İçeriğe geç

Bir de Baktım Yoksun Kitap Alıntıları – Yekta Kopan

Yekta Kopan kitaplarından Bir de Baktım Yoksun kitap alıntıları sizlerle…

Bir de Baktım Yoksun Kitap Alıntıları

Okulda okuyan yazan insan bulmak öyle zor ki Oturup onlarla konuşmak, düşünce alışverişinde bulunmak, dertleşmek yeter bana.
Film şeridi falan palavra bence, sadece bir an var, bütün hayatın anahtarı sayılabilecek bir an ve babam için o ânın hangisi olduğunu asla öğrenemeyeceğim.
Bütün bunları düşünürken aklıma güzel bir cümle geldi: ‘İnsan kendi hayatını bile ancak iyi bir hikâyede okuyunca anlayabilir.’
Ayfer’le şehrin, hikâyelerin, insanların arasına karışmak hoşuma gidiyordu. Bütün o yürüyüşlerden, sohbetlerden çıkacak bir hikâyenin içinde olmak umudu mutlu ediyordu beni. Aynı anda binlerce hayatı yaşayabilen, hatta bu yüzden gerektiğinde kendi hayatını Novalgine’in desteğine emanet eden biriydi Ayfer. O hayatların içinde ben de olayım, beni de yazsın istiyordum.
Hayalle gerçek arasındaki köprüde yaşamaktan yorulmuş bedenimin dinlenmesi, aklımın yolunu belirlemesi için ilk adımı atmalıyım artık. Yapmam gereken tek bir şey var; bu kitabı bitirmek.
Hayal dünyasının vaat ettikleriyle gerçek yaşamın sundukları arasındaki gerilime, belirsizliğe dayanamayan insanlar yok mudur, vardır!
Bunun için özür dileyecek değilim. Her zaman uslu ve başarılı bir çocuk oldum, onlar da yeni bir hayat kurmam için gerekli sermayeyi verdiler. Öyle tuhaf bakma, boktan bir dönemin çocuğuyum ben, her şeyi sermaye olarak görmenin erdem sayıldığı bir dönemde büyüdüm. Bunu herkesin kazandığı bir iş anlaşması olarak düşün. Başarılı evlat yetiştirmenin madalyasını takan ordu komutanlarıyla, gazi maaşıyla yaşamak zorunda kalan sözde kahraman.
‘Kitaplıklarımız birbirinin ikizi desene!’ diyor.
“duyulmayı bekleyen bir yankıyım artık.”
“hayatını bana adadı. ben uğruna hayat adanan bir insan olmanın yüküyle geldim sınıfınıza öğretmenim.”
“yıllar sonra anladım ki, ruhlarına yakın gelmeyen tüm davranışlara tuhaflık diyormuş insanlar ”
“içimdeki deniz duruluyor bir an, şu gülüşlerden güzel manzara görmedim. bu gece tüm sıkıntılar uzak bize; yalnızlık, umutsuzluk, yarınsızlık uzak, ölüm uzak ”
“insan kendi hayatını bile ancak iyi bir hikayede okuyunca anlayabilir.”
“film şeridi falan palavra bence, sadece bir an var, bütün hayatın anahtarı sayılabilecek bir an.”
“babam, herhangi bir duygu, karşı konulmaz sel misali aklının duvarlarına çarpa çarpa akmaya başladıysa ondan kurtulmak için yazmak zorundasın, derdi.”
“hep aynı şeyi yaptın, bir şeylerin biraz ters gitmeye başladığını hissettiğin anda kendi dünyana kaçtın.”
“canım,
yine de, yani her şeye rağmen ‘canım’ diye başlamak istedim.”
“büyümeliydim. büyümek, ezberlenmiş bir imgeyi yeni yaşa, yeni hayata transfer edebilme becerisiydi belki de.”
“kaçmak istedikten sonra sığınacak liman çok. hiçbir limana yanaşmayacaksın. hep açık denizde. hep ufuk çizgisine doğru. gözünün doğrusuna yürüyeceksin. yazacaksın. kimsenin dediğine bakmayacaksın yazarken, kimsenin kelimelerine çamur sıçratmasına izin vermeyeceksin, o çamuru temizlemek için bile eğilmeni istemem, hep dik duracaksın!”
“ne kadar da sakindi. parçası olmak istedim bu törenin.”
“gerektiğinde susmayı öğrenmek de geçen yılların öğrettiği bir erdem.”
“sesini unutmayı çok istemiştim, unutmamışım. insan, görüntüler dünyasında dilediği gibi at koşturabiliyor, bir olayı zaman sıçramasıyla ilgisiz bir başka olaya bağlayarak anılarını değiştirebiliyor ama sesleri değiştiremiyor, iyi biliyorum bunu. unutmak gerekiyor; tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş-çıkışları unutmak gerekiyor. unutmamışım.”
“ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı.”
Babam, herhangi bir duygu, karşı konulmaz sel misali aklının duvarlarına çarpa çarpa akmaya başladıysa ondan kurtulmak için yazmak zorundasın, derdi.
Ölümünden sonra, ölümünden önce de yaptığım gibi çok düşündüm. Bak artık ölümünden önce ve ölümünden sonra diye bir ayrım var, işte bunu da yaptın, ölümünle bana bir milat verdin babacığım,..
Neyse, konuyu dağıtmayayım, eminim senden sonra neler olduğunu, dünyanın nereye gittiğini, bu canım ülkenin ahvalini merak ediyorsundur. Bu biraz da sizin kuşağın takıntısıdır değil mi, akşam ajansını alamazsanız kendinizi yarım hissedersiniz.
Ne diyebilirim ki babacığım, dünya daha iyi bir dünya değil. Her şey çekilmez bir hal aldı. Kabaca özetleyeyim istersen. Büyük bir ekonomik krizden geçiyoruz, Amerika özgürlük ve demokrasi uğruna cinayet işliyor, doğuda-batıda silah ticareti devam ediyor, Afrika’da açlık-sömürü-salgın üçgeninde her dakikada onlarca insan ölüyor, Avrupa’da eline silah alan okul basıyor, faili meçhul cinayetlerin failleri hala ve fena halde meçhul, kaçak işçiler kaçak atölyelerde çürüyor, tersaneler eğitimsiz işgücüne mezar oluyor, gazete manşetlerinde sıfatlar kirliliği sürüyor -bilirsin işte; derin devlet-sarı sendika-yeşil sermaye-, dünyanın bir köşesinde çocuklar beş yaşına gelmeden ölürken bir diğer köşesinde beş dakikada bir estetik ameliyat yapılıyor, genetik araştırmalar aldı başını gitti Efendim? Bu kadar yeter mi dedin? Yetmez babacığım, söylenecek daha çok şey var, gerçeklerin yanında bu dediklerim çerez kalır. Gerçi bildiklerimiz de birtakım egemen güçlerin, sermaye gruplarının, iktidarların, artık ne dersen de onlara, işte o orostopolların yutmamızı istedikleri drajelerle sınırlı.
Dünya boktan bir yer ve ben de herkes gibi bu salaklık manzumesinde sıklıkla tekrar edilen bir harfim artık.
Cenaze törenini daha uzun anlatabilirim ama sahtekarlıkarı kalıcılaştırmak istemiyorum babacığım. Tören tahmin edeceğin şekilde noktalandı; Oğuz Atay’ın bir babaya yazılmış en güzel mektupta dediği gibi ‘tabut çukura konduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. Bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.’
Bana telefonda söylediler öldüğünü. Hiç tanımadığım bir ses Ne garip değil mi, hayatımıza öylesine girip çıkan biri, hani bir bakıcı tutmuştuk ya sana; emlak fiyatlarını konuştuğun, futboldan anlamaya zorladığın, sancıların arttığında küfrederek kovduğun, ağrı kesici bedenine yayılıp seni yumuşattığında kur yaptığın, gözlerinin rengini beğendiğin ama yine de fazla para aldığını düşündüğün uzun boylu bir kadın vardı ya, işte o aradı. Ben o anda titredim baba, gerçekten titredim.
Ama daha çok doğrudan erkek evladını, yani beni hedef alan konuşmalar oluyor baba; oturaklı bir boğaz temizlemenin ardından geleneksel bir ses tonuyla, bundan sonra seni benim yaşatacağımı söylüyorlar. Şimdiden söyleyeyim de sonradan hayal kırıklığına uğrama, seni yaşatmam mümkün değil. Ölmediğini söyleyip sırtımı sıvazlayan sirk kadrosuna inanmıyorum zaten. Ben gördüğüme inanırım, avuç avuç toprak attım üstüne, böğürerek ağladım kefenine bakarken; sen öldün baba.
Sonra herkes çok üzüldü halime. Daha çok üzülsünler diye, daha çok yalan söyledim. Bunu istiyorlardı. Verdim. Hiç ağlamadım. Daha da çok üzüldüler ağlamadığımı görünce. Şokta dediler. İlaçla ayakta duruyor dediler. Sıcak yemekler koydular önüme, yemezsem güçsüz düşeceğimi söylediler. Gücümü güçsüzlüğümden aldığımı anlamadılar. Yalnız kalmamam için nöbet tuttular. Sigara tuttular. Çakmak aramama izin vermeden ateş uzattılar. Ben üfledikçe dumanı, sis oldular. Kafanı toplayana kadar izinlisin, dediler. Ama uzun süre yalnız kalmamalıydım. Hayat devam ediyordu. Bunu ben söylemedim, buna da onlar karar verdiler. Güçlü olmanı isterdi dediler. Karımın sözü oldular.
Dünyanın bütün çocukları mazgallardan içeri korkusuzca bakabilirler. En hanım evladı yetiştirilmişinden sokağın sunduklarından başka varlık bilmeyenine, kuzeyden güneye, doğudan batıya, uzun, kısa, zayıf, şişman, Tanrı’nın derisi ne renk olursa olsun, mazgalın parmaklıklarına bakışlarını yaklaştırabilir, karanlıkta başka bir dünyanın gizli olduğunu bilir çocuklar. Belki bir karakoncolosun hırıltısını duyulur, belki de kürklü bir teyzenin düşürdüğü paraların hışırtısı. Belki sirkten kaçmış iki tane Bengal kaplanı kükrer karanlığın yüreğinde, belki futbol oynamayı bilen tavşanlar Goool! diye bağırır. Dünyanın bütün çocukları hesapsızca tükürebilir mazgallardan içeri: İsterse tek gözlü bir canavar, alnının orta yerine zamansız düşen yapış yapış sıvıdan rahatsız olup yeryüzüne çıkmaya karar versin; kim korkar ki? Bir ağaçtan koparılan dallar, tedirginlikten uzak şarkılar eşliğinde sokulur parmaklıkların arasından; ancak çocuklar dürtebilir dünyanın rahmini.
Çocukluğun ezberindedir cesaret.
İşte o gün, 3 Mayıs 2003 Cumartesi günü, Portobello yolunda 22 numaralı evin, George Orwell’in evinin karşısındayım. Babamın hayalini kendimce biraz süslüyorum, kitabımı her gün bir başka yazar-evinin önünde okuyorum.
..Hep aynı şeyi yaptın, bir şeylerin biraz ters gitmeye başladığını hissettiğin anda kendi dünyana kaçtın. Bazen ne düşünürdüm biliyor musun? Sanki bilmediğim bir dünyan vardı senin. Hani böyle fantastik filmlerde falan olur ya, konuşan ağaçlar, takım elbise giymiş tavşanlar, kendi kendine yazan kalemler Anladın işte..
İnanmıştım. Ne anlatsan inanırdım.
Sesini unutmayı çok istemiştim, unutmamışım. İnsan, görüntüler dünyasında dilediği gibi at koşturabiliyor, bir olayı zaman sıçramasıyla ilgisiz başka bir olaya bağlayarak anılarını değiştirebiliyor ama sesleri değiştiremiyor, iyi biliyorum bunu. Unutmak gerekiyor; tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş-çıkışları unutmak gerekiyor. Unutmamışım.
Kalabalığın içinden geçip gidiyorum. Arasından değil, içinden. Görmüyorlar beni. Oysa ben her birinin yüzünü seçebiliyorum. Beni görmediklerini nereden biliyorum? Bilmiyorum, sadece bir his bu.
Kitapçı vitrinleri. Bir süredir çevrilmesini beklediğim bir kitap. Sevinçten ağlayacak gibi oldum. İçeri girdim. En üstteki cilt önüne gelenin elinde evriliğ çevrildiği için bir alttakini aldım. Kapağındaki bandrol etiketinin eğri yapıştırıldığını görünce ondan da vazgeçtim. Bir alttaki. Kasadaki kız kitabı torbaya hoyratça attı, içim acıdı.
Öyle dönemleri vardır ki hayatımızın, çıkışı olmayan bir sis bulutunun içinde yürüdüğümüzü hissederiz.
İnsanın kendisine acımasından daha kolay ne var ki?
Bir de kendince bahane bulmuşsun gevezeliğine ‘Ben sesli düşünüyorum, kafamdan geçenleri içimde tutamıyorum,’ diye. Tut! İçinde-kıçında nerende tutarsan tut, ama tut. Beyin ishali olmuş gibi vır vır vır… Hayatta bir ağırlığın olsun. Bir de yazan-çizen adamım diye dolanıyorsun.
Yazan herkesin tek derdi okunmak.
Bir de takıntılı bulurdu beni, takıntılarımla kendimi de, çevremdekileri de yorduğumu söylerdi. Yorucu biriydim ben. 
Benim babam öldü!
Ben öyle lüks yerleri sevmiyorum, samimi olsun yeter bana.
Sustum, anadilim sensizlik oldu.
Kimsenin aklına gelmiyordum ben. Çocukluğumun gecelerinde otuz saniyede bir odamın duvarlarına yapışan gölgelerden ne farkım vardı ki?
Sonra bir sessizlik olurdu, ev susardı, sobadaki kömür susardı, içimdeki rakamlar susardı. Bir tek sokak lambasının otuz saniyede bir odama yolladığı gölgelerin fısıltısı kalırdı. Bulutları-gölgeleri bildiğim dünyanın şekilleriyle adlandırmayı sevmediğim için bakamazdım duvardaki karaltılara, kulaklarımı tıkardım o fısıltıları duymamak için. İçimde bir şey büyürdü, adını bilmediğim. Korku değil ama çok korkunç, heyecan değil ama kalbimi yerinden oynatan, merak değil ama gözbebeklerimi büyüten, acı değil ama kanayan bir şey, adını bilmediğim. Kapının altından odaya süzülen ışık bilinmezden kurtulmak için tek umudum olurdu. Döne döne o ışığa giderdim. Salonda, ayaklı lambanın yanında oturuyor olurdu annem. Loş ışığın çağrısı sonunda annemin kucağına atardı beni. Teni ateş gibi sıcak olurdu, elleri buz gibi soğuk.
Böyledir hesaplaşmalar, irin akar, kötü bir koku yayılır ortalığa. Yaranın kabuğu düşünce hafif bir rüzgâr bile sızlatmaya yeter.
Sesini unutmayı çok istemiştim, unutmamışım. İnsan, görüntüler dünyasında dilediği gibi at koşturabiliyor, bir olayı zaman sıçramasıyla ilgisiz bir başka olaya bağlayarak anılarını değiştirebiliyor ama sesleri değiştiremiyor, iyi biliyorum bunu. Unutmak gerekiyor; tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş-çıkışları unutmak gerekiyor. Unutmamışım.
Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı.
Keşke öyle olsaymış. Keşke. O yedi kişiyi bir daha gören olmamış oğlum. Yeşil ev, İstanbul’un yedi tepesine yedi kurban vermeden dönmemiş toprağına. Yedi tepede yedi kayıp ruh hâlâ dolanır durur derler.
Zamanın sarkacında sallandık.
Öyledir bilirsin, insan kimi zaman duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür.
Sustum, ana dilim sensizlik oldu.
Unutmak gerekiyor,
tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş çıkışları unutmak gerekiyor.
“Öyledir bilirsin, insan kimi zaman duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür.”
Aynı ormanın ağacıymışım, yokluğunla budanan.
Herkes orta şekerli içiyor. Herkesin ruhu ortada. Uçlara gidemiyor kimse.
“On altıncı kromozomumda bir sorun var baba, hafızam ne kadar zayıf bir bilsen.”
Dünya boktan bir dünya ve ben de herkes gibi bu salaklık manzumesinde sıklıkla tekrar edilen bir harfim artık.
Öyle tuhaf bakma, boktan bir dönemin çocuğuyum ben, her şeyi sermaye olarak görmenin erdem sayıldığı bir dönemde büyüdüm.
Bir gün oğlum da gelse, şurada, şu masada oturup okusa bu kitabı, babamdan bana kalan en büyük miras okumak dese, daha ne isterim ki bu hayattan demiştim.
Hayal dünyasının vaat ettikleri ile gerçek yaşamın sundukları arasındaki gerilime, belirsizliğe dayanamayan insanlar yok mudur, vardır!
Kütüphaneye yaklaşmak sana yaklaşmak gibiydi. Kitaplarla dolu bir geçmişte, kütüphane ile çevrili bir odada sensizlikten kaçmaya çalışmak dünyanın en zor şeyiymiş.
Öyledir, bilirsin, insan kimi zaman duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür. Olan biten her şeyi gerçek sanmayacaksın.
Zamanın sarkacında sallandık.
Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı.
Kurmaca üstünden gerçekliği anlamaya çalışmak, genetik sürekliliğimizin önemli bir parçasıydı.
Korkularını geri istemişler. Korkularının kaynağı ellerinin altında, ruhların karanlık yanı gözlerin önünde olsun istemişler.
Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı.
Çünkü bir bakış açısına göre sen bende yaşıyorsan, ben de sende yaşıyorum demektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir