İçeriğe geç

Bir Bilim Adamının Serüveni – Celal Şengör Kitabı Kitap Alıntıları – Sefa Kaplan

Sefa Kaplan kitaplarından Bir Bilim Adamının Serüveni – Celal Şengör Kitabı kitap alıntıları sizlerle…

Bir Bilim Adamının Serüveni – Celal Şengör Kitabı Kitap Alıntıları

İnsanı insan yapan yalan söylemektir. Yalan söylemeyen insan olamaz.
Sanat yapmayan bir toplum bilim de yapamaz. Hiçbir şekilde yaratıcılık olmaz. Yaşayamaz.
Ben içinde yaşadığım alemle ilgileniyorum, içinde yaşadığım alemin her şeyi beni ilgilendiriyor. Alem hakkında bilgi sahibi olduğun zaman o alemle temasa gelebilmek ve diyalog kurabilmek çok kolay hale geliyor. Kendini yalnız hissetmiyorsun. Ben, dünyada hiçbir yerde kendimi yabancı hissetmedim. O kadar hoş bir histir ki bu.
Ona dedim ki: Erkek arkadaşınla tam mercimeği fırına vermek üzeresin, aklına bir şey geldi, ‘bir dakika, bir not alayım, geliyorum’ diyebiliyor musun? Tutkunun derecesi işte bu! Ne yaparsan yap, aklında bilimsel sorunların olacak. Bu bilimsel sorunlar senin bütün benliğini saracak, seni rahatsız edecek, bunlar çözülmediği sürece uyuyamayacaksın. Bunu yaptığın zaman büyük bilim adamı olursun
Oya’yı eş olarak seçerken bunların hepsinin hesabını yaptım ben. Ben bu kızı seviyorum, güzeldir, sevişir koklaşırız ama bir süre sonra biter bu iş diye düşünmedim. Hatta ben evlenirken Oya’ya, Aşk, seks, şehvet ‘bir süre sonra biter’. Sonrasında aileyi bir arada tutacak şey sevgi ve onun temel kaynağı olan saygıdır. Benim sana, senin de bana saygı duyman lazım ki, bir arada durabilelim dedim. Oya’nın da aynı şeyleri düşündüğünü biliyorum.
Yetişmemin verdiği, çevremin verdiği, gözlemlerimin verdiği bir sürü saplantım var benim. Ben bilimi bunlardan kurtulup hakikate bir nebze yaklaşabilmek için yapıyorum. İlave lüzumsuz bir saplantıya daha gerek yok.
Kant diyor ki, biz kafamızda yarattıklarımızı doğaya empoze ederiz. Biz doğaya bakıyoruz. Bölük pörçük bir şey. Onları biz kafamızda topluyoruz. Bir şey yaratıyoruz kafamızda ve kendimize, işte doğadaki budur diyoruz.
Ben çok allame adam bilirim, bir sürü şey bilir, hiçbirisini birbirine bağlayamaz. Yani aptalın birisidir. Kafada depolamıştır. O içinde depolandığı kutuların kapakları bir türlü açılmaz. Adamcağızın kafasında bir sürü bilgi var ama bilgiyi kullanamıyor. Anlatabiliyor muyum? Bir sürü şey öğrenmiş, fakat o öğrendikleri, öğrendiği gibi duruyor kafasında. Özümseyip ondan bir şey yaratmamış. Aradaki ilişkileri kuramamış. Boşlukları kapatamamış.
Üniversite mesleğin kazanıldığı bir yer değil. Üniversite her şeyden önce bilgi üreten ve bilgi üretme yöntemlerini öğrencilerine öğretmeye çalışan bir müessesedir. Çünkü bilgi öğretme yöntemleri de çok iyi belirlenmiş yöntemler değildir.
Ben kural, kaide dinlemeyen bir adamım. Notları zamanında göndermem, istediğim zaman seyahate giderim, bazen izin almayı unutur giderim. İTÜ hemen izin yaratır. Bunun için İTÜ, çok önemli bir müessese Türkiye’de.
Ben asosyal bir adamım. İnsanlardan uzak durabileceğim, yani insanla temas kurmak zorunda olmayacağım bir alan olduğu için hoşuma gitti jeoloji. Bir de, fosillerle, bilmem nelerle falan uğraşıyorsun. Kitaplar, dersler, ödüller, hiç laf eden yok. Sen istediğini söylüyorsun, onlar istediğin cevapları veriyorlar. Kendileri hiçbir şey söylemiyorlar ama. Bundan daha hoş bir ortam olamaz.
Ben bu sel olan yerlerde ölen adamları bir türlü anlayamıyorum. Ya işte tabiat ikaz ediyor, burası dere yatağıdır, buraya ev yaparsan sel gelir götürür diyor. İlla dere yatağına ev yapmak zorundaysan da tedbirini al bari. Hayır, o yok, öteki de yok. Sen bunlardan hiçbirisini yapma, sel gelip çoluk çocuk herkesi öldürdüğünde de ah vah et! Hiç o ah vaha katılmıyorum ben.
Ben öğrencilerimle her zaman samimi bir ilişki kurmaya çalışmışımdır. Onlara söylediğim en önemli şey şudur: Benim söylediğim hiçbir şeye inanmamaya maksimum güç ve gayret gösterin. Benim söylediğim her şeyi kafanızda yanlış olarak düşünün ve benim söylediklerimi kendiniz bir mantık süzgecinden geçirin. Arkasından, bugüne kadar edindiğiniz bilgilerin süzgecinden geçirin ve benim söylediklerim acaba doğru mu, diye ölçüp biçin. Daha sonra, bunu literatür okuyarak test edin. Çünkü ben hep şu örneği veriyorum. Biz ormanda kaybolmuş bir grup insanız, hepimizin elinde bir çıra ve yol arıyoruz çıkmak için. Benim sizden farkım, benim elimdeki çıra sizinkinden biraz daha büyük ama bu benim doğru yolu bulacağımı garanti etmiyor. Her biriniz yolu bulabilirsiniz ve ben sizin peşinize takılır giderim. Bilim böyle bir şey. Hiç belli olmaz, sizin aranızdan biri tak diye bir şey bulur, benim size bugüne kadar söylediklerim hepsi çöpe gider. Paşa paşa otururuz karşılıklı ve ben sizden öğrenmeye başlarım. Ayrıca ben her zaman öğrencilerime ne kadar cahil olduklarını hatırlatırım.
Ben güzele aşıklardanım, cinsiyet ayrımı yapmıyorum. Güzelin mutlaka seks çağrıştırması, hayatta başka tutkusu olmayan zavallı insanlara mahsus bir histir. Güzel, insan şeklinde olur, mimaride olur, edebiyatta olur, bir bilimsel varsayımın zerafetinde olur. Hepsine hayranlık duyulur. Hepsi insanda yaşamı güzelleştiren hoş hisler uyandırır.
Herkes eşit Ama herkes eşit olamaz ki! Bu zırva bir şey. Herkese eşit muamele de yapılamaz, o da zırva bir şey. Değil mi? Akıllısı var, aptalı var, okumuşu var, okumamışı var, görgülüsü var, görgüsüzü var
Büyük, çok büyük belalardan birisidir. İnsanlığı geri götüren olaylardan birisidir Fransız İhtilali. Aristokrasinin elimine edilmesi, ayaktakımının yönetime geçmesi, bilimin öldürülmeye çalışılması Lavoisier mahkum edilirken, oradan hırtın biri bağırmış halk mahkemesinde, Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur diye. Yani bugünkü milli eğitim anlayışımız Fransız İhtilali’nin çocuğudur. Kimse bu sözün iltifat olduğunu zannetmesin. Rus İhtilali ve Hitler’in Nasyonel Sosyalizmi de Fransız İhtilali’nin doğal çocuklarıdır. Bunların hepsi aşırı hizipçi fikirlerdir. Bunların hepsini Fransız İhtilali yaratmıştır. Fransız İhtilali ilk defa, düşünmekten aciz ayaktakımının yönetime geçmesini meşru kılmıştır.
Einstein, Evrenin en anlaşılmaz tarafı, anlaşılabilir olmasıdır diyor. Biz bunu bilim sayesinde anlayabiliyoruz.
Ben insanları diğer hayvanlardan ayrı bir şey olarak görmüyorum. İnsan haklarıyla, insanların korunmasıyla fokların korunması arasında hiçbir fark görmüyorum ben. Tek fark insanların yarattığı ve potansiyel olarak yaratabileceği eserlerdir. Ben yalnızca onların hayranıyım. İçinde yaşadığım alem hakkında bana bilgi vermeyen veya bir sanat eseri yaratmayan insanın bene foktan farkı yok.
Ben, Fuat Sezgin’le tanışana kadar İslam âleminin bilimde bu kadar büyük işler yaptığını bilmiyordum. Benim bildiğim, ekseriyetin bildiğiydi: İslam âleminin yegane başarısı, eski Yunan bilimini alıp tercüme etmek, yani konserve yapıp Batı’ya, Rönesans’a takdim etmekti. Ben böyle düşünüyordum. Fuat Bey’le tanıştıktan sonra bunun böyle olmadığını, İslam âleminin Yunan bilimini çok eleştirel bir gözle ele aldığını, buna bir sürü ilaveler yaptığını, gelişmelere neden olduğunu hayretler içerisinde gördüm ve Fuat Bey’in üretimi karşısında daha çok hayrete düştüm. Düşün, 1000 küsur kitap (makale değil, koca koca kitaplar), insanın aklı duruyor; bunun yanında sayısız konferans, dünyanın çeşitli yerlerinde kurulmuş müzeler; şahane bir şey.
Newton ne demiş: Daha ileriyi görüyorsam devlerin omuzlarında durduğum içindir
Newton ne demiş: Daha ileriyi görüyorsam devlerin omuzlarında durduğum içindir.
Bir akşam Yarımburgaz Mağarası’na gideyim dedim. Ağustos ayıydı. Gittim, Şaban’ı da aldım. Hayatımda ilk ve son defa bir speleolojik ihtiyatsızlık yaparak, yanımda sadece bir el feneri ile mağaraya girdim. Güya mağaracıyım. Şaban’la girdik içeriye. Anlatıyorum Şaban’a. Nasıl huzurlu bir ortam Dar bir tünele girdik olabilecek en kötü şey oldu, tak dedi gitti lamba. Döndüm Şaban’a, kibriti versene dedim. Celal Bey ben sigara içmem demesin mi?
– Uluslararası bilim ödüllerinde de böyle oluyor demek ki
– Ben hayatımda çok ödül alıp, çok akademiye seçildiğim için gayet iyi biliyorum bu sistemi. Xavier’ye o zaman dedim ki, Benim seçilmek istediğim bir akademi var. Ama oraya birilerinin yardımıyla seçilmek mümkün değil . Böyle bir akademi dünyada yok, sana söyleyeyim dedi Xavier. Bu dedim, İstanbul’un Semavi Akademisi’dir. Buraya ancak öldükten sonra seçilebilir insan. Şart da gayet basit. Öldükten sonra İstanbullu alimler seni hatırlayacaklar. Yani bugün Maximos Planudes’i düşün, bir Nikephoros Gregoros’ı düşün, bir Katip Çelebi’yi düşün. Böyle bir adam olduğun zaman yüzyıllar boyu hatırlanırsın. Ben buraya seçilmek istiyorum. Xavier dedi ki, hakikaten orada kimse yardım edemez.
– Pekala bu sizin düşünce dünyanıza aykırı bir talep değil mi?
– Ne gibi?
– Semavi dinlerle ilgili bir kavram
– Bunun dinle alakası yok! Bu adamlar ölü. Bu adamların isimleri ve eserleri yaşıyor. İsimleri de eserleri dolayısıyla yaşıyor. Hatta bir keresinde kime yazdığımı hatırlamıyorum, belki de Maja’ya yazdığım mektuplardan birinde, şöyle bir şey dedim: İstanbul’da sisli ve yağmurlu bir gece, eski İstanbul sokaklarında dolaşırken, birbiriyle sohbet halinde gezinen kapüşonlu, uzun cüppeli hayaletler görürsün. İşte bu hayaletler İstanbul’un Semavi Akademisi’nin üyeleridir. Ben bunların arasına karışmak istiyorum.
Ben jeolojiyi küçük yaştan, yani Jules Verne’in Arzın Merkezine Seyahat kitabını okuduğum günden itibaren sevmeye başladım. Öğretmenim tavsiye etmişti. Hemen arkasından, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı okudum. Onu da okuduktan sonra kendi kendime, Adam olmak demek, Jules Verne’in tarif ettiği kahramanlar gibi olmak demektir diye düşündüm. Mesela, kitaptaki kaptan inanılmaz kültürlü bir insandı, dört dörtlük bir insan Ben ilkokul çocuğu olarak bunu okuduğum zaman büyülendim! Dedim ki, ben böyle bir adam olmak istiyorum.
Bir şeye tutkuyla bağlandığı zaman gözü başka bir şey görmez insanın. Tıpkı aşık olmak gibi. Zaten bu tutku olmadan bilim veya sanat yapılmaz. Her şeyde tutku şart. O tutkuyu geliştirmediyseniz, vah yazık size.
Din insanları mutlu mu ediyor sanıyorsun? Korkutuyor. İnsanı mutlu eden, dinin isteklerine uyarak dinin tehditlerinden kaynaklanan korkudan kurtulmaktır.
Yaratıcılık çok önemli. Jules Verne olmasaydı, Jules Verne’in hayal dünyası olmasaydı, ben olmazdım.
Ben burada yaşıyorum. Dünyaya gelmişim, bu dünyada su var, taş var, hava var, bilmem ne var; bunları bilmem lazım. Etrafımda cereyan etmiş bir sürü olaylar var, dolayısıyla tarih bilmem lazım. Yani ben konu bile ayırmıyorum, bilgiyi birbirini etkileyen öğelerden oluşmuş bir bütün olarak görüyorum. Bunun mümkün olduğu kadar fazlasını edinmeye çalışarak yaşamak, hayattaki en büyük tat, daha büyük tatmin düşünülemez.
Ben kendime ”Türkiye beni ciddiye alıyor mu? ” diye hiçbir zaman sormadım. Çünkü ben Türkiye’yi ciddiye almıyorum.
Problem çözüyorum, dolayısıyla tatmin oluyorum. Kimsenin çözmediği, kimsenin bilmediği, o ana kadar kimsenin aklına gelmemiş, o ana kadar kainatta hiç kimsenin görmediği bir şeyleri görüyorum.
Ben güzele aşıklardanım, cinsiyet ayrımı yapmıyorum. Güzelin mutlaka seks çağrıştırması, hayatta başka tutkusu olmayan zavallı insanlara mahsus bir histir. Güzel insan şeklinde olur, mimaride olur, edebiyatta olur, bir bilimsel varsayımın zerafetinde olurç Hepsine hayranlık duyulur. Hepsi insan yaşamını güzelleştiren hoş hisler uyandırır.
Çünkü aklı başında insanlar isek ortak bir yere varabilmemiz lazım. Sen ve ben aynı dünyayı gördüğümüz kanaatinde değilsek birlikte yaşayamayız. Birlikte yaşayabiliyorsak, akılcı bir fikir alışverişi yapabildiğimiz içindir.
Bizden çalınan eserleri geri istiyoruz; geliyorlar; bir hafta sonra eserlerin emanet edildiği müze müdürü onları çalıyor! Sonra da bazı sivri akıllılar çıkıp “Türkiye’ye tarihi ve tabii değeri olan hiçbir şeyi, hele hele eldeki tek bir örnekse asla iade etmeyiniz,” diyorum diye bana kızıyor.
İstikbale müteallik asla kesin konuşmamalıdır insan. Ne olacağını hiç kimse bilemez. Atatürk bile vatanı Selanik’e bir daha dönemedi ve kendisiyle bu konuda her konuşanın vurguladığı gibi, o büyük acı onu ömrünün sonuna kadar kemirdi.
— Siz, 2000’den sonra AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte siyasi konularda sesinizi daha fazla yükseltmeye başladınız
— Evet, çünkü ilk defa dehşete düştüm. İlk defa Türkiye’nin çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğu kanaatine vardım.
Tevazunun kaynağı iltifat avcılığından ibaret
Bilim iltifat gördüğü yerde olur ve bilim, kültürden kültüre dolaşır. Hangi kültür bilime iltifat ediyorsa, bilim o kültüre gelip yerleşir.
Bizim Efesli Herakleitos’u hatırla. Ne diyor? Deniz suyu balık için yaşam, insan için ölümdür.
Oğlum doğmadan, eşime şunu söyledim: “Bak bu çocuk doğacak, bu çocuk kendi başına adam olacak, sen bu çocuğu etkileyemezsin. Etkileme ümidindeysen, derhal bu ümitten vazgeç. Çünkü bedbaht olursun. Nasıl arkadaşına, dostuna, tanımadığın bir kişiye kendi fikirlerini beyan edersin, onu alıp almamak karşındakinin sorumluluğundadır, çocuk da aynıdır.”
Ben oğluma kendi düşüncelerimin ne olduğunu ve sebeplerini anlattım. Benim anam babam da dindar insanlardı ama beni tamamen serbest bıraktılar. Dolayısıyla, ben de oğluma, “Sen tamamen serbestsin,” dedim.
Raffello’ya bakıyorsun, Atina Ekolü, Vatikan’da Stanza della Segnatura’daki o muhteşem duvar resmi. Şimdi oradaki adamlara bakıyorsun, biliyorsun işte, bu Platon’dur, bu Aristoteles’tir diye. Sonra Platon’a bakıyorsun, Leonardo da Vinci olduğunu görüyorsun. Herakleitos’a bir bakıyorsun, Michelangelo. Çünkü Raffaello kendi arkadaşlarını koymuş tabloya. Bütün o Yunan ekolünü temsil eden adamların hepsi Raffaello’nun çevresindeki adamlar. Raffaello’nun kendisi de var resimde.
Mesela deniliyor ki, şans hazırlıklı akılları tercih eder.
— Tabii o zaman Özal çok güzel şeyler söylüyordu. Büyük bir hata yaparak ben oyumu Özal’a verdim.
— Sonradan pişman mı oldunuz?
— Pişman oldum. Çünkü bu yobazlık hikayelerini falan Özal sardı başımıza.
Thomas Jefferson’un meşhur lafıdır: “Anayasanın görevi nedir? Milleti hükümete karşı korumaktır.”
Benim aşağı gördüğüm kültürlerdir, kişiler değil. Çünkü kişileri kurtarabilirsin ama kültürü değiştirmek zordur. Bu tür kültürlere saygım yok benim. Bir kültür, sadece kültürdür diye saygım yok. O kültür belli bir şey yaratmışsa, bir uygarlık yaratmışsa saygım büyük tabii ki.
“Değiştiremeyeceğin şeylerden şikayetçi olma, etrafındaki insanların asabını bozmaktan başka bir işe yaramaz,” dedi.
—Benim jeolog olmamın temel sebebi şuydu: İnsanın bulaşmadığı bir iş yapmak. Yani konunun içinde insan olmayacak.
—Niye?
— İnsanları sevmediğim için.
Halil (İnalcık) Hoca’ya, “Nereden çıktı bu adam hocam?” diye sordum. Halil Hoca bana, “Celâl bu adam dâhiydi, hiç izahı yok. Bu, Atatürk nereden çıktı, demeye benziyor.” dedi.
Sir Francis Younghusband’ın Heart of A Continent diye bir kitabı vardır, orada, “Bu Çinliler bir garip adamlardır; fareleri, kaplumbağaları, yılanları, kedileri yerler fakat süt ürünlerini iğrenç addederler,” diye yazar.
Çok dedikodu yapıldı, tipik Türkiye Abdülhak Hamid, bizim millet söylemez, söylenir demiş ya, tamamen öyle.
— Bunu böyle yazarsak biseksüel diyecekler
— Hayır hayır, asla! Bunun seksle hiçbir alakası yok. Bernard Shaw ne diyor, Pygmalion’da: “Sıradan insanlara güzellik, tutku, hayranlık dediğiniz zaman bunlar seksin değişik çeşitleri olarak akıllara geliyor.” “Halbuki,” diyor “İyi yetişmiş bir insan, zevkli bir evde, kültürlü bir annenin elinde büyümüş bir insan bütün bunlara değişik kulplar takar.”
— Kızların bacaklarından vazgeçtiniz, artık çocuklarla ilgileniyorsunuz?
— Ben güzele âşıklardanım, cinsiyet ayrımı yapmıyorum. Güzelin mutlaka seks çağrıştırması, hayatta başka tutkusu olmayan zavallı insanlara mahsus bir histir. Güzel, insan şeklinde olur, mimaride olur, edebiyatta olur, bir bilimsel varsayımın zarafetinde olur. Hepsine hayranlık duyulur. Hepsi insanda yaşamı güzelleştiren hoş hisler uyandırır.
— Pekala Amerika’nın sanayi ve bilimdeki başarısını nasıl yorumluyorsunuz?
— Amerika’nın sanayi ve bilimdeki başarısı zahiridir. Neden? 1945’te Avrupa çöktü. Avrupa neden çöktü? Fransız İhtilalinin attığı tohumlar 20. yüzyılda Avrupa’da meyve verdi ve Avrupa’yı çökertti. Avrupa’daki bütün akıllı adamlar, Avrupa’daki yüzyılların meyveleri, Amerika’ya gitti. Ve Amerika’da ilk defa bilim müthiş bir patlama yaptı. Bu daha harp içerisinde olmuştu zaten. Üstün kaliteli bilim insanlarının yarısı Naziler’den kaçmıştı. Örneğin Amerika’da atom bombası yapan ekibin başında kim var? Hans Bethe, Alman. Bombanın yapılmasına karar veren adamlar kimler? Leo Szilard, Macar. Amerikan Başkanı Roosevelt’e, “Bu bomba gereklidir” diye mektup yazan kim? Albert Einstein, Alman. Oppenheimer, güya Amerikan grubunun başı. Nerede okumuş, Göttingen’de
Ayaktakımı her zaman başarılı olur yönetimde. Ekseriyete kuyruk sallayan her köpeğin seveni çok olur.
—Dedem için Atatürk Cumhuriyeti en kıymetli şeydi. İki dedem de, “Biz vatan kaybettik, bunu ne demek olduğunu biliyoruz,” diyorlardı. Her ikisi de Menderes ve şürekasını Atatürk’e ihanet etmiş kişiler olarak görüyorlardı ki ben bugün her iki dedemin o yargılarına tamamen katılıyorum.
Adnan Menderes asıldığı zaman rahmetli dedim, “Hiçbir insanın ölümüne sevinilemez, çük üzüldüm, ama müstehaktı,” dedi.
—Ateist olarak mı tanımlıyorsunuz kendinizi?
— Elbette. İşte bu nedenlerle MHP çok antipatik geliyordu bana. Komünistler nasıl dangalak takımı gibi geliyorsa MHP’yi de hiç farklı görmüyorum.
— MHP’li oldunuz mu hiç?
— Katiyen, şiddetle karşıyımdır MHP’ye. Çünkü içinde din var. İçine dini alan herhangi bir şey otomatik olarak düşmanımdır. Komünistler ne kadar antipatik geliyorsa bana, MHP de o kadar antipatik geliyordu.
— Nihal Atsız filan okuyor muydunuz o dönemde?
— Hayır, onların topunu okuyup reddetmiş vaziyetteydim. Okudum, ilkel geldi, bıraktım.
Ben İsmet Paşa’nın vasat yetenekli, çok cesur olmayan, ancak çok vatanperver ve sadık bir insan olduğu kanısındayım. Cesaret eksikliği, kişisel değildir. İsmet Paşa kendini ateşe atmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. Ancak memleketi adına iş yaparken çekingendi, risk almayı sevmezdi. Atatürk’ün ataklığı, cüreti onda yoktu ki bu da herhalde Atatürk’ün dehasına sahip olmamasından kaynaklanan bir ihtiyat tedbiriydi.
Ben de, “Ben ateistim, yani hiçbir şeye inanmayan bir adamım,” dedim.
Einstein, “Evrenin en anlaşılmaz tarafı, anlaşılabilir olmasıdır,” diyor.
Düşününüz ki, devlet televizyonunuz, Darwin teorisi çürütüldü diye uygar ülkedeki ortaokul çocuklarının bile güleceği bir yayın yapıyor ve kimse o kurumun başındaki adamı kulağından tutup defetmiyor. Edemiyor, çünkü aynı kafada iki tane milli eğitim bakanımız olmuş! Yakın zamanda tek bir yabancı dil bilmeyen bir cumhurbaşkanımız vardı. Şimdi gene tek bir yabancı dil bilmeyen bir başbakanımız var. Böyle bir ülke olabilir mi? Olduğu zaman buna katlanılabilir mi? Resmi devlet kanallarının alenen yalan söylediği bir ülkede nasıl güven içinde yaşayabilirsiniz?
Diyorum ya, demokrasiye büyük bir sempatim yok zaten. Hitler’i de demokrasi getirdi. Ben bu sistemle bağdaşmak mecburiyetinde değilim. Bir sistemi tenkit edebiliyorum. Ben 80 milyonluk bir ülkeyi idare edebilecek insanların, görgülü bir çevreden, iyi okullardan geçip gelmeleri ve dünyayı bilmeleri lazım geldiğine inanıyorum. Dünyayı bilmeden, küreselleşen bir dünyada bir memleketi idare edemezsin. Ben onun için AKP’yi, bir DP-AP geleneğinden gelen bir parti olarak görmüyorum. Evet, onların açtığı yoldan gitti AKP ama bu tamamen yeni bir oluşum. Kanımca Türkiye’yi çok büyük bir felakete çekmekte olan bir süreci başlattı bu parti. Halkı çok ciddi olarak böldü. Buna izin verilmemesi lazım.
Amerikalı sosyal psikolog Robert Edgerton’un Sick Societies (Hasta Toplumlar) isimli pek güzel bir kitabı vardır. Tüm solcu ve sağcı dostlarımıza öneririm. Hele onu Richard Dawkins’in eserleriyle beraber okurlarsa, solculuk ve sağcılık hastalıklarından kurtulmalarına büyük ölçüde katkı yapacaktır.
Yanlış olduğu sabit bir şeye hürmeti anlamam mümkün değildir. Dünyanın düz olduğunu iddia eden bir adamın hiçbir şeye etki edememesi lazım bu dünyada.
– İnsanların inanca ihtiyacı var. Bu sosyolojik bir olgu
Niçin var yahu, ben bu zırvalığı anlayamıyorum.
– Siz zihninizdeki sorunları çözmüş, onlar da çözememiş olabilirler
Ama ben diyorum ki, bunlara şunu öğretelim: Eğer düşürseniz, eğer okursanız, eğer tahsil edersiniz bunları göreceksiniz. Dolayısıyla, yapmanız gereken şey bu konuda düşünmüş olan insanlara kulak vermek.
Yetişmenin verdiği, çevremin verdiği, gözlemlerimin verdiği bir sürü saplantım var benim. Ben bilimi bunlardan kurtulup hakikate bir nebze yaklaşabilmek için yapıyorum. İlave luzumsuz bir saplantıya daha gerek yok.
Kainat insan beyninde kendini tefekkür eder.
Benim milliyetçiliğim çok enterasandır. Mesela Türkiye’deki milliyetçiliğin bileşeni ne yazık ki din olmuştur. Bende ise tam aksine, din karşıtlığı var. Dolayısıyla Türk milleti deyince, benim kafamda ideal olarak şamanist Türk milleti beliriyor. On iki hayvanlı Türk takvimi olan.
Halil Hoca şöyle anlattı bana Köprülü’yü: Köprülü seminirlere gelirdi köşede bir sandalyede otururdu, oradan bir laf sıkardı. İnan elli sene sonra hala onun sıktığı o laflarla uğraşıyoruz. Bambaşka bir adamdı Köprülü. Bunun için Köprülü’ye çok büyük saygı duymuş ve bağlanmışlar. Halil Hoca’ya, Nereden çıktı bu adam hocam? Diye sordum. Halil Hoca bana, Celal bu adam dahiydi, izahı yok. Bu, Atatürk nereden çıktı, demeye benziyor. dedi.
Gerçek bir Türk ve büyük bir asker olan Timur iki saatte dağıttı koskocaman Osmanlı ordusunu. Timur dalga geçiyor adamlarla, harp meydanına bile inmiyor ve oturup Şahruh’la satranç oynuyor. Merak edip de başını çevirerek bakmamış bile ne oluyor orada diye. Karşındaki de yere göğe koyamadığımız meşhur Niğbolu fatihi Beyezid Han. Ne bir strateji fikri var, ne başka bir şey. Timur ise Anadolu’nun coğrafyasını Bayezid’den daha iyi biliyor. Düşünebiliyor musun, Anadolu’nun etnik yapısını Bayezid’den daha iyi biliyor. Onu Bayezid’in aleyhine kullanıyor. Herif ta Semerkand’dan kalkıp geliyor. Aynı adam Moskova’da, Hindistan’da çarpışırken de aynı şeyleri yapıyor. Bizimkinin dünyadan haberi yok. Kendi veziri Çandarlı, Padişahım, duyuyoruz, bu herif bela. Biz bununla muharebe etmeyelim, gerilla harbi yapalım diyor. Padişah ise Erkekliğe sığmaz diye aptalca bir nedenle geri çeviriyor bu öneriyi.
Yine biir gün Olivier ile oturuyoruz, Karl Popper’den bahsettik. Olivier, Sen Popper’i nereden tanıyorsun? dedi. Ne demek, herkesin bildiği biri dedim ben de. Hayır, Fransa’da bile çok az kişi bilir dedi. Meğer, Popper, Olivier’in babasının iyi dostuymuş. Olivier yatağının altından bir kutu çıkardı. Siyah bir kutu. Babası ile Popper’in mektuplarıydı. Yatağın altında duruyordu. Fransa gibi bir yerde olmanın ne anlama geldiği o zaman birdebire kafana dank ediyor. Uygar bir ülkede olmak böyle bir şey demek işte. Bir kültür atmosferinin içinde nefes alıp veriyorsun. Ama Türkiye fakirhane. Türkler ellerindeki nimeti de yok ederek fakirleşmişler iyice. Bugün İstanbul’da yaşayan adamlar farkında bile değil nerede yaşadıklarının. Birbiriyle karışmayan iki sıvı gibi İstanbul ve onun içinde yaşayan nüfus.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir