Kolektif kitaplarından Bilimlerin Işığında Yaratılış kitap alıntıları sizlerle…
Bilimlerin Işığında Yaratılış Kitap Alıntıları
entelektüel bir oyun görüntüsü vermektedir. Modern felsefenin rasyonalist, seküler, aydınlanmacı ve pozitivist karakteri modern bilimin nicelik alanında elde ettiği başarıları arkasına almış ve kâinatın sırrını çözebileceğini vehmetmiştir. Ancak geldiği nokta itibarı ile tam bir anlamsızlık girdabıdır. İnsanlar, ruhani bağlarından kopartılıp, bencil ve egoist bir düşünce yapısına sahip kılınmaktadır. Bu yüzden insanlık fazilet değerlerinden sıyrılarak huzursuz edilmiştir. Mevcut bilimler için paradigma eksik, yanlış ve hastalıklarla dolu bulunuyor. Bu yüzden insani değerlerle eğitim ve bilim anlayışı arasında genetik uyumsuzluk her zaman
dikkat çekmektedir.
Zaten bu yüzden mucize gösteren peygamberlerin birinci ve en temel iddiası, kendisini bu harikulade hallerle donatıp insanlara elçi olarak gönderen o Zat’ın varlığıdır. Mucizeler, doğrulukları ile bilinen ve kendileri için hiçbir şey istemeyen hak peygamberlerle peygamberlik iddiasında bulunan yalancıları birbirinden
ayıran adeta turnusol kâğıtlarıdır.
Bilimlerin Işığında Yaratılış, Üsküdar Üniversitesi Yayınları
Prof. Dr. Yunus Çengel
Prof. Dr. Yunus Çengel
Küçülmek bilginin azalmasına basitlesmesine neden olmuyor, aksine artmasını sağlıyordu.
Kainattaki yaratılışın 6 günde meydana geldiği Kuran’da yazar. Bu gün ifadesi bir periyot, devir anlamındadır.
1. Gün dediğimiz bir milyar yıllık bir zaman dilimini kapsar, enerjiler birbirlerinden ayrılırlar.
2. Gün ön galaksiler yaratılır, 3 milyar yıl sürer.
3. Gün galaksiler meydana gelmiş ve 5 milyar yıl sürmüş.
4. Gün kainatın 10,3 milyar yaşına kadar devam etmiş ve galaksiler iyice belirgin hale gelmiş.
5.Gün kainat 11,5 milyar yıl olana kadar sürer. Güneş sistemimizin yörüngeler etrafında döndürülen gezegenleri ile yaratılış serüveni başlar.
6. Gün hayat belirlenmeye başlar ve insan yaratılır.
İnsan gözü çok kompleks anatomik bir alettir. Bir kameradan daha mükemmel bır şekilde yakındaki ve uzaktaki cismin odaklanmış görüntüsünü beyindeki görme merkezine anında aktarmaktadır. Cismin ve görüntünün merceğe uzaklığı ve merceğin odak uzaklığı arasında;
1 bölü f eşittir 1 bölü p artı 1 bölü q
ile verilen bir ilişki vardır. Burada p cismin merceğe uzaklığını, q görüntünün merceğe uzaklığını ve f ise kırılma indisine ve merceğin eğrilik yarıçapına bağlı olan odak uzaklığını göstermektedir. q sabittir ve yaklaşık 1.80 cm.dir. Cismin uzaklığı değiştikçe odak uzaklığı da değişmeli ki görüntü hep gözün arka yüzeyinde retina denilen yerde meydana gelsin.
Mesela: 1 m uzaklıktaki bir cisme bakınca odak uzaklığı 1.77 cm olması gerekirken, 100 m uzaklıktaki bir cisme bakınca odak uzaklığı 1.80 cm olması gerekir.
İşte 1 m uzağa bakan insan gözü hemen 100 m uzağa bakmak isteyince, merceğin eğrilik yarıçapı dolayısı ile odak uzaklığı anında ve farkedilmeyecek bir yumuşaklıkla değişir ki, böyle bir optik aleti bütün optikçiler bir araya gelseler yapamazlar.
Bu süreçte gözde bulunan çok sayıda alt birimler (göz merceği, iris, kornea, göz bebeği, mercek kasları, retina vs.) büyük bir yardımlaşma ve hassasiyet içinde çalışmaktadır. Bunlardan retina milyonlarca hassas alıcılardan (ışığın şiddetini ölçen”rods” ve ışığın frekansını ölçen ”cones”) teşekkül etmektedir. Bu alıcılar da optik sinirler vasıtası ile beyinde görüntünün algılanmasına katkı sağlamaktadır. Tabiatın tanımı içinde yer alan unsurlardan en üstün sıfatlara sahip; akıllı, şuurlu ve ilim sahibi tek varlık olan insan böyle bir optik aleti hem de birçok insanla hem de uzman olan optik ve fizikçilerin biraraya gelmesiyle yapamadığı halde, nasıl; ”Bu işleri tabiat yaptı” denir. Denilse ahmakça olmaz mı?
Darwin ; ”İnsanların sahip olduğu göz beni teorimden soğuttu” dediği halde, gerek evrim teorisine dayalı ve yaratıcı ile ilişkilendirilmemiş yorumlar, gerek ”tabiat veya tabiat ana böyle yaptı gibi fikirlerin fen kitaplarında yer alması, bilimi dinsizliğe alet etmekten başka bir şey değildir.
Cevap: Allah’ın (celle celâluhu) hidayet vermesi ve hidayete erdirmesi demek,insanda hidayetlenmeyi yaratması demektir. Saptırması da onda sapıklığı yaratmasıdır.537
Nasıl hür irademizle kolumuzu kaldırmak isteriz, Allah (celle celâluhu) o sırada kaldırmayı yaratır ve kol kalkmış olur. Adım atmak isteriz, bacağımızda kasların hareketini yaratır, bir yere ve objeye bakmak isteriz, o görüşümüzü bakmak istediğimiz şeye ve objeye çevirir, gözün hareketini ve görmesini yaratır; bir şeyi konuşmak isteriz, ağız hareketlerini yaratarak konuşma gerçekleşir. Aynen bunun gibi; hidayet ve sapıtma (idlâl) da; insanın özgür iradesi ile seçimi (ihtiyarı) üzerine,Allah’ın (celle celâluhu) onda hidayet ve sapıklığı yaratmasıdır.538
Şöyle bir örnek de konuya açıklık getirebiliriz: Güneş’e bakan bir penceremiz olduğunu düşünelim. Bu pencerenin perdesi açma düğmesine basınca açılsın, kapatma düğmesine basınca da kapanmış olsun. Biz güneş ışığının eve girmesini istediğimiz arı, aç düğmesine basarız ve düzenek perdeyi açar. Perdeyi kapatmak isteyince de kapat düğmesine basarız ve perde kapanacaktır.
Örnekte olduğu gibi; iradeyle bir şeyi istemekle, biz sanki düğmeye basmış oluruz. Bu istek Üzerine Allah, düğme doğrultusunda, istediğimizi yaratacaktır. Hidayeti isteyen perdeyi açmak istemiş ve ”aç” düğmesine basmıştır. Bunun Üzerine Allah küfür perdesini açar ve onun gönül evi içine iman ışığını gönderir. İnkâr etmek isteyen de perdeyi kapatmak istemiş ve ”kapat düğmesine basmıştır. Bunun Üzerine Allah, iman ışığına karşı onun kalp evinin perdesini kapamış ve onda sapıklığı ve küfrü yaratmış olur.
Televizyon karşısına geçen biri eline kumandayı alır, düğmelerle kanalları seçer. Burada da kumanda cihazı, irade cihazımıza benzer. Kanallarda iyi ve kötü programlar vardır. Biz özgür irademizle istediğimiz programa ve kanala girebiliriz. Televizyondaki program: yapan başkası olsa da, o programa girmek isteyen ve düğmeye basarak giren başkasıdır. Kanal seçme gibi, hayatta da sürekli tercihler yaparız. Küfür ve günah kanallarından birini seçmek istersek, yalnız onun düğmesine basmamız yeterlidir. Hidayette de durum böyledir.
Balıkta bacak olmamaması onun için bir eksiklik olmadığı gibi, filde kalın bacakların olması da onun için bir kusur değildir. Her tür dünyada yaşayabilmesi ve tabiatin kendisine düşen görevi bihakkın yapabilmesi için en uygun ve en mükemmel organ ve organellerle donatılmıştır. Her canlı türünün, yaşamasına uygun ortam şartlarının oluşturulduğu bir zaman diliminde bir erkek ve bir dişi olarak yaratılıp Üreme kanununa göre çoğalarak dünya üzerinde yayılmış olmaları mantıklı bir düşüncedir. Bu sırada yeni ortamına uyum sağlamak için genetik potansiyelinin müsaadesi nispetinde tür içi değişikliklere maruz kalarak alt türler, varyeteler ve ırklar şeklinde tür içi çeşitlenmeler meydana gelebilir. Ancak bu değişiklikler türün gen havuzu dışına çıkacak nispette değildir.
Bütün canlı türleri bir anda yaratılmamıştır. Tedrici bir yaratılış sırası, yani türlerin dünya Üzerinde görünmesi ile ilgili bir zaman akışı vardır. Bunu fosillerden anlayabiliyoruz. Bu sıralamada bakterilerin ilk yaratılanlar arasında olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sebebi bakterilerin basit olmalarından değil, kendilerinden sonra yaratılacak türlerin dünyada yaşayabilmeleri için uygun ortam şartlarının sağlanmasında görevli olduklarındandır.
Meselâ, azot fikse eden bakterilerden önce bitkiler yaratılmış olsaydı, bitkiler yaşayamazdı. Çünkü toprakta azot olmayacak ve bitkiler ihtiyacı olan azotu bulamayınca açlıktan öleceklerdi. Oysa azot bakterileri havanın azotunu fikse edip toprağa verirler. Böylece toprak azotça zenginleşmiş olur ve bitkilerin yaşamasına hazır hâle gelir. Bu sıralamaya göre dünyada en son yaratılan türün insan olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü insanın yaşayabilmesi için diğer canlı türlerinin oluşturduğu tam bir ekosisteme ihtiyaç vardır. Insan olmadan diğer canlılar yaşayabilir. Ancak diğer canlılar olmadan insan yaşayamaz. Kabaca bakterilerden sonra bitkilerin, sonra ot yiyen hayvanların ve sonra da et yiyen hayvanların yaratılmış olduklarını söylemek mümkündür. Dünyadaki besin zinciri böyle bir yaratılış sırasını gerektirir.
Evrimi salt bir değişim olarak düşünürsek tabiatta ve canlılarda elbette bir değişim vardır. Ama bu bir türün başka bir türe değişip dönüşmesi şeklinde değildir. Değişim belli sınırlar içinde olabilir. Sınırsız bir evrimden bahsedemeyiz. Tür içi evrim (değişim) vardır ve canlı türlerinin tabiatta yaşayabilmesi ve farklı ortamlara uyum sağlayabilmesi için de bu gereklidir. Ancak bir türün başka bir tür canlıya onun da bir başka türe evrilmesi, yani evolüsyon manasında bir evrim düşüncesini kabul etmek mümkün değildir. Ne fosil çalışmaları ne de modern bilim böyle bir evrim görüşünü desteklememektedir.
Darwinciler en büyük yanılgıya, ”insanı tanımlarken düşmektedirler. Evrimciateist biyologlar, insanı sıradan bir canlı türü olarak tanımlamaktan neredeyse büyük zevk almaktadırlar.
Onlara göre insanın ilk atası bir zamanlar ağaçlarda böcek yiyerek hayatını Sürdüren bir organizmaydı. Bu ata organizma milyonlarca yıl süren bir ”doğal seçilim yoluyla evrimleşti ve tesadüfler bugünkü modern insanı ortaya çıkardı.
Aman ne güzel bir bilimsel (!) açıklama
Biyoloji ve antropoloiinin verilerinden ancak bu kadar çarpık bir açıklama çıkarılabilir. En basit bir canlıyı tanıyan bir biyologun, ”insan denilen karmaşık bir varlığı, îlkel bir hayvansal atadan doğal seçilimin ve tesadüflerin inşâ ettiğini söyleyebilmesi mümkün değildir. Bu, ancak hayat hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan birilerinin saçmalıkları olabilir. İnsana özgü biyoloiik, ruhsal ve zihinseI-entelektüel donanım hep inkâr edilmektedir. ”Zigot denilen hücreden (yumurta ve spermin birleşmiş hali) belli bir program ve düzen içinde ardışık bölünmelerle insanın nasıl inşâ edildiğini gören birinin, bu olup bitenleri tesadüfle açıklaması, onun aklından zorunun olduğunu gösterir.
Bırakınız insan gibi karmaşık bir varlığın tesadüflerle inşasını, ondan daha basit bir DNA ve protein molekülünün bile tesadüfle inşâ edilmesi imkânsızdır. Bir hücrenın rasgele inşâsı ve mükemmel bir organizasyonu gelebilmesi için bırakınız milyon Yillari, dünyanın yaşı da yetersiz kalır.
Darwincilerin bilim dünyasına papağan gibi tekrar ettikleri bir şey daha var. 0 da evrim teorisini eleştiren biyologlarını canlılardaki ”değişimi anlayamayan ınsanlar olarak göstermeleridir. Oysa evrim teorisini eleştiren biyologlar, ikı konuyu vurgu yapmaktadırlar. Birincisi bir organizmanın tesadüflerle meydana gelemeyecek kadar mükemmel ve karmaşık yapısıdır. İkincisi ise, bir organizmanın sınırsız bir değisebilirlik özelliğine sahip olmadığı gerçeğidir.
Modern biyolojının ortaya koydugu ve gözlem verilerinin hiçbiri Darwincilerin tanımladığı bir evrime işaret etmemektedir. Dahası, bir türün bireyleri arasındaki farklılıkların (varyasyon) uzun zaman ıçınde birikerek başka bir türü oluşturma potansiyeli tartışmalı bir konudur. Yeni tür diye tanımlanan canlı, daha önce tanımlanmış yaşayan türün bıreylerındekı varyasyonlardan başka bir şey değildir. Meselâ, bir fare türünü ele alalım; bu türün bireylerindeki varyasyonlar ne kadar birikirse biriksin, kanatlı bir canlı türüne farklılaşma olmayacaktır. Çünkü varyasyonlar türe özgüdür ve değişim türün sahip olduğu biyolojik donanımını müsaade ettiği yere kadardır. Biyolojik donanımı zorlayacak ve ötesine geçecek varyasyon birikimi diye bir şey yoktur.
Türleşme (speciation), hipotetik bir fikirdir ve tabiatta gözlemlenen bir şey değildir. Temel hayat olayları (enerji üretimî-dönüşümü, protein sentezi, üreme ve kendini kontrol) ve yapısal benzerliklere (anofomik-morfoloiik, hücresel ve moleküler düzeyde) bakarak bugünkü canlı türlerinin ilkel bir ortak atadan evrimleştiğini iddia etmek, bilimsel bir yaklaşım değildir. Yeryüzündeki hayatın çeşitliliği bu kadar basit bir yaklaşımla açıklanamayacak kadar karmaşıktır.
Gerçekten Darwinci ideoloiinin evrene, dünyaya ve hayata başka hiçbir ideoloiide olmayan bir indirgeyici bakışı var. Yani onların tanımladığı dünya, bugün içinde yaşadığımız dünyadan çok daha basit ve gerçek dışıdır. Bu indirgemeci bakış, hiçbir zaman hayatın anlaşılmasını sağlayan bilimsel bir bakışı yansıtmamaktadır.
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi profesörlerinden Ali Demirsoy’un 2008 yılında internet ortamına gönderdiği bir yazının başlığı aynen şöyleydi:
Gericiler çeşitli bilim dallarını ilgilendiren evrim kuramını anlayamazlar; bu nedenle Kemalizm’i de anlayamazlar.
Ne yazık ki, bu ülkenin çocukları bu insanların saçma sapan fikirlerini yıllarca ‘bilim diye öğrenmek zorunda kalmışlardır. Darwinciler, evrim teorisini sadece biyolojinin amentüsü haline getirmekle kalmamış, hayatın da tartışılmaz bir gerçeği gibi göstermişlerdir. Oysa tartısılmayan ve eleştirilmeyen hiçbir teori ”bilimsel olamaz. Evrim teorisindeki büyük boşlukları eleştirenler, Darwincilerin gözünde ”bilim adamı değil gericidir. Zira canlı dünyanın gerçeklerini sadece Darwinciler görebilmektedir (!)
Evrim teorisi, ateist ve din karşıtlarının (Batı’da Hıristiyanlık, Doğu’da Müslümanlık) bilimsel bir kılıfla insanlara sundukları bir safsatanın adıdır. Günümüzün ateistleri, pozitivistleri ve materyalistleri evrim teorisine can simidi gibi sarılmaktadır. Çünkü onlar için bu teori, varlık âleminin en önemli bir parçası olan canlıların tarihsellik boyutunu ve bugünkü çeşitliliğini açıklayarak büyük bir bilimsel destek vermektedir.
Nasıl ki bir ev sahibi evinin içinde istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. O evinde içinde kendine göre bir takım gerekçe ve sebeplere göre evin içini belli bir düzene koyar. Onun evine verdiği şekil ve düzenin bir takım sebep ve gayelerini bizim bilemememiz normalse, Allah’ın insan başta olmak üzere yarattığı varlıklarda kendisine göre bir takım sebep ve maksatlar, gaye ve hikmetler olacaktır. Birisinin evinde yaptığı bir takım tanzim ve düzenin gerekçelerini tamamen bilemezken, sonsuz ilim ve kudret sahibinin kâinatta yaptığı icraatının bütün gerekçelerini bilmememiz, onların başıboş ve sahipsiz olduğu manasına mı gelir?
Yukarıdaki soruların temelinde yatan, insan başta olmak üzere, kâinatın mükemmel değil, gelişigüzel ve kusurlu yapılmış olduğu iddiasıdır.
Burada önemli soru şudur:
—Kusursuzluğun ölçüsü nedir?
Bir varlığın veya âletin mükemmelliği, ya da noksanlığı, ne gaye için yapıldığına bağlıdır. Söz gelimi, buzdolabının yapılış gayesi bellidir. Buzdolabını yapan usta, onun ne için yapıldığını, hangi gayeye göre plânlandığını bilir ve bildirir. Siz şayet buzdolabının yapılış gayesini, çamaşır yıkamak olarak alır, ona göre bakarsanız buzdolabında pek çok yapılış hatası bulursunuz.
Ateist evrimcilere göre, ölünce çürüyerek yok olup gidecek ve bir daha dirilmeyecek olan insanın bütün arzu ve istekleri bu dünyada gerçekleşmelidir. Onlara göre insan hiç hasta olmamalı, hiçbir şeyi noksan bulunmamalıdır.
Hâlbuki bir öğrencinin ders çalışmada, imtihana girmede, yeme ve barınmada çektiği sıkıntı ve meşakkatleri dikkate alarak, eğitim hayatının onun için faydalı mı, yoksa faydasız mı olduğu değerlendirmesi, öğrencilik safhasında yapılamaz. Çünkü henüz hedefe ulaşılamamış, çalışmanın meyvesini alma zamanı gelmemiştir. Eğitim hayatında çekilen bütün sıkıntılar, o meyve, yani diploma ve dolayısıyla o diplomanın sağladığı faydalardır.
Yaratıcı da, insanın bütün arzu ve isteklerini ahiret hayatına göre planladığını, insanın arzu ve isteklerini bu dünya hayatının tatmin edemeyeceğini bildirmektedir. Dolayısıyla bu dünyadaki yaşayışa göre insanın durumunu değerlendirmek yanlış olacaktır. Çünkü ondaki istidat ve kabiliyetler inkişaf edecek ve bunların sonuçları ahirette alınacaktır. Bu dünyada çekilen bir takım meşakkat, hastalık ve sıkıntılar belki o insanın ebedî hayatını kurtaracaktır. Bu bakımdan bir takım istidatların inkişafı ve gelişmesi, hastalık, açlık, zenginlik, fakirlik ve sabır gibi imtihanları gerekli kılmaktadır. Bütün bu imtihanların sonucu ahiret hayatında görülecektir.
Bilgisayarda kayıtlı, sözgelimi on bin sayfalık bir dosyanın karakteri milyonlara ulaşır. Program dışında bu dosyaya girecek herhangi bir karakter, yani virüs bazen bütün bir dosyanın çalışmasını bozabilir. İşte kâinattaki her bir canlı varlık da adeta bir bilgisayar dosyası gibidir. Her bir canlıyı meydana getiren elementler o dosyanın karakterlerini andırır ve belirli bir plân ve programa göre çalışırlar. Her bir element Allah’ın ilim, irade ve kudreti dâhilinde hareket eder. Hiçbir element program dışı olamaz. Her hangi bir elementin program dışı bir hareketi bütün kâinatın dengesinin bozacaktır.
Bir element bile başıboş ve gayesiz olmazken, varlıkların en şereflisi olan insanın ve insandaki organların lüzumsuz ve gayesiz olması düşünülebilir mi? Onun her bir organın bir ve belki pek çok gayesi ve hikmeti vardır. Bilim adamının görevi, ateist biyologlar gibi, görevi ve yapısı tam bilinmeyen bazı organların gereksiz ve gayesiz olduğuyla milleti lüzumsuz meşgul etmek değil, bu organların yapı ve fonksiyonlarını araştırıp ortaya koymak olmalıdır.
On üç yıl süren bu projenin sonucunda elde edilen veriler, tabir yerinde ise bilim camiasında büyük sürprizlere sebep olmuştur. Çalışmaya göre insanoğlu yaklaşık 20–25 bin protein kodlayan gen ve yaklaşık üç milyar baz (Adenin-Timin ve Guanin-Sitozin) çiftine sahiptir. Batı bilimi, canlıları akrabalık derecelerine göre(!) sınıflandırır (filogenetik) ve insanı en üste koyar. Zîrâ insan gerçekten en kompleks canlıdır ve tabiî olarak en kompleks genoma sahip olmalıdır. Oysa insan gen haritası projesinden elde edilen harflerin ve genlerin sayısına göre, insan evrimcilerin tahminlerinin aksine, filogenetik olarak ortalama(!) bir canlıdır. Diğer bir tabirle, ne gen sayısı olarak, ne de bu genleri teşkil eden baz çiftleri sayısı açısından, evrim ağacının(!) en üstünde değildir. İnsan genomu diğer pek çok memeli hayvan genomuyla (genetik bilgi kütüphanesi) benzer büyüklüğe sahiptir. Meselâ insan gibi, inek, fare vb. hayvanlar da yaklaşık üç milyar baz çiftine, balina genomu ise yaklaşık 50 milyar çift harften yazılmıştır. Filogenetik olarak daha aşağı görülen akciğerli balıkların genomundaki harf sayısı ise insana göre 10–15 kat daha fazladır.
Bu şaşırtıcı nokta, insanın taşıdığı gen sayısı ile daha da enteresan bir hâl almıştır. Projeden önce insan türünün yaklaşık 140.000 gen taşıdığına ve filogenetik olarak en kompleks canlı olduğuna inanılırdı. Ancak gerçekteki gen sayısı bunun dörtte biri kadardır ve proje ile rakam 25–30 bin olarak tescil edilmiştir. Demek ki insanoğlu, gen sayısı bakımından evrimcilerin iddia ettiği gibi üstün(!) bir canlı değildir.
Bu iki gelişme, aslında türlerin birbirinden türeyemeyeceğinin, her türün orijinal ve hikmetle donatılmış bir mimarîye sahip, belli bir gâyeye uygun yaratılmış olduğunun açık delilidir. Ancak bu gerçeği açıklıkla itiraf etmek, bilim camiasından bazılarının işine gelmemiştir. Bununla birlikte bu bilgi pek çok bilim adamının zihninde sessiz, dile getirilemeyen bir değişime sebep olmuştur. Yaradılışı doğrudan kabullenmek yerine, intelligent design-akıllı tasarım denen bir başka iddia ortaya atmışlardır.
İlk defa dar bir daireye, kimyevî terkiplere, moleküllere bir an baktığımızı düşünelim. Bildiğimiz gibi, terkipler, birleşikler atomlardan yapılmıştır. Her bir birleşikte, molekülde atomlar hep belli yerlerde, hayret verecek bir intizamda yerleştirilmişlerdir. Meselâ, canlılardaki moleküllerde bulunan ve dört ana atom olan, karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomları, hep belli hesaplarla, belli nizamlar içerisinde birbirlerine bağlıdırlar. Atomlar birleşiklerde, moleküllerde belli, muayyen yerlerinde bulunmazsa, o birleşik, kendine mahsus olan hususiyetini gösteremezdi. Hâlbuki terkiplerde yer alan atomlar, binler değil, belki milyonlar, milyarlar ihtimaller içerisinde, muayyen bir yerde ve muayyen bir tarzda yerleştirilmişlerdir. Bu tercih ise daima en mükemmel şekilde yapılıyor. Yeryüzünde yaratılmış olan canlılarda, birçok birleşiklerden, sadece proteinlerin 100 milyar çeşidi olduğunu düşünürsek ve her bir farklı proteinin de trilyonlarca fertleri olduğunu hatırımıza getirirsek, bu konuda ne kadar büyük bir tasarrufun olduğu görülür. Bütün bunları kim düşünüyor, kim hesap ediyor, kim binler belki milyarlar içerisinide en mükemmel yerde, nihayetsiz kudreti ile yerleştiriyor? Bir olan Allah’tan başkası olabilir mi?
Portakal ve civciv örneklerinde olduğu gibi, bu sonsuz ilim ve kudret sahibi her şeyi o kadar kolay yaratmaktadır ki, her şey göz önünde adeta kendi kendine oluvermektedir. Yani şu evrenin san’atkârının görülmesine mani olan şey, O’nun ilim ve kudretinin sonsuzluğudur.
İşte uygun şartların hazırlanması ve suyun oluşması tesadüfen değil, ne yaptığını ve ne maksatla yaptığını bilen bir iradenin ürünüdür. Denizler su yerine hidrojen peroksitle dolu olsa idi, elbette hayat da olmayacak idi. Dünyamızda hidrojen ve oksijenden oluşmuş binlerce molekül vardır ve hepsi olması gerektiği yapıda ve miktardadır.
Özel faydalar sağlayacak herhangi bir bileşiğin, kimya Iaboratuarında bir araştırıcı tarafından sentezlendiği, bunun bir planlama ve düşünce Ürünü olduğu kabul edildiği halde, mu’cizevî özellikleri olan su molekülünün, hem de sistem için tam yeteri kadar sentezlenmiş olması, tesadüflerle açıklanıyor. İşin garibi ve enteresan olanı, boyle bir düşüncenin bilimsel olduğu ileri sürülüyor.
Marifetname adlı meşhur ansiklopedik eserinde İslam Filozoflarından nakil yoluyla zikrettiği bazı ifadelerden dolayı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de bazılarınca “Evrimci İslam Âlimi” olarak nitelendirilmiş, İnsanın evrimin ürünü olduğunu Darwin’den önce Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın yazdığını, evrimci yaratılış düşüncesinin klasik anlamda son temsilcisinin Erzurumlu İbrahim Hakkı olduğu iddia edilmiştir.[75]
Bu iddiaların tutarlılığını araştırmak için eserin aslına yönelerek incelemek gerekmektedir. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin evrim manasında yorumlanan ifadeleri şöyledir:
Hak Teâla’nın emir ve tesiriyle eflâk ve nücûm devr ü hareket eyleyip anasır-ı erbaayı (dört unsuru) istihâle-i mezkûra üzere (daha önce bahsedilen hal değiştirme üzere) birbirine mezc ve tahmîr etmişlerdir (birbirine katıp mayalandırmıştır). Ta kim, izdivâc ve imtizâc-ı anasırdan ibtidâma’deniyyât hâsıl olup (böylece unsurların bir araya gelip karışmasından önce madenler meydana gelmiş) ândan nebâtât peydâ olup ândan hayvanât vücuda gelmiştir (onlardan bitkiler, onlardan da hayvanlar var edilmiştir). Ve hayvan kemalini buldukta, insan zâhir olmuştur. Ve bu ecsâm-ı mürekkebâtın (terkip olunmuş cisimlerin) merâtib-i erbaa-i mezkûresi meyanında (bahsi geçen dört mertebesi zımnında) mütevassıt (arada, ortada olan) mürekkebât hem vardır. Amma ma’deniyât ile nebatât arasında mütevassıt mercandır. Zira ki salabette hacer gibidir (katılıkta/sertlikte taş gibidir). Ve nebat gibi zerre be-zerre ka’r-ı deryadan (deniz dibinden) bitip vech-i maden yukarı gelip yabis (kuru) oldukta berk olur. Ve amma nebatat ile hayvanât arasında mütavassıt nahl-i hurmadır (hurma ağacıdır). Zira ki ol nebat iken hayvan gibi müzekkerine mukarin olmadıkça (erkeğine yaklaşmadıkça) neticesi hurma olmaz. Ve başını kat’etseler (kesseler) helâk olup kuruyup berk ve bârî kalmaz. Ve amma hayvanât ile insan arasında mütavassıtların azharı maymundur. Zira ki, cümle azası şa’r ve zenebden maada (kıl ve kuyruk dışında) bîrunu ve derûnu insana müşabihtir. Ve bu mütavassıtların vücudunda hikmet budur ki, her biri kendi mertebesi esfelinden nihâyet-i a’lâsına (aşağısından en yükseğine) vasıl olup merâtib-i mevcudât (varlık mertebeleri) ol teselsül ile müretteb ola ve mertebe-i insaniyede nihâyet bula. Pes, tetimme-i devr-i zaman ve zübde-i eczâ-i cihân (cihanın cüzlerinin özü) vücûd-i insandır. Ve âbâ-i seb’a-i ulviyyenin ve ümmehât-i Erbaa-i süfliyyenin ve mevâlîd-i selâse-i mürekkebenin hulasa-i netâici beden-i insandır. Belki, illet-i ğâiyye-i her dû-cihân (iki cihanın yaratılış gayesi) ancak hazret-i insandır.”
İbrahim Hakkı Hazretlerinin yukarda naklettiğimiz ifadelerine dayanarak onun hakkında bu tür iddialarda bulunmanın temelinde, ifadelerindeki istihale kavramını evrim olarak değerlendirmek yatmaktadır. Bu ifadeleri sadeleştirilirken, istihale yerine evrim tabiri kullanılmış bazen de istihale denip parantez içinde evrim ifadesi yazılmıştır. Keza, madenlerle bitkiler, bitkilerle hayvanlar, hayvanlarla insanlar arasında her iki türe benzerlik gösterdiği gerekçesiyle “iki tür arasında olan” manasında kullandığı “mutavassıt” tabirini aracı, vasıta veya geçit olarak isimlendirmek de doğru değildir. Çünkü böyle denerek adetâ bu varlıkların bir türden diğerine aracılık yaptığı, geçiş formu olduğu ima edilmiş oluyor.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin daha 10 sayfa önce[76] ilk insanın yaratılışıyla alakalı olarak söyledikleri göz önüne alındığında yukarıdaki naklinden maksadının evrimi savunmak olmadığı açık bir şekilde anlaşılacaktır. Çünkü şöyle diyor:
Ba’dehu, Hak Tealâ baba-i âlem ebu’l-beşer olan Âdem (a.s)’i halk etmek muradeyledikte Azraîl (a.s)’i gönderip yeryüzünde ekâlim-i seb’a’dan enva-i turâb almıştır. Ba’dehu Cebraîl (a.s)’i gönderip ol tîn-i yâbis’i 40 gün tahmîr kılmıştır. Ba’dehu Hak Tealâ onu ahsen-i takvîm üzere batn-ı Vâdi-i Nu’mân’da tasvîr etmiştir…”
Devamında Hz. Âdem’in daha sonra semavata ref’ edilip Cennetu’l-Firdevs’e konuluşunu… Hz. Havva’nın sol eğri kaburgasından yaratıldığını anlatır… Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili olarak bu açıklamalarda bulunan bir zatın İslam filozoflarından naklettiği yukarıdaki ifadelerine dayanarak evrimci olduğunu iddia etmek doğru olmasa gerektir. Çünkü böyle bir anlayışa sahip olsa burada bir açıklama yapar, en azından günümüzde evrimci yaratılış teorisini savunanların yaptığı gibi bir takım teviller yapardı…
Mevlana’nın ifadelerinde olduğu gibi, bu ifadelerle de tahavvülat-ı zerrat’tan (atom ve moleküllerin hal değiştirmesi) bahsedildiğini, elementlerin kademe kademe çeşitli mertebelerden geçerek insan vücudunda yer aldığına işaret edildiğini söyleyebiliriz.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin bir kaç paragraf sonra söyledikleri şu ifadeler bu anlayışı destekler mahiyettedir:
O vücûd-i sârî, âlem-i nebatâta girerken bazı âfât ârız olup nebât olamaz. Yahud nebat olur, lakin kemaline ermezden mukaddem fasid olur… Ve kâh olur ki, itidaldan baîd olan nebât ared olunup ekl-i hayvana (hayvanlara yiyecek olmaya) layık olmaz ve kâh olur ki ekl-i hayvana layık olur lakin kable’l-ekl (yenmeden önce) zâil olur… Ve kâh olur ki bir hayvan kâbil-i ekl-i insan (insan tarafından yenilmeye müsait iken) olmuş iken kable’t-tenâvül (insanın yemesinden önce) ol hayvan fasid olur ve hayvanı insan mertebesine nakl ettirmekten mani’ olur. Ve kâh olur ki, insan mertebesine nakl eder lakin kemal mertebesine vasıl olamaz ve akl-ı küll’i bulamaz. Dünyaya hayvan gelir nâdân gider. Ve Kâh olur ki, merâtib-i urûcutayy edip hâdken eşcâra (topraktan ağaçlara) gelip süratle fevâkih (meyveler) suretine girip gıda-i insan olup nutfe şeklini bulup insan suretine gelir ve âkıl ve ârif olur lakin akl-ı evvele vasıl olamaz, kemalini bulamaz[77].
Bu ifadeler göz önüne alındığında, yukarıda anlatılmak istenen şeyin tahavvülat-ı zerrât denilen elementlerin hal değiştirmesi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yani elementler cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, bitki ve hayvanlardan insanlara geçerek onların bünyesine yerleşmekte böylece onlara dönüşmektedirler.
Başka bir ifadeyle, anlatılmak istenen şey, elementler yoluyla birbirine bağlanmış olan varlıkları tasniften, sınıflandırmadan, mertebeler halinde gruplandırmaktan ibarettir. O günkü bilgiler ışığında varlıklar cemadât, nebatât, hayvanât ve insan olarak sınıflandırılmıştır. Bu arada bazı varlıkların iki ayrı türe yakın olduğuna işaret edilmiş bu sadedde mantarlar cansızlarla bitkiler arasına, hurma ağacı bitkilerle hayvanlar; nasnas veya maymun da hayvanlarla insanlar arasına yerleştirilmiştir. Oysa mantarların bitki olduğunda bir şüphe olmadığı gibi hurma ağacının bitki olduğunda da hiçbir şüphe yoktur. Hurma ağacından daha ilginç özellikler taşıyan pek çok bitki vardır. Meselâ etobur bitkiler böcek, kurbağa vs. avlamaları sebebiyle hurma ağacından daha çok hayvan özelliği gösterirler. Ancak bu durum da onları bitki olmaktan çıkarmaz.
Maymun ve nasnas konusuna gelince, bugün yeryüzünde insan-maymun arası bir varlık olmadığını, insanlarla maymunların birbirlerinden kesin çizgilerle ayrıldıklarını, insanların maymunlardan ruh, akıl, duygular vb. yönlerden çok farklı oldukları gibi, beden ve azaları bakımından da çok farklı olduklarını biliyoruz.
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin evrim manasında yorumlanan yukarıda zikrettiğimiz ifadelerinin bir nakilden ibaret olduğunu belirtmiştik. Çeşitli eserlerde rastlanan bu nevi ifadeler, bizce eser sahibine göre değerlendirilmelidir. Çünkü aynı söz söyleyenin niyetine göre farklı mana taşıyabilir. Dolayısıyla sözün kime ait olduğuna bakılıp, ona göre değerlendirilmesi uygun olacaktır.
Diyelim ki, kâinattaki atom sayısının hesaplanmasında çok büyük bir hata yapılmış olsun, meselâ 10 üzeri 79 rakamı kâinattaki mevcut atom sayısının trilyonda birisini teşkil etsin. Bu takdirde 10 üzeri 79 rakamını sadece 10 üzeri 91 olarak değiştirmek icab eder. 10 üzeri 91’in ikinin Üssü olarak değeri 2 üzeri 302’dir. Bu dahi, dikkat edersek 2 üzeri 10000000000 yani ikinin 10 milyarıncı kuvveti karşısında mevcudiyeti dahi hissedilmeyecek kadar düşük bir rakamdır’sl181
İşte bütün bunlar karşısında ne denilecek? Yine her şey tesadüfün eseri olarak mı değerlendirilecek? Bütün bu ilmî hesaplamalara ve elde edilen sonuçlara rağmen, her şeyin şuursuz kuvvetin ve kör tesadüfün ve tabiatın eseri olduğunda ısrar ediliyorsa, o artık bilime dayalı bir düşünce tarzı değil, dinsizliği kendisine prensip edinmiş bir inanç şeklidir. Herkes inancında serbest olduğuna göre, isteyen ineğe, isteyen sineğe, isteyen de güneşe veya tabiata inanıp, onu kendisine Rab edinebilir.
Bir elmada, armutta, kavunda, karpuzda hep ölçü, hep hesap yok mudur? Yani bütün meyvelerde şeker, su, vitamin vs. hep belli miktarlarda değil midir?
Şüphesiz, bütün bu hesapları ağaçların önceden düşünüp, en ideal ve en faydalı olan karışımı bilmesi mümkün değildir. Demek ki bütün bunlar, hep bir ilmin, şuurun, hesaplamanın, kudretin eserleridir.
Su bir terkip, bir ölçülü karışım değil midir? Deniz suyunun her bir damlasında bu ince hesaplar yok mudur? Hava, azot, oksijen ve karbondioksitin bir karışımı değil midir? Ancak bu karışım, yani terkip canlıların yaşaması için en faydalı olacak orandadır.
Dünya güneş mesafesi, dünya ay mesafesi ve güneş ile gezegenler arasındaki uzaklıklar hep belli hesaplar ve ölçülerde değil midir?
Özet olarak söylemek icap ederse, kâinatta nereye bakılırsa bakılsın, her şeyde Allah’ın varlığına ve birliğine hadsiz deliller vardır. Meselâ bir atoma bakan, ondaki nizam ve intizamdan, Allah’ın varlığına ve birliğine ait delilleri görebilir.
Canlıların yapı taşları gibi olan her bir hücreye bakan, onların bir kimya fabrikası gibi işler görecek tarzda yaratılmasından, o hücrenin yaratanına ait delilleri görebilir. Ayrıca her bir insanın harikulade bir şekilde, kıymetli organlarla yaratılması neyi gösterir?
Yeryüzündeki ve yıldızlar arasındaki ince nizam neyin delilidir? Yeryüzündeki en küçük canlıdan, gökyüzündeki yıldızlara kadar, öyle ince bir nizam, bir ölçü var ki, akıl onun karşısında hayrette kalıyor. Velhasıl insan kâinatta ibret gözü ile nereye bakarsa baksın, atomdan güneşe, yıldızlardan galaksilere kadar, her bir şeyde, Allah’ın varlığının ve birliğinin mühürlerini görebilir.
Bu teze göre tabiat, Arşimet prensibi, Newton prensibi gibi kanunlardan oluşmuştur. Burada da kanunlara güç verilmiştir ve onların hâkimiyeti söz konusudur.
Kanunlar kâinatı yaratabilir ve yönetebilir mi? sorusuna nasıl cevap vereceğiz? Kainatta gayet mükemmel bir intizam, hassas bir mizan vardır. Keşmekeş yoktur, Kuantum dinamiğindeki terminoloiiye göre kaos düzeni bulunur. Karmaşık gibi görünür. Hadsiz cansız, cahil, şuursuz, karma karışık, kör, sağır maddî sebepler vardır. Onlarca ihtimal içerisinde en doğru karar verilerek canlı oluşmaktadır. Evren örgütlü ve dinamik sistemler yapısındadır ve çalışma kuralları vardır.
Çölde kurulmuş bir sarayın teşkilat programı, mevcutlar listesi ve fihristesi, bütün varlıkların envanteri, işletme prosedürleri ve idare kanunlarının, yani sistemle ilgili her şeyin yazılı olduğu bir kitap bulunsa ve bu kitabın sarayı yönettiği ileri sürülse, nasıl akıl dışı ise, ”Evreni de doğa kanunları yönetiyor” demek aynı oranda akıl dışıdır. Tabiat bir kanundur, kanun koyucu değildir; tabiat bir metindir, metni yazan değildir. Kuralların hâkimiyeti hipotezi, saray örneğinden anlaşılacağı gibi, kanunları kutsallaştıran bir hipotezdir ve akıl yürütme kurallarına aykırıdır.
Moleküller hücrede maksimum ekonomi ile çalışırlar. Reaksiyonlarında verim %100’dür. Yani hiç gereksiz yan ürün meydana getirmezler. Enerji verimleri maksimumdur. Hücreler gıda olarak alınan çok sayıdaki farklı molekülleri çok verimli bir şekilde kullanıp bir kaç tane basit moleküle dönüştürdükleri gibi, su, karbondioksit ve amonyak gibi birkaç tane basit molekülden başlayarak yüzlerce çeşitle farklı yeni molekülleri yapabilirler. Meselâ insanlarda şekerlerden ve yağlardan enerji Üretilmesi işlemi oldukça uzun ve çok sayıda molekülün rol aldığı bir görevdir. Bu moleküllere enzim denir.
Enzimler o kadar mükemmel, dikkatli, hızlı ve şuurlu çalışırlar ki, insanı hayrete düşürürler. Hâlbuki bu moleküllerin hayatı, aklı ve şuuru olmadığına göre, kendiliklerinden bir araya gelerek bir işi yapmalarını beklemek, kelimenin en basit şekli ile safdillik olur. O halde bütün bu molekülleri son derece akıllı ve şuurlu bir şekilde kim çalıştırıyor?
Enzimlerin yanında bir de yardımcı moleküller ve çeşitli mineraller bu işte görev alırlar. Birbirinden oldukça farklı bu kadar çeşitli molekülün nasıl olup da bir oraya gelip durup dinlenmeden ve hiç hata yapmadan yıllarca aynı işi yaptıklarını anlamak mümkün değildir. Yani, bu moleküllerin böyle bir isi kendi başlarına başarmaları mümkün degildir.
Gözünü varlıkların yüzlerinde ibretle gezdiren bir kişi cennet namına mahsuller almaktadır. Bir başkası da gözlerini haramlar üzerinde dolaştırmakta, her haram nazardan ayrı bir azap devşirmektedir.
Diğer organları da aynı şekilde düşünebiliriz. Her birisi yaratılış gayesine uygun sahalarda dolaştığında sahibine ebedî saadet mahsulleri aldırmakta, aksi halde onu ebedî felaketlere sürüklemektedir.
İnsan-kâinat ilişkisini unutmak insana hem fikir hem de şükür kapısını kapatan büyük bir engeldir. Böyle bir insan, kendini bu muhteşem âlemden adeta tecrit eder de, onun yerine makama, paraya, alkışlara, şöhrete, desinler sevdasına bağlanır, , demesinler endişesine kapılır. Bunlar çok küçük şeyler olduğu için, onlara bağlanan insan da manen çok küçülür, bücür kalır, gelişme göstermez.
Halbuki, kendisini kâinat ağacının başında durmuş, yüzü ebedî âleme dönük ve ebedî saadete aday olarak gören insan, kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî hedefleriyle çok yüce bir makama çıkar.
Nur Külliyatında, “iyyake na’büdü…” “ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” ayetleri tefsir edilirken önemli bir noktaya dikkat çekilir:
İnsan tek başına da namaz kılsa, yine “ben” değil de “biz” diye hitap ediyor. “Kimler namına ‘biz’ demektedir?” sorusuna cevap olarak üç ayrı cemaat nazara sunulur:
Birisi, o müminle birlikte namaz kılan yer yüzü mescidindeki büyük cemaat.
Diğeri, insanın her organı, her hücresi kendisine verilen görevleri yerine getirmekle rabbine ibadet halindedir. İnsan “yalnız sana ibadet ederiz” derken kendisinde mevcut bu cemaati de kast etmektedir.
Ve üçüncü cemaat: İnsan meyvesi veren şu kâinat ağacının tümü de görevinin başındadır ve bir ibadet üzeredir. O halde insan, kâinatı ve içindeki her şeyi niyet ederek de “iyyake na’büdü” diyebilir.
Demek oluyor ki, insan kâinat ağacının bir meyvesi olarak ağacının tüm ibadetlerini rabbine takdim edebilecek bir kabiliyette yaratılmıştır.
Alyuvarların yani kanın kırmızı kürelerinin bir diğer özellikleri de, vücuttaki çoğu hücrelerin aksine mitoz dediğimiz tarzda bölünüp yeni yavru hücreleri verememesidir. Yani alyuvarlar öldüklerinde, yerlerini olacak yeni hücreleri verecek kapasitede yaratılmamışlardır. Öyle ise, alyuvarlardaki bu her saniye ölen 2,5 milyon hücrenin yerini, hangi hücreler olacaktı? İşte bu büyük yıkımın telafisi için, Allah (celle celâluhu) insan vücudunda, kan hücrelerinin yapıldığı organları yaratmıştır.
Vücutta kan hücrelerinin yaratıldığı organlar, belki en son defa hatırımıza gelecek olan kemik ilikleridir. Kemiklerin asıl vazifesi, tahmin edeceğimiz gibi, binalardaki beton direkler gibi vücut iskeletinin ayakta durmasına yardım etmektir. Binaların ayakta durmasına yardımcı olan beton direklerin içleri doludur. Vücut binasını ayakta tutmaya yardımcı olan kemiklerin içleri boştur, daha doğru bir ifade ile kemik iliği ile doludur. Kemik iliği vücutla en çok hücre çoğalmasının yani mitoz dediğimiz hadisenin olduğu dokudur. Kemik iliği kan hücrelerinin, bu meyanda kanın kırmızı kürelerinin yani alyuvarların da yapım yeridir. Işte alyuvarların yani kanın kırmızı kürelerinin yaşlanmış olanları devamlı olarak ölmekte, bu eksiklik de, kemik iliğinde devamlı yaratılmakta olan alyuvarların kana geçmesi ile telafi edilmektedir.
Her bir insanda her saniye 2,5 milyon alyuvar ölür ve ölenlerin yerine her saniye 2,5 milyon yeni ve taze yaratılmış alyuvarlar kemik iliğinden kana geçerler“?
Bu hassas denge ömür boyu devam eder gider. Şayet saniyede 2,5 milyon yerine üç milyon alyuvar kana geçse idi, denge bozulacaktı. Veyahut tam tersi olarak, 2,5 milyon yerine iki milyon alyuvar kemik iliğinden kana geçse idi, gene kandaki denge bozulacaktı. lşte her saniye 2, 5 milyon alyuvar ölür ve 2 ,5 milyon alyuvar yeniden yaratılır. Ve bu denge ömür boyu sürdürülür. İşte vücudumuzda hemen her organda, her dokuda, hatta her bir hücrede görülen bu hassas denge, kanın kırmızı küreleri olan alyuvarlarda çok daha aşikârdır. İşte bu hassas denge Cenabı Hakk’in Adl yani her şeyi ince bir ölçü ile yaratıp, bir denge içerisinde muhafaza eden isminin sadece bir tecellisidir.
Milyonlarca insanın ve milyarlarca hayvanların yaratıldığını ve yaratılmakta olduğunu düşünelim. Her bahar mevsiminde, dağlarda, kırlarda trilyonlarca bitkilerin yaratıldığını hatırlayalım. Her birisinin rengi ayrı, yaprağının şekli ayrı, çiçeklerinin kokusu ayrı. İşte bütün bunlar bize, her şeyi en mükemmel tarzda yaratan bir yaratıcının sonsuz kudretini ve gücünü göstermektedir.
İnsana ilim nereden gelmiştir? İnsanın yapısını teşkil eden; karbon, hidrojen, oksijen ve demir gibi elementlerde ilim var mıdır ki bize versin?
Allah bizlere güç ve kuvvet vermese idi, bir hiç kalemle yazı yazabilir mi idik? Bize akıl vermese idi, okuduğumuzu hiç anlayabilir mi idik?
Bize göz vermese idi, dünyadaki bunca güzellikleri görebilir mi idik?
Bize kulak vermese idi, anlatılanları işitebilir mi idik?
Demek bize ilmi veren de O ‘dur. Kuvveti, aklı veren de O ’dur.
Kuantum da böylece materyalizmin ”Madde esastır” tezini çürütmüştür.
Pilotlar greve gidince uçaklardan hiçbir şey eksilmez ama tüm uçaklar yerde hareketsiz kalır. Pilotun (veya uzaktan kumandalı uçaklarda operatörün) varlığını inkârda ve her harikalığı pilot kabinine vermekte ısrar ederek, uçan bir uçağı doğru olarak anlamak ne kadar mümkünse; madde-dışı bir ruhun varlığını inkâr ederek ve hayat, şuur, hayal, görme ve irade gibi madde-üstü her harikalığı kalın duvarlı karanlık bir kap içine doldurulmuş olan beyin maddesine atfederek bir insanı doğru olarak anlamak da o kadar mümkündür.
Göz veya görme merkezinde bir arıza olunca görmenin olmaması, görmenin kaynağının bu organlar olduğunu göstermez (aynen gözlük bağımlıları için görmenin kaynağının gözlük olmadığı gibi). Yani göz için gözlük ne ise, görme için de göz-sinir-beyin kombinasyonu odur. Öyle görülüyor ki görme merkezi denen şey, bir mânâ olan görme hâsiyetinin beyinde yansıdığı veya tecelli ettiği noktadır. Başka bir tabirle, beyindeki görme merkezi, beden ile ruhun görme hâsiyetinin kaynak noktasıdır ve maddeden mânâya bir geçiş köprüsüdür.
Maddî açıdan bakıldığında karşılıksız vermek kişinin menfaatine zıttır ve dolayısıyla aptallıktır. Bu, hayatın gayesini “menfaat sağlamak” ve ilişkilerin temelini “ortak menfaat” olarak gören materyalist düşünceye tamamen zıttır. Görünüşte alan kârda, veren ise zarardadır. Ama cömert insanların verdikçe aldığı ve kendini “verme zevki” olarak hissettiren mânevî bir haz vardır
İnsanı bir tesadüfler zinciri sonucu evrimleşerek teşekkül eden gelişkin bir hayvan türü olarak gören ve üzerine “bilimsel” kılıfı geçirerek koruma altına alınan bir bakış açısının da insanlığa sunabileceği pek bir şey yoktur.
İnsanın bir hayvan türü olarak görüldüğü bir platformda insanlığın ulaşabileceği en yüksek nokta, “mutlu hayvan” noktasıdır. Bu da bedenin sağlıklı ve rahat olduğu, tüm ihtiyaçlarının giderildiği ve arzu edilen her şeye mümkün olduğunca ulaşıldığı bir duruma karşılık gelir. Bu mutluluk reçetesinin insanlar için ne derece geçerli olduğu tartışmalara açıktır.
Düzensiz olması gereken mürekkep dağılımı dahi bir düzene sahipti. Bu deney, ebru sanatındaki suyun yüzeyinde resimlerin oluşmasıyla karşılaştırılabilir. Ortaya çıkan ”yüksek simetri su içerisinde elektronlar sebep sonuç münasebeti olmaksızın birbiri ile bağlantıyı, birbiri ile haberdar olduğunu göstermektedir. Elbetteki haberdar olmak, şuursuz su zerrelerinin ve elektronlarının iş olamaz. Ilmi her şeyi ihata eden ve zerreleri birer emirber nefer gibi vazifelere koşturan ve bütün nurların sahibi ve Yaratıcısının fiili olabilir. Holografik film üzerindeki girişimler, sathi bir bakışla düzensiz gibi görünür. Ama orada gizli ve kolay fark edilemeyen bir düzen yer alır. Kaos teorisindeki evrende düzensizlik olduğu iddiası, holografinin ortaya koyduğu düzeni görememe yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Kaos düşüncesine nereden varılmıştı? Birbiri ile karmaşık ilişkileri olan ince ve hassas düzenin fark edilmesi kolay olmamaktadır. Bunun için ön yargıdan uzak gelişmiş bir zihin yapısı; resmin bütünü görmeyi gerektiren holografik bir bakış açısı gerekmektedir.
Materyalist anlayış, inanca karşı bilimi alet etmeye çalışmaktadır. Bu amaçla güya bilimsel bazı argümanları kullanmaktadır. Bu çevrelerce evrendeki ileri düzeydeki düzenin olağanüstü grift ve karmaşık yapısı, sathi bakışlara kendini gizlediğinden düzensizlik” varmış gibi bir hava verilmeye çalışılmaktadır.
Sonuç olarak, fizik ötesi gerçekliğin yeni bir adı olan hologram teorisi ile Newton ’un katı determinizmi buharlaşıp uçmakta, onun yerine maddenin sınırlamalardan kurtulduğu, her şeyi ile birbirine bağlı bir hareketli evren ve varlık modeli ortaya çıkmaktadır. Maddenin hakikatine dair bilgimiz arttıkça, ‘koos’un bilgisizlerin kâbusu olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Bakış bu olunca, aslında maddenin bile manevî boyutlardan meydana geldiğini; ona özellik ve geçerlik kazandıran şeylerin fizik ötesi mahiyette olduklarını fark edebiliriz. Hafta maddenin kendisinin bile esasen metafizik temelli bir yapı olduğunu atomun içine yapacağız küçük bir seyahatte fark edebiliriz.
Şu ağacın, lâekal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâekal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen bir cilve-i irade-i İlahiye ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile, şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini, noksan bırakmayarak, birbirine mani olmayarak; onunla yapılır.
Ve o bir tek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünki gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsa idi; izi ve eseri görülecekti. Belki bizzât, tecezzi ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir ki: O cilve-i irade, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye; herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz.
Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.
Madem bilmüşahede Zât-ı Ehad-i Samed’in, irade gibi bir sıfatının bir tek cilve-i cüz’îsi, bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette Zât-ı Zülcelal’in tecelli-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkati bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.
Sözler – 610
Bu ve benzeri sorulara tatmin edici cevap, Allah’ın nuraniyetidir ve o da güneş akla yaklaştırılabilir: ”Meselâ güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suyu ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabi-liyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zatinın bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza, güneşin ilmi, şuuru bulunsaydı, her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesı’ hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi.
Birşey, birşeye mâni olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı. Acaba, bir Zâtın bin bir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve câmid bir âyinesı’ hükmünde olan güneş, böyle teşahhusuyla beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet’ i zâfiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?“”(B.S.N,Sözler)
Maddeden yapılmış yarı-nuranilerin akisleri yani görüntüleri, asıllarının aynı olmamakla beraber gayrı da değildir. Asıl ile görüntünün mahiyetleri farklı kalmakla birlikte görüntü, aslın birçok özelliğine sahiptir.
Bediüzzaman, maddî nuranilere örnek olarak güneşi verir: ”Meselâ, şems dünyaya girdi, herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadoki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yelda bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Her birimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu”.”
Yani, dışarıya direk güneş almayan bir evi ve güneşi görecek şekilde konan kocaman bir aynada akseden güneş, aynen güneşin kendisi gibi, eve ısı ve ışık ile beraber güneşin yedi rengini de verir. Yani aynadaki güneş, semadaki güneşin timsaliyle beraber birçok özelliğine de sahiptir.
O yüzden, küçük bir cam parçasından koca denizlere kadar aynı anda binlerle yerlerde olan yarınurani güneş, nuraniyeti ve vahidiyet ile ehadiyeti anlamak için mükemmel bir örnektir. Tüm parlak şeylerdeki akisler her yeri ihata eden aynı güneşe aitt‘ir (Vahidiyet) ve her bir akis aksettigi yerin özelliklerine göre farklılıklar gösterir (Ehadiyef).
Bu mesele, bedeni bir balona ruhu da havadan 7 kat daha hafif olan ve serbest bırakıldığında hızla yükselen helyum gazına benzeterek şöyle açıklanabilir: Içinde çok az helyum gazı bulunan bir balonu elimizden bırakırsak, balon yerçekiminin etkisiyle yere düşecektir. Yani latif helyum gazı birlikte olduğu kesif balon malzemesine hükmeden kanuna boyun edecektir. Böylelikle az şişmiş helyum balonu kesif bir madde gibi davranacaktır. Ancak balon helyum gazı ile iyice şişirilip bırakılırsa, görülecektir ki, helyum gazındaki yükselme kuvveti balona hükmeden düşme kuvvetine galip gelecek ve helyum dolu kesif balon semalara doğru yükselecektir. Yani beden ruhu ve ruhaniyetin kanunlarına tabi olacaktır.
İnsan helyum balonu gibi uçamasa da kendini her zaman vicdan terazisinde tartabilir ve kendi Ietafef ve kesafet durumunu muhakeme edebilir. ‘Kendimi bir ton yükün altından kalkmış gibi hissediyorum’ sözünde ifadesini bulduğu gibi, insan bir iyilik yapınca kendini hafiflemiş hissetmesi ve bir kötülük yapınca da onun ağırlığından adeta omuzlarının çökmesi bu mananın bir yansımasıdır; yeter ki vicdan terazisi bozulmuş olmasın. Insan ilim, iman ve fazilet gibi nurani şeylerle meşgul olup letafet kesbettikçe, ayakları yerden kesilmese bile insaniyeten yükselir.
O kadar ki, cesedinin ağırlığını hissetmez bile. Bedeni burada olmasına rağmen rüyada olduğu gibi aklen, kalben ve hissen çok değişik alemlerde gezer. Herhalde gerçek yoksulluk, varlığın bu boyutundan habersizlik olmaktır.
Örneğin bir kiraza veya kelebeğe bakan herhalde önce onlarda yansıyan ince sanatları ve latif manaları görür ve Iefafetleri mana merkezi olan kalp ile hisseder. İnsan ise kesif bir beden ve latif bir ruh ile acaip bir Ietafet-kesafet karışımıdır ve hâkim olan unsura göre hüküm alır. Fizikî bir varlık olarak insan bedeni fizik kanunlarına tabidir ve bir anda birden fazla yerde olamaz. Nurani bir varlık olan ruh ise, Zaman ve mekân üstudür ve hiçbir fizik kanunu onu hükmü altıncı olamaz. Dolayısıyla bir anda çok yerde ve hatta her yerde olabilir; aynen yer çekimi konunu gibi. Ancak insan ruh ve bedeniyle bir bütün olduğu için, ruh ve beden birlikte hareket etmek durumundadır. Bu durumda baskın olan unsurun hükmü geçecektir.
İnsan dâhil tüm varlıklara ’kesif birer madde külçesi’ veya ‘bir torba atom yığını’ olarak bakan karanlıklı felsefenin kulakları çınlasın.
Ve ’Bir ben vardır bende benden içeri’ diyen Yunus Emre’nin ruhu şad olsun.
Alemin sırlarına Kur’an’ın bakış açısı ve ışığı altında açıklamalarda bulunan Bediüzzaman, esirin anlam ve fonksiyonlarını anlatır ve ”esir maddesine mevcut sicim anlayışına paralel, hatta çok daha ötesinde ve ilerisinde anlam ve vazife yükler. ”Esir maddesinin sadece varlığın beliriş ortamı ve faaliyet alanı ile sınırlı kalmadığını, onun nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle techiz edildiğini, ilâhî arşlardan biri olduğunu söyler. ”Arş” ile ”olan” ya da ”ortam” ibarelerinin vazife ve fonksiyon itibariyle benzerliğe dikkat edelim. Su ve toprak da birer arş olarak yaratılmışlardır. Onun ifadesi ile esir maddesi, Cenab-ı Hakk’ın en nazenin bir hulIe-i icraatıdır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhanî ve manevî varlıkların yaşama ortamı ve faaliyet olanıdır.
Bediüzzaman, esiri ; Ecram-ı ulviyenin câzibe ve dâfia gibi kanunlarının râbıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde olarak ifade eder; en ziyade mekâna dağılmış hadsiz kesretli bir maddî madde şeklinde değerlendirir. O, bu ifadeleri ile esir maddesinin işlevinı ve görevini fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu ”gaybî âlemlerle ilişkilendîr’ mektedir. Ona göre, evren katlarının (semavat) her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları yürürlüktedir. Bu evren katlarının hepsinin de ortamı ve aslî yapısı esir maddesi dir.0, varlığın şehadet alemi denilen fizik dünyaya inhisar etmediğiniı farklı uzay-zamanların bulunduğunu şöyle anlatır:
Mâdem âlem-ı’ ulvîde muhtelif teşkilât vat; muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor; öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semâvâf muhteliftir. Insanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinaffa, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer semâsı vardır.
Yedi tabaka, her bir tabaka âlem-ı’ Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-ı’ misâle; tâ âlem-ı’ âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder“.
Bilimin nazarı henüz daha fizik dünyada (şehadet âlemi) iken, ”sicim”lerin öteki âlemleri de içine alan görev ve işlevlerinden söz etmesini bekleyemeyiz.
Öyle anlaşılıyor ki, bilimin esir maddesini (ya do esir maddesi olarak düşündüğümüz sicimleri) keşfi, şimdiye kadar yapılan en büyük bir buluş olacak ve bilimde ve tek-nolojide büyük değişim yaşanacaktır. Gerçek anlamda uzay-zamanda teknoloiik olarak seyahatin anahtarlarının ancak o zaman ele geçirileceğini söyleyebiliriz.
Esir maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiye de, Yasin süresi 36. ayetten ulaşıyoruz. Bu ayete geçen; Hepsi bir felekfe (yörüngede) yüzüp gitmektedir ayetindeki ”yüzme bir boşlukla değil, ancak bir madde içinde olabileceğine göre, ayette uzay boşluğu bir denize benzetilmektedir.
Elmalılı Hamdi Yazır; Arş, su Üzerindeyken ayetinin tefsirinin bir manasını, Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir şeklinde açıklar. Bu yorumda da Esîr ve Esîrin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama getirildiğini söyleyebiliriz.
Bediüzzaman, fezanın esir ile dolu olduğunu ifade ettikten sonra; Meyveler ağacını; çiçekler çimenlerini; sümbüller tarlalarını; balıklar denizini bilbedehe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe’lerinin tarlasını, denizini, çimengâhını vücudun, aklın gözüne sokuyorlar“ ifadeleriyle de esirin varlıkların hem teşekkül, hem de faaliyet olanı olduğunu belirtir. Devamla, ulvî âlemde, yani fizik ötesi kanunlara göre çalışan metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını, her birinin kendine has kanunları bulunduğunu, böylece yedi farklı uzay-mekânın farklı işleyiş mekanizmaları olduğunu, esir’in bu âlemlerin ortamı ve alanı olduğunu ifade eder:
Bu parçacıklar (buna güneş rüzgârı denilir) belli bir ölçünün Üstüne çıkınca öldürücü hale geliyor. Ne zaman öldürücü olabilir? Kısa, ama şiddetli bir patlama, güneşin yüzeyinin bir parçasını kopartır. Patlama ile çok yoğun parçacık fırtınası eser. Normal bir akış güneş rüzgârıysa buna güneş fırtınası denilebilir. Bu patlamalar çok şiddetli olunca, güneş maddesinin hızı, güneşin çekim olanından kurtulmak için gerekli hıza (618 km/saniye) ulaşabilir ve sonuçta ”korona! kütle atımı” dediğimiz olay vuku bulur. Şiddetli patlama ile güneş maddesi uzayın boşluğuna hızla yayılmaya başlar. 700-1000 km/sn Iik hızlara çıkınca da güneş çekiminden kurtuIarok yüklü parçacıklardan ibaret güneş maddesi, gezegenler orası yolculuğu çıkar.
Bizi ilgilendiren dünyamızın bundan nasıl etkileneceğidir elbette. Bu esnada dünyada olağanüstü durumlar yaşanır. Oyle ki, bu olayların şiddetli olduğu dönemlerde atmosfer koruması dışında kalan uydular bozulur, dünyada ise birçok elektronik alet ya bozulur ya da bundan şiddetle etkilenir.
Şükür ki, dünyamızın başına, bu rüzgâra karşı özel olarak tasarlandığı apaçık belli olan magnetosfer tabakası geçirilmiştir. Bu manyetik zırh sayesinde Güneşin kozmik radyasyon sağanaklarını, delici ışınları ve öldürücü kozmik parçacıkları magnetosferi yön değiştirici etkisine takılır ve aşağı inemez.
Atmosferin daha hiçbir özelliği keşfedilmezden evvel, arz ve semanın sahibi Allah, atmosferin hayat için koruyucu özelliğini haber vermişti:
Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hâlâ bundaki delilleri görmeyip inkâr ederler“. (Enbiya Suresi,32.Ayet Meali)
Küçücük Bir Damla Karşısında Çaresiz Kalan Yer Çekimi Kuvveti
Yerçekimi kanununa uygun olarak, birkaç bin metre yukarıdan düşecek damla, yere kurşun hızıyla ulaşacaktı. Bu ise, her canlının yağmur altında ölümü demek olacaktı. Ama yağmur tanesi sabit bir hızla yere düşüyor, usulcacık, incitmeden, yıpratmadan.
Damlaların bir ölçüye göre biçimlenip küçücük yağmur damlaları haline gelmesi ile iş bitmiyor. Aynı ölçünün, aynı hesabın, aynı nizamın bu defa yerçekimine karşı koyabilecek bir başka kuvvet tarafından da müessir hale getirilmesi gerekiyor.
İşte bütün cisimler için geçerli olan yerçekimi kuvveti, küçücük bir damla karşısında çaresiz hale geliyor. Havaya verilen kaldırma kuvveti ve dinamik viskozite sayesinde yerçekimi kuvvetinin tesiri dengelenmekte ve damlanın sabit bir hızla yere düşmesi sağlanmaktadır.
Görüldüğü gibi, en zor ve pahalı gibi görünen hizmetler, en uygun ve kısa yollardan çözüme kavuşturulmaktadır.
Şimdi bütün bu olayların, pozitivist felsefecilerin iddia ettiği gibi, plansız ve programsız olduğunu ve tesadüfen ortaya çıktığını, ya da akılsız, şuursuz ve hayatsız olan tabiatın yaptığını kabul etmek, sizce mantıklı ve akılcı ve bilimsel bir davranış mıdır?
O zâtın böyle bir fabrikanın modelini, plân ve programını belirledikten sonra, fabrikada faaliyet müddetince kullanılacak umum malzeme ve eşyayı önceden düşünüp tedarik etmesi ve her şeyi en ince teferruatına kadar plânlanıcısı, onun ilim ve tedbirinin ihatasına açık bir delil değil midir? Hem bu takdir ve tanzim onun gayet geniş fıkir ve hafızasını ve fabrikadaki her şeyi dikkate alan küllî nazarını ve tedbirli olduğunu gayet açık şekilde göstermez mi? Hem bu vaziyet, o zâtın mükemmel bir mizan ve intizamla iş gördüğünü ve hiçbir şeyi unutmadan ve şaşırmadan hikmetle idare ve tertip ettiğini ortaya koymaz mı? Hem her şeyi bütün incelikleriyle hat altına alan bir ilim ve hiçbir şeyi yokluğa ve israfa atmayan bir adalet sahibi olduğunu göstermez mi?
Aynen bu misâl gibi, Cenab-ı Hak, şu kâinat fabrikasının icadını arzu etti. Kâinatın esaslarını Ezelî ilmi île takdir edip ezel ve ebede nazaran altı gün sayılacak bir vakitte bütün mahlukatı,bütün atom ve kısımları ile yoktan ve hiçten yarattı, yâni ibda-ı mahz ile halk etti. Sonsuz kemal ve cemal sahibi olan O Zat-ı Akdes, kudretinin mü’cizeleriyle, rahmetinin harikalarıyla ve hikmetinin incelikleriyle bu fabrikada bin bir isminin güzelliklerini gösteren çok çeşitli tezgâhlar kurdu.
Şu muhteşem kâinat da Allah’ın kudretiyle yaratılan bir bülbül gibidir. Bu bülbül sonsuz nağmeler ile Zâf-ı Akdes’in ibda’ ve inşâsındaki hadsiz cemâl ve kemalini ilân etmektedir. Şimdi bu harika kudret mü’cizesine azot, korbon, oksijen vesaire mi diyeceğiz? Bu yepyeni, garip ve acib mahiyetleri basit elementlere mi vereceğiz? Yahut, bu harika icatları kör kuvvete ve serseri tesadüfe mi havale edeceğiz?
Yaratılan her şey hey’etiyle, maddesiyle, şekliyle, taşıdığı özellikleriyle mu’cizedir.Elhasıl, İbda’ ve inşa tezahürleriyle bu kâinat mütemadiyen dolup taşmaktadır.
Evet, bu hâl O’nun her şeyi mükemmel mizan ile plânlayıp hazırladığının ve hiçbir şeyi şaşırmadan, unutmadan ve ihmal etmeden güzelce idare ve tertip ettiğinin ve bir atomu bile israf etmediğinin delilleridir.
Cüzlerde, parçalarda görünen bu denge kanununun küllerde, bütünlerde de cereyan etmesi hikmetin gereğidir.
Evet, insanın herbir uzvu, vücuduna göre nasıl bir ölçü ile ayarlanmış ise, kâinatı ortaya getiren manzume ve sistemler de aynı ölçü ile tanzim edilmiştir.