İçeriğe geç

Bir Cadı Masalı Kitap Alıntıları – Leyla Navaro

Leyla Navaro kitaplarından Bir Cadı Masalı kitap alıntıları sizlerle…

Bir Cadı Masalı Kitap Alıntıları

Bir yere ulaşmak, bir şey yapmak üzere iken yaşanan engellenmişlik gibi duygular, anında kızgınlığa dönüşür. Dolayısıyla, kızgınlığın duyulmaması, sonuçta daha da çok kızgınlık üretir. Insan kendini patlayacakmış gibi hisseder (ve çoğu zaman da öfke patlaması yaşanır). Bunlar son derece tüketici, yılgınlık yaratan duygulardır.
Aslında, temelde neye kızıldığı açıklanmadığı, gerçek duygu ve düşünceler konuşulmadığı için, ilişkideki kişiler gerçekte birbirlerini duymamakta, yanlış yorumlamaktadır. Oldukça acı veren, tüketici bir ilişki tarzıdır bu.

İlişkiyi oluşturanların yaşadıkları, duygu ve düşünceleri, deneyimleri karşı tarafça duyulmadığında, kolaylıkla yanlış anlaşma lar, kırgınlıklar ve bundan doğan kaçınılmaz kızgınlıklar oluşur. Anlaşılmamak, duyulmamak, fark edilmemek, haksızlık, suçlanma çoğumuzda kırgınlık ve öfke yaratır.

Kaba kuvvet ve saldırganlığa başvurmak aslında güç değil, güçsüzlük göstergesidir. Temelde çaresizlik ve güçsüzlüğü simgeler. Kişisel gücü ile başaramadıklarını kaba kuvvetini kullanarak yaptırmaya yönelen kişi, gerçekte ne denli güçsüz olduğunu bilir ve bu nedenle kaba güce başvurur.
Suçu kendimizde aramayıp sadece ve sürekli karşı tarafı suçlamak, sistemimize öylesine yerleşmiştir ki Kızdığımız, öfkelendiğimiz, zorlandığımız zamanlarda, sorgusuzca suçu karşımızdakine yükler, rahatlarız. Olaya kendimizin ne şekilde katkıda bulunduğu nu kolayca gözardı ederiz. Yansıtma, en sık kullanılan savunma mekanizmasıdır.
Yakın ilişkiler ancak sağlıklı iletişim kurarak, kendini duyurup, karşı tarafı da duymaya açık olarak, karşılıklı etkileşim sayesinde bireylerin mutlu olabileceği verimli topraklara dönüşebilir.
Güçlü olmak ve güçlü görünmek, bir kadın için geleneksel kimliğinden çıkmaktır. Kimlik farklılaşması nedeniyle, güçlü olmak önemli ilişkilerinide yitirmek anlamını taşıyabilir. Erkekler güçlü ve başarılı kadınları her ne kadar çekici bulsalar da, çoğu erkek güçlü bir kadınla sürekli ilişkiye girebilecek kişisel gelişimi kendinde henüz gerçekleştirememiştir.
Kendimize koyduğumuz iç sınır ve kısıtlamalar, genellikle dışarıdan gelebilecek olanlardan çok daha güçlüdür.
Erkekler güçsüzlükleri adına utanır. Kadınlarsa güçleri adına
Değişmekte olan cinsel roller, günümüz erkeğini bir çeşit bunalıma sürüklemektedir. Bunalımda olmak, ne yapacağını bilememek, olumlu rol örneklerinin eksikliği ve boşluk, çoğu erkeğin alışık olmadığı bir varoluştur. Erkekler bu tür duygulara sahip olmayı ve bunlarla sağlıklı bir şekilde başetmeyi öğrenmemişlerdir. Çoğunlukla bunalımın dışavurumu, kapalı kapılar ardında, ev içinde sözel ve fiziksel şiddete dönüşür.
Erkek ya da kadın, çoğunlukla hepimizin başvurduğu bu savunma şekli, cinsel roller ve ilişkilerde sabit şekilde yaşanır: erkekler karşı tarafı suçlamayı, kadınlarsa her şeyden kendini sorumlu ve suçlu görmeyi erken yaşta öğrenir.
Erkeklerin olumsuz duygu birikimlerini ve öfkelerini halletme çabalarının bir diğeri de alkol veya madde bağımlılığıdır. Bir erkeklik göstergesi olan alkol, başedilemeyen duyguları boğmanın bir diğer yoludur. Birçok erkek alkol sayesinde duygularını açıklama, anlatma cesaretini gösterir. Alkol bir tür destek, ivme getiren dosttur âdeta. Meyhaneler, barlar, içki âlemleri, halledilmemiş duygularını alkol sayesinde gidermeye, yok etmeye çalışan erkeklerle doludur.
Erkekler birlikte durabilmeyi ancak ayrı kalarak becerebilirler.
Erkeklerin en belirgin çelişkisi, ilgiye ihtiyaç hissettiği zaman bundan utanmaktır. İlgi ve yakınlık ihtiyacını dile getirememek, hatta bunu kendine yedirememek bir erkeksi öğretidir.
Duygularını dile getirmelerini zaaf , erkeksi olmamak la niteleyen kültürel anlayışımız, aslında erkekleri çok sağlıksız ve kısır bir konumla sınırlamaktadır. Özellikle kadınlara kıyasla erkeklerin ömür kısalığı, kalp krizlerinin çoğunlukla erkeklerde rastlanmasının önemli etkenlerinden biri de, erkeklerin duygularını fazlasıyla bastırmaları, duygularını içlerine, bedenlerine atarak sağlıklarını yıpratmaları, stres ve gerginlik ve hayat boyu baş etmek zorunda kalmalarıyla oldukça yakından ilintilidir. Bu, yaşam tüketici bir varoluş tarzıdır.
Erkeklerin Sevgi, yakınlık, Sevinç, heyecan gibi keyifli duygularını fazlaca belirtmeleri kabul görmediği kadar; üzüntü, kaygı, korku, kıskançlık gibi acı veren duygularını belli etmeleri de pek onay görmez. Erkeklerin çekincesizce yaşamasına izin verilen en önemli ve tek duygu, öfke ve kızgınlıktır.
Toplumumuzun erkekler ağlamaz anlayışı, küçük yaştan itibaren erkek çocuklarının duygularını yaşamalarını ve ifade etmelerini getirilen kültürel engeller, Sen ne biçim erkeksin? Küçümsemeler, erkeklerin duygularını bastırmalarına, yaşadıklarına isim ve tanım koyamamalarına yol açmıştır.
Olumlanmama, yaşamda bir yeri olmaması, takdir görmeme, yaptıklarının fark edilmemesi, kişi de önemli derecede yokluk, değersizlik duyguları oluşturur. Bu gibi duygular kolaylıkla depresyona yol açar.
Bedenin gelişmesine, şekil değiştirmesine, olgunlaşmasına veya yaşlanmasına nasıl engel olunamıyorsa, ruhunda gelişmesine, büyümesine engel olmak, kişide ruhsal ve fiziksel aksamalar yaratır. Aşırı korumacılık, kişinin ruhsal büyümesine, gelişmesine engel olmaktır.
Kadının kızgınlığını dile getirmesinin önündeki çağdaş engellerden biri de, haklarına sahip çıkmaya çalışan, haksızlığa itiraz eden ve bunu açıkça dile getiren kadınlara, neredeyse hakaret anlamında yapıştırılan feminist etiketidir. Toplumumuz feminizmin gerçek ve doğru anlamını bile bilmeden, toplumsal alanda tepkisini dile getiren ve hakkını arayan kadınlara, kötü çağrışımlarla feminist adını takmaktadır. Özellikle renkli ve popüler medyada feministler çirkin, cadı, erkeklere karşı, erkek düşmanı gibi yakıştırmalarla gösterildiğinden, birçok düşünen ve çağdaş kadın bu çarpıtılmış damga yı yememek için, zaman zaman en doğal haklarını savunmaktan kaçınabilmektedir.
Günümüze kadar bilim bile, bir kadının yaşamsal olarak engellenmişliğini, kıstırılmışlığını duyamamış, anlamak istememiş ve bu gibi durumlara hastalık olarak bakmayı yeğlemiştir.
Ataerkil düzen bir kadının en birincil isteklerini evlilik, ev, eş ve çocuk sahibi olmakla sınırlamıştır. Böylelikle kadınlardan beklenen ideal kadın rolleri, toplumca ikincil konumları ile de pekişerek, kadınlarda kızgınlık duygularının sıkıca kontrol altına alınmasına yol açar.
Küçük kızların yumuşak, anlayışlı, tatlı ve cici olduklarında daha çok onay ve kabul gördüklerini, kızgın ve isyankar olduklarındaysa tepki görüp mahçup edildiklerini de göz önüne alırsak, kadınların varoluş bilinci sertlikten uzak, kızmayan, karşı gelmeyen, yumuşak, verici, tatlı olmakla sınırlanmaktadır.
Kültürel anlayışa göre, kadının kendisi için bir şeyler istemesi, kendi duygularını sahip çıkması halen bencillik olarak tanımlanmaktadır. Dolayısı ile bir kadın, yumuşak ve koruyucu olmayı reddettiğinde, kendisi için bir şey talep ettiğinde ve kızgınlığını gösterdiğinde, toplum tarafından kabul görmekten, kadınsı olmamakla suçlanmaktan korkar. Kadınsı olmamak veya bencil olmak gibi tanımları giymek ve bunlarla suçlanmak kadının kadınlığını tehdit edip ona ülkücü için, kadınlar genelde doğal kızgınlık duygularını açıkça dile getiremez.
Ruhsal koruyuculuk, başkalarının kimliğine, ruhuna zarar vermeyen davranışlarda bulunmak veya herhangi bir şekilde zarar geldiğinde yaralarını sarmak, onarmak demektir. Ruhsal koruyuculuk başkalarının ruhunu hoş tutan, taltif eden söz ve davranışlarda bulunmaktır. İlişkilerin verimli, keyifli ve geliştirici olması açısından bakıldığında, son derece önemli olan bu özellik, ataerkil düzen tarafından sadece kadınlara mahsus ve kadınlara ait bir görev olarak belirlenmiştir.
Toplumca kabul edilen kadın olmanın en önemli özelliği, yumuşaklık, anlayış ve ruhsal koruyuculuktur. Bu kimlikte bir kadın, doğal olarak kızdığında, kızgınlığını haklı ve sağlıklı bir şekilde dile getirse bile, toplum tarafından sert olarak algılanır.
Toplumca kabul edilen ve onay gören ideal kadın tipi anne kimliğiyle özdeşleşen kadındır: koruyucu, yani saldırganlıktan uzak, benlik duygusu yaşamayan, sürekli başkalarının korunması ve mutluluğu ile meşgul olan, bundan bıkmayan, fedakar bir kimlik. Böyle bir kimliğin kızgınlık barındırması, toplum açısından söz konusu bile edilemez.
Pek çok ebeveyn, yaşamda kendi yapamadıklarını bir gün beceremediklerini çocuklarının tamamlamasını arzuu eder ve bu nedenle çocuklarına aşırı baskı uygular. Bu da çocuklar için çok acımasız, haksız bir durumdur. Hayattaki başarısını çocuklarının başarısı ya da eğitimi üzerinden kanıtlamaya çalışmak, birçok çocuğu ‘problem’ haline getirir ve kronik kızgınlıklara temel olur.
Kızgınlığı dile getirmemek ilişkiye soğukluk ve mesafe getirir. Kızgınlığını dile getiremeyen kişi, kızdığı kişiyle arasına mesafe koyar, ondan uzaklaşır.
Bitmemiş kavgalar, olaylara çözüm getirmediği gibi, daha karışık, çözümü daha zor yeni kırgınlıklara ve çatışmalara yol açar.
Bizi kızdıran olaylar değil olaylara getirdiğimiz yorumlardır.
Erken yaştan itibaren ayıp kavramı günlük davranışlarımızı yönlendiren önemli bir güç odağına dönüşür. Kızmak ayıptır, erkek çocuğunun ağlaması ayıptır, kardeşini kıskanmak ayıptır, kavga etmek ayıptır, hata yapmak ayıptır! Böylece küçük yaştan itibaren Ayıp Sultan Hükümdarlığının sadık ve uyumlu bir vatandaşı oluveririz.
Alışkanlıklar, bellenmiş davranışlar, ev terliklerini giymiş kadar rahatlatır insanı
Çiftlerin yakın ilişkisi, iki elimizin ilişkisine benzer. Ellerimizden biri, örneğin sağ elimiz her şeyi halleden, becerikli, tüm elişlerinin üstesinden gelen el olduğu sürece, diğer elimiz, yani sol elimiz acemi, beceriksiz, sakar kalır.
Öfke, kızgınlığın çok daha yoğunlaşarak birikmiş şekli, yoğun ve kontrolsüz tepkisidir. Kızgınlık ruhumuza acı veren bir durumun sinyali ise, öfke, dile getirilmemiş veya getirilse de duyulmamış, anlaşılmamış, kabul görmemiş kızgınlıkların toplu halde yaşanması veya ortaya dökülmesidir.
Ataerkil düzen, görünen gücü erkeğe teslim ettiği için, kızgınlığın gücü kadar saldırganlığı da erkekte görmeye yeğlemiş, kızan ve kızgınlığını saldırganlıkla belirten erkekleri daha erkeksi olarak kabul etmiştir. Bu nedenle erkekler kızgınlıktan kaynaklanan saldırganlıklarını kontrol altına almayı öğrenemez.
Duygu, düşünce değildir. Demek ki, duygunun doğrusu ya da yanlışı yoktur. Duygular kişisel ve görecelidir, o durumu, olayı yaşayan kişiye mahsustur.
Erkekler güçsüzlükleri adına utanır.
Kadınlarsa güçleri adına
Ataerkil düzen, görünen gücü erkeğe teslim ettiği için kızgınlığın gücü kadar saldırganlığını da erkekte görmeyi yeğlemiş, kızan ve kızgınlığını saldırganlıkla belirten erkekleri daha erkeksi olarak kabul etmiştir. Bu nedenle erkekler kızgınlıktan kaynaklanan saldırganlıklarını kontrol altına almayı öğrenemez.
Çoğu kez kahvemizi içmek için, gazete okumak için , yemek yemek için veya kavga etmek için bile aynı köşeyi, aynı koltuğu veya aynı masa arkasını seçtiğimizin acaba farkında mıyız?
Söylemek istediklerini net ve doğrudan değil de dolaylı olarak ifade eden, başkasına söylüyormuş gibi yapan, mesafe koyarak karşı tarafın aklını okumasını bekleyen veya hiç beklenmedik bir ortamda aniden iğneleyici gönderme yaparak taş atan ifade tarzı, kültürümüzde epeyce yaygındır.
Yakın ilişkiler ancak sağlıklı iletişim kurarak, kendini duyurup, karşı tarafı da duymaya açık olarak, karşılıklı etkileşim sayesinde bireylerin mutlu olabileceği verimli topraklara dönüşebilir.
-Son-
Bizleri insan yapan duygu ve davranışları, kadına ve erkeğe mahsus diye, cinsel rol ayrımı yapmadan yaşamaya izin verdikçe, gerek kadın gerekse erkek olarak yarım insanlar yerine bütünleşmiş, tam insanlar olmaya yönelebileceğiz.
Acaba erkekler, doğuştan gelen cüsseleri ve kaba kuvvetlerinin, kendileri kadar iri, cüsseli olmayan, kendileri gibi kaba güce sahip olmayan kadınlara, çocuklara ne denli tehdit edici gelebileceğinin hiç farkında mıdırlar? Sadece cüsse farkının, kaba güçlerinin kızgınlıklarına, hiddetlerine yansımasıyla, karşı tarafta yaratabileceği korkuyu, tehdidi, derin kaygıyı, çaresizliği hiç düşünmüşler, farkına varıp hissetmişler midir?
Olumlu duyguları dile getirmek, takdirini duyurmak, kültürümüzde âdeta küçülmekle eşanlamda tutulur. Özellikle şımartmamak gayesiyle söylenmeyen, fark edilse bile dile getirilmeyen takdir eksikliği, kişilerde derin değersizlik duyguları yaratır.
Özgürce, insanca varolamamanın, sadece koşulmuş olduğumuz rollere sıkı sıkıya bağlı kalmanın, istek ve ihtiyaçlarımızı karşılamamanın kaçınılmaz bedeli depresyon, kızgınlık ve kavgadır.
Aşırı titizlik ve aşırı temizlik, yaşam engellenmişliğinin oluşturduğu iç kızgınlığın obsessif bir dışavurumudur.
Bazen kızgınlık, içinde bulunduğumuz ilişki uğruna değerlerimizden, inançlarımızdan, isteklerimizden ve kendimizden fazlasıyla ödün verdiğimizi anlatır bize Veya normal olarak verebileceğimiz ya da yapabileceğimizin çok ötesinde verip yaptığımızı açıklamaya çalışır.
Bir davranışı yapmamak için duygularımızı bastırmaya, yok etmeye çalışırız. Bunu başarmak için fazlaca enerji harcar, dolayısıyla benliğimizin önemli bir bölümünü de yok etmiş, bastırmış oluruz. Oysa, duygumuzu sadece anlayıp kabul edilebilir, ne anlama geldiğini düşünebiliriz. Duygu’nun güleceği davranışı yapıp yapmamaksa kendi seçimimize, irademize bağlıdır.
“Duygu kesinlikle davranış değildir, ancak davranışları yönlendirir ve şekillendirir.”
Acı veren olumsuz bir duygu yaşamak, örneğin, bize küçük düşüren bir kişiye karşı duyulan içerleme ve kızgınlık, bizde ona zarar verme isteği uyandırır. Yaşanan duygu, içerleme ve kızgınlıktır. Zarar verme isteğiyse, bu duyguların oluşturduğu bir davranış fantezisidir. İçerleme ve kızgınlık duygularının yüklediği enerji, bedenimizde davranışa dönüşebilir. BU DAVRANIŞI YAPMAYI YA DA YAPMAMAYI SEÇEBİLİRİZ.
Duygu, düşünce değildir. Demek ki, duygunun doğrusu ya da yanlışı da yoktur. Duygular kişisel ve görecelidir, o durumu, olayı yaşayan kişiye mahsustur. Benzer durumda herkesin aynı duyguyu hissetmesi de şart değildir. Hiç kimse niçin böyle duyduğumuzu veya duygumuzun yanlış olduğunu tartışamaz ve ispatlayamaz.
Medya, eril toplumca kabul gören, beğenilen kadın örnekleriyle, bilincimize sürekli bombardımana tutar. Sorun yaratabilecek, Arzu edilmeyen örnekleri ise olumsuz ve küçültücü yorumlarla sergilerler. Romanlar, öyküler, TV dizileri ve filmler hangi kadınların beğenildiği, kazançlı çıktığı, hangilerinin ise beğenilmediği ve kaybettiği konusunda bilincimizi sürekli şekillendirir.
Kadının kırgınlığını dile getirmesinin önündeki çağdaş engellerden biri de, haklarına sahip çıkmaya çalışan, haksızlığa itiraz eden ve bunu açıkça dile getiren kadınlara, neredeyse hakaret anlamında yapıştırılan “feminist” etiketidir.( ) Özellikle renkli ve popüler medyada feministler “çirkin, cadı, erkeklere karşı, erkek düşmanı” gibi yakıştırmalarla gösterildiğinden, birçok düşünen ve çağdaş kadın bu çarpıtılmış “damga”yı yememek için, zaman zaman en doğal haklarının savunmaktan kaçınabilmektedir.
Anneler, çevredeki yetişkin kadınlar, çocuklarının ileriki yaşamlarındaki kadın örneklerini, kadın davranışlarını belirler. Küçük kızların yaşamlarındaki kadın örnekleri, ya kızması gereken yerde susan, hasıraltı eden, alttan alan, mutsuz, gizli gizli ağlayan anneler veya memnuniyetsizliğini diye getirdiği zaman duyulmadığı için dırdırcı olan, sürekli söylenen, bağırıp çağıran, itici kadın örnekleridir. Bunun yanında kızdığında veya isyan ettiğinde aşırı tepki, saldırı ile karşılaşan, dayak yiyen veya çatışmaya giren kadın örnekleri son derece itici, oldukça ürkütücü, kesinlikle istenmeyen örneklerdir.
Çocuklar üzerinde giderilmeye çalışılan kronik kızgınlıklar problem çocukların yaratılmasının en önemli nedenlerinden biridir.
Zira anne/babalık ve çocuklar birer başarı ve yaptırım alanı değildir. Annelik ve babalık öncelikle sadece bir ilişkidir.
🙁 Gerginlik ve asabiyet bulaşıcıdır.
Her şeye kızarak iletişim kurmaya alışık kişilerin, bir şekilde üstünlüklerini kanıtlamak için bu yolu seçmiş olduklarından söz eder Butler. Sürekli karşı olma, kızma ve saldırma, kişinin başkası üzerinde kurmak istediği bir üstünlük, baskı aracı haline gelir.
Kişinin konuşup onu tedirgin eden durumları dile getirmesi, pek çok sorununun çözülmesine doğru atılan, son derece önemli bir adımdır.
Güçlü bir benlik, ancak isteklerini, dürtülerini ehlileştirmek ve eğitmekle oluşur.
Günümüzde iyi anne/babalık , çocukların her istediğini anında yerine getirmek, hatta çocuk talep dahi etmeden vermek, acıkmadan yedirmek, düşmeden kaldırmak; hata yapmadan önlem almak veya hatayı hemen onarmakla karıştırılmaktadır.
Fiziksel saldırının dışında, erkekler kızgınlıklarını sözel saldırıyla da belirtirler. Aşağılama, küçük düşürme, küfür, beddua etme, suçlama, eleştirerek tahrik etme de saldırganlığın farklı çeşitleridir. Kadınlarsa, kızgınlık yaşadıklarında saldırgan dürtülerini genelde sözel olarak dışavururlar.
Çocukken eğitilmemiş kızgınlık dürtüleri, yetişkinlerde de aynı oranda, ancak çok daha tehlikeli boyutlarda saldırganlıklarla ortaya çıkar.
Duygu, düşünce değildir. Demek ki, duygunun doğrusu ya da yanlışı da yoktur. Duygular kişisel ve görecelidir, o durumu, olayı yaşayan kişiye mahsustur.
.

Çalışmalarım süresince en sık rastladığım yanılgı, kişilerin duygularını davranış gibi algılayarak kendilerini yargılamalarıdır.

“Erkekler güçsüzlükleri adına utanır. Kadınlarsa güçleri adına..”
İçe atılan,açıklanmayan,halledilmeyen kızgınlıklar kişide bedensel(psikosomatik)rahatsızlıklar oluşturur.
Oysa kızmak aslında önemsemektir.
Ruhumuzun sinir uçlarıdır duygular.
Bitmemiş kavgalar yeni kırgınlık ve kızgınlıkları üretir.
İçe atılan, açıklanamayan, halledilmeyen kızgınlıklar kişide bedensel (psikosomatik) rahatsızlıklar oluşturur.
dışa vurulmamış öfke, kişide saldırganlık fantezileri ve düşleri yaratabilir.
Miller’e göre ikincil konumda bırakılan, hizmet ve serviste olan kişilerin, temelde bastırılmış bir öfkeleri vardır.
Kaba kuvvet ve saldırganlığa başvurmak aslında güç değil, güçsüzlük göstergesidir. Temelde çaresizlik ve güçsüzlüğü simgeler.
Kızdığı anda saldırmak, silahına sarılmak çok erkeksi bir görünüm sağladığı ve toplumca da alkışlandığı sürece, insanlarımızı ve değerlerimizi bir hiç uğruna yitirmeyeceğimizi düşlemek dahi imkansızdır
Kadının kızgınlığını dile getirmesinin önündeki çağdaş engellerden biri de, haklarına sahip çıkmaya çalışan, haksızlığa itiraz eden ve bunu açıkça dile getiren kadınlara, neredeyse hakaret anlamın da yapıştırılan feminist etiketidir. Toplumumuz feminizmin gerçek ve doğru anlamını bile bilmeden, toplumsal alanda tepkisini dile getiren ve hakkını arayan kadınlara, kötü çağrışımlarla feminist adını takmaktadır. Özellikle renkli ve popüler medyada feministler çirkin, cadı, erkeklere karşı, erkek düşmanı gibi yakıştırmalarla gösterildiğinden, birçok düşünen ve çağdaş kadın bu çarpıtılmış damga yı yememek için, zaman zaman en doğal haklarını savunmaktan kaçınabilmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir