek yerine onlara yüreklerinizi açmanız gerek. Fazla zaman kalmadı. Değişmezseniz çok kötü bir sona mahkumsunuz.”
Vizyonumuz gayet incelikli bir şekilde, bize hissettirilmedin bir tür karabasana dönüştürüldü.
Kendiniz için hangisinin daha iyi olacağını sadece siz bilirsiniz. Her şeyin ötesinde şunu kavramanız gerekir:
Başarı evinizin ya da arabanızın ya da yatınızın büyüklüğüyle ölçülmez; kendinizle barışık, konumunuzu beğenir hale geldiğiniz zaman başarılısınızdır.
O insanlar da sadece insandı.
Sizin ve benim gibi birer bireydi. Korkuyu ve cesareti, hüznü ve neşeyi bilirlerdi. Olağanüstü şeyler başarmış olabilirler ama her biri kendi yolunda ilerlerken zaman zaman üstesinden gelinmez gibi görünen engellerle karşılaşmıştı.
Yine de deneylerine, öğretilerini yaymaya, deneyimlerini aktarmaya devam ettiler ve sonunda (şimdi geriye bakıp minnetle andığımız şekilde) başarılı oldular.
Rasyonel, bilime dayalı bir toplum olduğumuzu söyleyerek kendi kendimizi pohpohlayabiliriz.
Ama hazin gerçek şudur ki yanıtları sadece imparatorun vereceği bir iradenin kucağındayız. Büyük bir yalanı yani.
Günümüzde formüle bağlanmış çözümler isteme eğilimindeyiz. Bu bize şirketokrasinin öğrettiği bir şeydir.
Önceden senin için işaretlenmiş yolu izle! Başın ağrıyorsa beyaz hapı al; kalbinde yanma varsa pembeyi yut. Otoriteyi asla sorgulama. Öğretmen aradığın yanıtların hepsini biliyor.
Ya da rahip. Politikacı. Patron. CEO. Şirket başkanı.
Kriz ve kaos bir şeylerin içyüzünü ve değişimi kavramamızda en önemli unsurları teşkil edebilir; sık sık kör gözümüzle baktığımız seçenekleri zorlayabilir. Yaşamakta olduğumuz zamanlar, gönderilen mesaja kulak vermemiz ve önemsememiz için bize yakarmaktadır.
Korkarım eğitim sistemimizin genel eğilimi onların güven ve inancını kırmaya, onları çarkın dişlileri arasında eritmeye yönelik.
Tiranlık, özgürlük, bağımsızlık gibi sözcükler artık tamamen ne anlamda ifade edildiklerine bağlıdır.
Kadının statüsü yükselip gücü arttığında, ulusun genel yaşam kalitesi de ötelenir; tersi durumlardaysa herkesin hayat kalitesi de bundan etkilenir.
Ölü bir gezegende kimseye iş yoktur!
“Dünyanın kurtarılmaya ihtiyacı yok,” demişti.
“Çünkü tehlikede değil. Tehlikede olan biziz; insanlar. Bu yolda devam edersek, Toprak Ana silkinip, bizi ona musallat olmuş pireler gibi üstünden atacak.”
Aslında çalma izni vardır onların. Ekonomik bakış açısından değerlendirildiğinde o eğilimi tanımlayacak başka söz yoktur. Parasal refaha erişmek için yoksulları ve gelecek nesilleri yağmalarlar.
İstenmedik şeyleri altına süpürdüğümüz o kilimi çocuklarımıza miras bırakacağımızı unutuyoruz. Günün birinde geride bıraktığımız korkunç pisliği temizlemek onlara kalacak.
O neslin çevresel ve toplumsal bilince en üst düzeye varmış bireyleri bile, kendi kuşaklarının şirketokrasiyi geniş ölçekte destekleyen bir özelliğinin bilincine tam olarak varamıyor: Cep telefonu ve bilgisayar teknolojisine olan bağımlılık.
Ve bunun milyonlarca insanın hayatını yok ettiği gerçeği.
Ve tüm bu olan bitenin en kötü yanı ne biliyor musun?
Sahnelenen oyunda iyi adamları oynaması gerekenlerin en kötüler olması. Sadece Dünya Bankası’ndan söz etmiyorum.
Dayatılıp uygulamaya koyulan, sözde kâr amacı gütmeyen kimi kuruluşlardan, sivil toplum örgütlerinden bahsediyorum.
“Afrikalılar bana ABD’de insanların onlar hakkında bilgi sahibi olup olmadığını soruyor. Savaşlarda ölen milyonlarca çocuktan haberimiz var mı? Yetimlerden, kolunu bacağını kaybedenlerden haberimiz var mı? Çekirge istilası diye bir şey duyduk mu? Selleri ve kuraklıkları biliyor muyuz?
Gerçeği onların yüzüne karşı kabul etmeye dayanamıyorum.
Hiçbirini bilmiyoruz. Çoğu Amerikalının umurunda da değil zaten.”
Tarihi eğilimleri irdelemek, geleceğe dönük seçenekleri belirlemeye yardımcı olur; öte yandan günümüzün haksızlıklarının ve insafsızlıklarının kabahatini geride kalmış dönemlere yüklemek, sadece sonuca ulaşmaya yönelik girişimleri ertelemeye yarar.
Afrika’da 53 ulustan 43’ü kronik açlık ve düşük gelir sıkıntısı çekmektedir; açlık ve kuraklık geniş alanları periyodik olarak kasıp kavurmaktadır; yer altı kaynakları büyük vergi avantajları elde etmiş olan yabancı endüstriler tarafından, yaptığı kârı yerel yatırımlarda değerlendirmekten kaçınan yozlaşmış devlet memurlarının yardımıyla, alabildiğine sömürülmektedir. Tüm bunlar da ekonomilerin zayıflamasına yol açmakta ve yetersiz yönetimlerin sürekliliğine yaramaktadır. Halklar şiddeti, etnik sürtüşmelere, iç savaşlara doğru güdülmektedir; her yıl açlık ve açlığa bağlı hastalıklar yüzünden 3 milyon çocuk ölmektedir.
Tarih biz insanların içinde debelenerek geçtiği fetihler ve acımasızlık motifleriyle işlenmiş bir duvar halisiydi.
Hepiniz diktatör tarafından kandırılıyorsunuz. Eh, aslında hepiniz değil. Başkanınızın ve ülkeyi yöneten öteki insanların gerçekleri bildiğinden eminim. Ne de olsa onların uzmanlığı da bu. Kandırma. Liderleriniz emperyalizme olan bağlılıklarını sizden saklıyor. Hiç değilse saklamaya çalışıyor.
Toparladıkları parayla, insanları yozlaştırmak ve yolsuzluğa sevk etmek için neler yaptıklarını sizden saklıyorlar.
Haksızlığa uğramışlara, ezilmişlere yardım etmekle böbürleniyorlar ama o arada varlıklıları korudukları gerçeğini gizliyorlar.” Sigarasından uzun bir nefes çekti. “Maske gerisinde yaşayan bir ulussunuz siz.”
Adam bir şeyler söyledi. Arapça ya da Farsça idi, hangisi olduğundan emin değildim.
Son derece yavaş şekilde, “Anlamıyorum,” dedim.
“Amerikalı mısınız?” diye sordu.“Amerikalısınız, değil mi?Yürüyüşünüzden ve aksanınızdan bunu çıkartmam gerekirdi. İngilizcem oldukça iyidir.”
“Evet, Amerikalıyım.”
“Ben de Türküm. Sizinle aynı otelde kalıyorum. Lütfen gelip bana katılın.”
Ona doğru yürüdüm. El sıkıştık. Adı Nesim idi. Puro değil, ince sarılmış yaprak sigarası içiyordu.
ABD şirketleri için kârlı anlaşmalar bağladık, ihracatçılarımızın çıkarına, Üçüncü Dünya ülkelerinin zararına olduğu alenen görülen ticari bağlantılar kurulmasını sağladık ve başka ülkeleri altından kalkılması olanaksız borçlara boğduk. Bunların yürürlüğünü sağlamak için, halklarını temsil eden bir görüntü v, aslında bizim uşaklarımız olan işbirlikçi yönetim yapıları oluşturduk.
Yurttaşlarımız seçimle göreve getirdikleri kişileri tanımalı.
“Ne de olsa bugünlerde kimse ne olacağını önceden kestiremiyor.”
Su, altın ile petrolün gelecekteki karışımıdır. Sen yaşlanıp ölmeden önce bu gezegenin en değerli malı haline gelecek.
Zenginlerle yoksullar arasındaki geniş uçurum derinleşmiş, çevresel yıkım artmış, eğitim, sağlık ve öteki toplumsal hizmetler alabildiğine kötülemişti.
Adı yolsuzlukla eş anlamlı hale gelmiş olan başkan, ülkesini Dünya Bankası, IMF ve yabancı şirketlere satmaktaki istek ve şevkiyle Chávez ile destekçilerini öfkelendirmişti.
Çocuklarınıza yeni düşler kurmayı öğretmeniz gerekiyor.
“Dünya sizin düşlediğiniz gibi,” dedi. “İnsanlarınız devasa fabrikalar, yüksek binalar, şu ırmaktaki su damlaları kadar çok araba düşlüyor. Ve artık siz de düşünüzün aslında bir karabasan olduğunu görmeye başladınız.”
Yönetenler de ülkelerinin kaynaklarını yabancılara satmaya dönük programları kabule çoktan hazırdı.
Aptal, umut beslenmemesi gereken insanlar bunlar.”
Fethi ekonomik tetikçiler kullanarak yaparsanız, bunu gizlice ve kimsenin haberi olmadan gerçekleştirirsiniz. Böyle bir girişimin özgürce gerektiği gibi duyurularak yapılmış seçimlere dayalı olduğu varsayılan bir demokrasiye nelere mal olduğunu merak ediyorum.
Seçmenler liderlerinin en önemli politika uygulama araçlarının neler olduğunu bilmezse, o ulus demokrasiyle yönetildiği iddiasında ısrar edebilir mi?
Dünyayı değiştirmek için yapmamız gereken tek şeyin kadınla erkek arasındaki dengeyi sağlamak olabileceğini düşündüm.
Değişen akaryakıt fiyatlarıydı, böylece fabrikalara gidiş geliş giderleri artmıştı. İşe gidip gelmek işçilere artık zaten yetersiz olan maaşlarının %30’una mal oluyordu. Artan nakliye maliyetlerinin parası nereden çıkacaktı? Multi-milyar dolarlık ticari kuruluşlar için haftada 6-7 gün çalışan ve bazen günde iki öğün sadece tuzlu pirinç yemek zorunda bırakılan kadın ve erkeklerden elbette.
Hükümet, Endonezya’da asgari ücreti yükseltti ama gıda, su, gaz, giyim ve yaşamak için gerekli öteki tüketim maddelerinin fiyatları ve kiralar da aynı oranda yükseldi.
İşçiler hâlâ ‘kendim mi yiyeyim-çocuğuma mı yedireyim’ gibi kararlar vermeye zorlanıyor.
O son yolculuk gerçekten de insanın gözünü açacak türdendi. Cakarta ışıltılı gökdelenleri, lüks otelleriyle gerçekten de modern ve büyük bir kente benziyordu. Ama yüzeydeki görüntünün biraz altına inince Her şey eskisinden de kötüydü. Yolsuzluk almış yürümüş, her yeri sarmıştı. Ve bunu yapan bizdik.”
Her gün ortalama 24 bin insan açlık ya da açlığa bağlı hastalıklar nedeniyle ölmektedir. Dünya nüfusunun yarısından fazlası günde bir dolardan az bir gelirle yaşamaya mahkum edilmiştir, yani bizim konforlu hayatlarımızı devam ettirebilmemiz için milyonlarca insanın çok büyük bedeller ödemesi gerekmektedir. Ve çoğumuz bu bedellerin nasıl acılarla ödendiğine ya yabancı kalırız ya da bunları inkâr eder, görmezden geliriz. Ama çocuklarımızın bizim yarattığımız dengesizlikten doğan ve bizim şimdi kaçtığımız sorumluluğu üstlenmekten başka seçeneği olmayacaktır.
Bir sürtüşmede, bir krizde bölgeye ilk giden kim oluyor? Elbette ki yardım organizasyonları. Çünkü Batı böylece, soruna yönelik herhangi bir nihai çözüm aramasa bile, ‘Bakın, biz de bir şeyler yapıyoruz,’ diyebiliyor.
Her ne kadar başı petrol ve öteki madenleri arayan şirketler çekiyorsa da, onlara Endonezya’nın ucuz işgücünden, doğal kaynaklarından, pazar geliştirme projelerinden ve tüketici potansiyelinden çıkar sağlayan geniş bir şirketler yelpazesi de eşlik ediyordu.
Hiçbir heyecan seni öldürmek isteyen adamla yüz yüze olmakla kıyaslanamaz.
Nike işçileri ABD’de yaşayan herhangi bir kimsenin düşünemeyeceği kadar düşük ve sağlıksız koşullarda yaşıyor.
Yorgunluktan bitiksiniz. Kemikleriniz sızlıyor. Sesinizi yükseltmeye korkuyorsunuz, çünkü işinizi kaybedersiniz. Ve hizmet ettiğiniz çokuluslu şirket dünyaya ciddi değişiklikler yaptığını, müşterilerinin dert edinmesi gereken bir şey olmadığını ilan ediyor. Yani yüzde yüz mutlusunuz.
Ne yazık ki o koşullar altında ve o ücretlerle yaşamak zorunda olanlar sadece Nike işçileri değildir.
Gerçekten de, dünyadaki belli başlı büyük dinlerin hepsinin merkezinde sosyal adalet vardır.
Bazı insanlarla bir kez yaşadınız mı, bir daha asla eskisi gibi olamaz, asla eski tarzınıza, alışkanlıklarınıza dönemez, asla unutamazsınız.
İnsanlar ürettikleri malın Birinci Dünya ülkelerindeki mağazalarda daha ucuza satılması için muazzam acılara katlanmak zorunda bırakılmaktadır.

Biz nefer gibiyizdir. Harcanabilir ama aynı zamanda vazgeçilmezizdir.

Öyleyse insanların onu kontrol altına almak için her şeyi riske etmeye hazır olmasına şaşırmamız mı gerekir?

Bunun için aldatacak ve çalacaklardır. Gemiler, füzeler yapacak ve binlerce, hatta yüzbinlerce genç insanı o şey (petrol) uğruna ölmeye göndereceklerdir.

Benliğimin bir parçası şansımın o kadar yaver gitmiş olmasına inanamıyordu. Bir başka parçasıysa gayrimeşru bir şeye bulaşıyor olma olasılığı nedeniyle biraz evhamlıydı.
Köle ticareti, insanın insana yönelik zulmünün uzun tarihi boyunca girişilmiş en dehşet verici, en yıkıcı edim kabul edilebilir. Yerleşik kültürlere yönelik acımasız baskıcılık, buna o halkları insanla kıyaslanamayacak vahşiler olarak gösterme eğilimine sık sık başvurmuş olan edebiyatın, sanatın ve sinemanın yaptığı ciddi katkı, fethetme ve sömürme amacıyla oğul arılar gibi alenen çöken çeşitli güçlerin edimi düşünülürse, Afrika’yı en esaslı şekilde sömürülmüş ve/ama en az anlaşılmış kıta kabul etmek mümkündür.
Elmasa, altına, dizüstü bilgisayarlara, cep telefonlarına daha fazla para ödemeye hazır olmalıyız; yani madencilik firmalarına adaletli ücretler vermeleri, sağlık ve sigorta hizmetlerine yönelmeleri için dayatmalıyız; sweatshop larda değil, çalı şanlara adaletli davranılan işyerlerinde üretilen malları daha pahalıya almaya razı olmalıyız. Küçük, daha az yakıt harcayan arabalar kullanmalıyız; genel enerji sarfiyatında, hatta tüketimin genelinde kısıntıya gitmeliyiz ve doğal çevreyle birlikte o çevreyi yaşam alanı edinmiş canlı türlerini esirgemeliyiz. Her edimimizin, aldığımız her ürünün başka insanların ve onların yaşam alanlarının üstünde etkileri olduğuna yönelik bir bilinç geliştirmemiz şart ve önemlidir. Günümüzde tutturduğumuz yaşam tarzlarımız, çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız mirasın geleceğini belirlemektedir. Bizden önce geçip gidenler gibi, bizler de bizden sonra gelenlere hiç değilse bize bırakılan kadar iyi bir dünya bırakmak için fedakârlığa, hatta gerektiği yerde en üst düzey fedakârlığı yapmaya hazır ve istekli olmalıyız.
Afrika bütün konuları bünyesinde bir araya toplar. Bir anlamda pervasızca girişilmiş sömürünün son cephesini teşkil eder. Bu bizlerin kendimizi aldatma sarhoşluğuna düşecek kadar uyuşturulmaya izin verdiğimiz için olmuştur. Ucuz altın ve elmas işportacılığı yapan televizyon reklamlarına kapılıp gidiyoruz. Dizüstü bilgisayarlarımızın ve cep telefonlarımızın fiyatlarının düşmesiyle böbürleniyoruz. Akaryakıt tüketiyor, bir yandan da fiyatların yüksek olduğundan yakınıyoruz. Elmas ve altın madenlerinde çalışan işçilerin ve petrol serpintileri altında zehirlenen çocukların yüzlerini, maddeci tamahkârlığın beraberinde getirip önümüze serdiği pislikleri kilimin altına süpürüyor, evimizi o kirden arındırmış gibi davranıyoruz.
İsrail ile Mısır, 1978 yılındaki Camp David Barış Görüşmeleri’ne katıldıkları için Washington’dan her yıl milyarlarca dolar almaktadır ve bu ‘barış’ anlaşmasının hükümlerine göre verilen paranın bir bölümünü ABD’den askeri gereç almak üzere ayırmak zorundadır.
Şimdi durup geçmişe baktığımda, bana mesleğimi kazandıran şeyin öfke olduğunu görüyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir