İçeriğe geç

Bilimin Öteki Yüzü Kitap Alıntıları – Senai Demirci

Senai Demirci kitaplarından Bilimin Öteki Yüzü kitap alıntıları sizlerle…

Bilimin Öteki Yüzü Kitap Alıntıları

Murphy’nin altın kuralı şudur: Altını olan kuralı koyar.
Bugün, bilimin cevaplayamadığı sorulardan önce, soramadığı sorular var.
John Bell
Sahi, kim bu ben? Hepimizin adını her an anıp durduğu ben, kim? Gerçekten, hemen her zaman ileri sürdüğü üzere, çok şey yapan, çok şey bilen, çok şeye kâdir, hattâ tüm dünyaya hükmetmeye muktedir biri mi? Öyleyse, ufacık, hatta kimisi elektron mikroskobu ile dahi görünemeyecek kadar ufacık virüslere bile yenilmemize ne demeli?
Profesyonel bilim adamları, yeni kanunlar ortaya çıkarmaya öylesine dalıyor ki, en başta böylesi bir kanunun var olmasının ne kadar hayrete değer olduğunu unutuyor.
“…Aklın gücüne inanarak yaşamış bir bilim adamı için, serüven beklenmedik şekilde sona erer. O cehalet dağlarını tırmanmıştır; en yüce zirveyi fethetmek üzeredir, en son kayaya doğru kendini çeker ve tam o sırada, asırlardır orada oturan bir grup ilâhiyatçı onu ‘hoşgeldin’ diye karşılar. “
“İnsan şuuru kâinatta tek başına bağımsız olarak var olan herhangi bir düzen değil, bütün varlık nizamının gerçekleştiği, aksettiği bir aynadır. Yani, kâinatın gayesi, hayat vasıtasıyla insan zihnine düşünce konusu olmaktır.”
“Kuantum fiziği, içinde kâinatı seyreden bir seyirci olmadan anlamsızdır.”
Materyalizmin bilim dünyasında kök salması ile kâinat ve dünya kararmış, hayat mânâsızlaşmış, insan silikleşmiş, her şey âdi bir maddî görünüşe dönüşmüştür.
“Bütün doğal olaylar bilimle izah edilebilir” inancı bugün her zamankinden çok daha zayıf. Bilim adamları artık bilimin olsa olsa tarif ve tasnif edici olabileceğini anlamaya başladılar.
Meselâ Newton çekim kanunlarını formüle etmekle çekimin sebebi üzerinde herhangi bir açıklama getirmiş olmadı. R.Thorn’un tabiriyle, “Bugün çekim meselesinde, elmanın düşmesine o gün Newton’un şaşırdığından daha az şaşırmamız için hiçbir sebep yok.”
Hawking’e göre, şu kadar sayıdaki muhtemel kâinatlardan biri maya tuttu ve artık buradayız. Ve hayretle soruyoruz: Kâinat nasıl oldu da hayata imkân verecek şekilde, böylesine ölçülü, düzenli ve düzgün oldu? İşte, Hawking bu soruyu gereksiz buluyor. Çünkü zaten bu çok küçük ihtimal gerçekleşmemiş olsaydı, böyle bir soru da olmayacaktı.
“Hayat ya bizim gezegenin yüzünde bulunan hayatsız maddede olan kimyevî reaksiyonlar ile kendiliğinden oldu veya bir Yaratıcının iradesiyle yaratıldı.” “İkincisi”, diyor Jastrow, “ilmî araştırmanın ötesinde, bir inanç meseledir. Doğru. Ama, diğeri de bir inanç meselesi değil midir? O da, kesin bir delil olmasa bile, bilim adamlarının hayatın kökenine dair söylediklerini doğru kabul etme inancına dayanmıyor mu?”
Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, böylece kendisini tabıyabilelim diye, sebep-sonuç çizgisi içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur, ama biz O’nun nasıl yarattığını anlamak için sebeplere muhtacız.
“Hayatta en hakikî mürşit bilimdir” derken, parantez içinde, “yani din değildir” demeye getiriyorlar.
Nasıl felsefe filozofların faaliyeti ise, nasıl sanat sanatçıların faaliyeti ise, bilim de altı üstü kendine has düşünceleri, metodları olan bilim adamlarının faaliyetidir.
“Her bir fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar” diyor. Yeter ki, biz o dilden anlıyor olalım. Yeter ki, her bir şeye imanî bir nazarla bakabilmeyi özümsemiş olalım.
Modern bilim, dahilî olarak sahip olduğu epistemolojik değerlerle bize dolaylı yoldan bir dünya görüşü önerir; daha doğrusu bir açı sunar. Bize, ‘Bu açıdan ve bu sınırlar içerisinden bakacaksın’ der.
Aklımıza soru, kalbimize sevgi aşılanmış. Bizi her an hayret ve hayranlığa sevkeden şu güzelim kâinata, işte öylece muhatap edilmişiz.
Yaşadığımız baharlar hepimizin yüreğine aynı güzellik diyarının haberlerini getiriyor.
Bugün çekim meselesinde, elmanın düşmesine o gün Newton’un şaşırdığından daha az şaşırmamız için bir sebep yok.
Çünkü, bütün bu tesbitler ışığında âşikar biçimde görülüyor ki bilim tarafsız değildir; zira, bilim adamı tarafsız değildir. Ve bizim kâinata bakışımızı, bilim şekillendiriyor değildir; ondan önce, bizim kâinata bakış açımız, bilime şeklini vermektedir.
[Modern bilim tarihi, yalnızca bilimsel keşifler ve onların zihinsel içeriklerinden ibaret değildir. Bu tarih, seküler bir din hâlini almış olan birtakım felsefî temellerin teşkil ettiği bir inançlar kümesini de içine almaktadır. Bilimin cümlelere dökülmeyen bu iktisadî aksiyomları, bilimsel etkinlik içinde, bir bilgi akdi olarak değil, bir inanç akdi olarak iş görürler. Modern bilim, dahilî olarak sahip olduğu epistemolojik değerlerle bize dolaylı yoldan bir dünya görüşü önerir; daha doğrusu bir açı sunar. Bize, ‘ Bu açıdan ve bu sınırlar içerisinden bakacaksın’ der. (bkz. İlhan Kutluer, Modern Bilimin Arkaplanı)]
Demek, tek bir ilahı kabul etmemenin karşılığı, ilahsızlık değil – başkaca herşeyi ilah kabul etmek. Yani, ilah muhakkak var. Ama kavga bunun bir mi, yoksa hücrenin DNA’ları, kâinatın zerreleri adedince mi olduğu üzerinde dönüyor.
Kâinat şâyet-iddia edildiği üzere-kendini yaratabilmişse, kâinat bir Yaratıcının özellikleri ile donanmış demektir ve bu kabul edilirse, kâinatın kendisinin ilah olduğu sonucuna varmak zorunda kalırız.
Bilim adamları bu görüşü kabule isteksizdirler. Ama tercih imkânımız da sınırlı: Hayat ya bizim gezegenin yüzünde bulunan hayatsız maddede olan kimyevi reaksiyonlar ile kendiliğinden oldu veya bir Yaratıcının iradesiyle yaratıldı. İkincisi, diyor Jastrow, ilmi araştırmanın ötesinde, bir inanç meselesidir. Doğru. Ama, diğeri de bir inanç meselesi değil midir? O da, kesin bir delil olmasa bile, bilim adamlarının hayatın kökenine dair söylediklerini doğru kabul etme inancına dayanmıyor mu?
Cevap beliriyor. Yazıya girişte ‘tabiat’, devamında DNA’nın ‘kendi kendine’ kopyalaması, sonuç bölümünde ‘evrim’. Sırayla Tabiat yaptı, kendi kendine oldu, sebepler sonuç verdi. Böyle tarafsızlık, taraflılar başına!
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
O halde nasıl atom bombası atomla ilgili bilgileri bulanları suçlu kılmazsa, nükleer santrallerin insanlara faydası da aynı bilim adamlarının şahsî tercihlerini haklı göstermez.
Modern bilim tarihi, yalnızca bilimsel keşifler ve onların zihinsel içeriklerinden ibaret değildir. Bu tarih, seküler bir din halini almış olan birtakım felsefi temellerin teşkil ettiği bir inançlar kümesini de içine almaktadır. Bilimin cümlelere dökülmeyen bu itikadî aksiyomları, bilimsel etkinlik içinde, bir bilgi akdi olarak değil, bir inanç akdi olarak işgörürler. Modern bilim, dahili olarak sahip olduğu epistemolojik değerlerle bize dolaylı yoldan bir dünya görüşü önerir; daha doğrusu bir açı sunar. Bize, ‘Bu açıdan ve bu sınırlar içerisinden bakacaksın’ der.
Şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir. Allah’ı inkardır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta onları nazarda söndürür, göstermez.
Biz; yani ben, sen, o. Shakespeare’in ünlü deyişini hatırlarsak, mesele, ‘yıldızlarımızda değil, kendimizde’. Kâinatta ki hiçbir şey bizi, Bana böyle bakacaksın diye zorlamıyor. Ona nasıl bakacağımıza, kendi iç dünyamızdaki ölçücükler ile, kendi ben’imizle biz karar veriyoruz. Güneş güneştir; ötesi yoktur diyen de biziz; Güneş, onu öylece yaratan Birine işaret ediyor olmalı diyen de. Ve bu iki cevaptan hangisini tercih ettiğimiz, kendimizi, kendi ben’imizi nasıl açıklamış olduğumuza göre beliriyor. Bir diğer deyişle, kendi ben’imizi ne şekilde algılıyor olduğumuza göre
Bir gül tomurcuğunun açılması ile insanın namazda secdeye kapanması aynı şeydir. Çünkü ikisi de aynı emre itaatin sonucudur.
Herşey
Uzak ya da yakın
Birbirine bağlanmış
Gizlice, ölümsüz bir El tarafından
Tek bir çiçeği bile koparamazsın
Bir yıldızı yerinden oynatmadan.
-Allah kainatı yaratıp bırakmış değildir. Atom içi âlemlere inildikçe görülmüştür ki, Allah ‘zerre’ye her an hükmederek, kâinatı her an yaratır. Bu mânâda sabit bir kâinat yoktur; ‘daimî yaratılış ile tazelenen kâinatlar’ vardır.
Bütün doğal olaylar bilimle izah edilebilir inancı bugün her zamankinden çok daha zayıf. Bilim adamları artık bilimin olsa olsa tarif ve tasnif edici olabileceğini anlamaya başladılar.
Meselâ Isaac Newton çekim kanunlarını formüle etmekle çekimin sebebi üzerinde herhangi bir açıklama getirmiş olmadı. R.Thorn’un tabiriyle, Bugün çekim meselesinde, elmanın düşmesine o gün Newton’un şaşırdığından daha az şaşırmamız için bir sebep yok.
İnsan ne dünya üzerinde bir lüks oyuncak, ne de kromozomlarına asılı bir kukladır.
Bugün, bilimin cevaplayamadığı sorulardan önce, soramadığı sorular var.
-John Bell
Bu insanlar, sözümona bilimsellik adına, yani ‘deneysel açıdan gözlemlenemediği için’ Allah’ın varlığını bilimin gündeminden çıkarmaya teşebbüs etmişlerdir. Ama yine aynı insanlar, nedense ‘şans eseri’ gibi, ‘rastlantısal olarak’ gibi, ‘doğal süreç’ gibi, ‘laboratuvar koşullarında ya da deneysel olarak gözlemlenemeyen’ başka şeylerden söz ediyorlar!
Kimi bilim adamları, meselâ Stephen Hawking, Bir yaratıcıya gerek yok diyor. Bu ‘bilimsel bir tesbit’mi? Hawking ya da Sagan veyahut laplace-bilim ona öyle gösterdiği için mi bunu diyor? Yoksa, bu zevat, zaten Allah’a inanmayan ve tavrını bilime de dayatmaya çalışan bir zümreyi mi oluşturuyor?
Her bir şey, güneş gibi parlak bir biçimde O’na işaret ediyor olsa bile, kapalı gözler o aydınlığı göremiyor. Gelen herşey, olsa olsa, kendi benimizin rengiyle renkleniyor. Meselâ, hikmet yüklü bir olay, anlamzıslığa bürünüyor. Kendisi cansız, şuursuz, kör ve sağır olduğu halde sonsuz bir ilim gerektiren işler kendisine gördürülen hava molekülü, gerçekte Rabbinin sonsuz ilmine işaret ediyor iken, kendi başına bir ilim sahibi imiş gibi bir hale dönüşüyor.
Bir kitabın, hattâ bir satırlık yazının dahi bir yazarı varken; en küçük bir fiilin dahi bir faili mevcutken, Satürn’ün etrafındaki halkalar ‘kendiliğinden, ‘ ‘şans eseri, ‘ ‘rastlantı sonucu,’ ya da ‘doğa yasalarına göre oluşuyor’ kabilinden izahların konusu oluveriyor!
Yani asıl husus neye baktığımız değildir. Hangi şeye bakıyor olursak olalım, ona nasıl baktığımızdır.
Her bir bilim dalı, bu kâinat merdiveninde Yaratıcının ayrı bir ünvanını tanıttırır.
BİLİMLER NİYE VARDIR? Cevap: Çünkü kâinat var. Ve bilimler, kâinatı anlamanın yolu. Her bir bilim dalı, kendi ölçüleriyle, kendi sahasında konu edindiği her bir esyayı, her bir olayı bize anlatır; bütün bilimler kâinata ayna olur. Kâinatın ilk anda, ilk bakışta fark edemediğimiz, ancak dikkatle baktığımızda bulabilecegimiz özelliklerini bilimler bize gösterir.
Kainatta düzen vardır ve insanda da bu düzeni araştırıp bulacak ve tanıyacak istidat bulunur. Kâinatta güzellik vardır ve insanda da bu güzelliği sevme ve ona hayran kalma istidadı vardır. Yine kâinatta hikmet vardır ve insanda da hikmeti takdir edecek istidat bulunur. Bütün bunlar kâinat içinde insanı kâinatla tezat teşkil etmeyecek şekilde yaratan Allah’ı tanımaya yönlendirecek işaretlerdir. Tâ ki O’nu bulsun, O’nu tanısın ve O’na teslim olsun.
İnsan ne dünya üzerinde bir lüks oyuncak, ne de kromozomlarına asılı bir kukladır.
Yeryüzünde hayatın tesadüfen var olduğuna dair hiçbir gerçekçi ihtimal yoktur
Bilim, yeryüzünde hayatın kökeni sorusuna dair tatminkar bir cevaba sahip değildir.
Geçmiş zaman geçmiş gitmiş. Geri getirip görmenin imkanı yok.
Bir insanın yüzünün diğer bütün insanlardan farklı yaratılışı bile O’ nun iradesinin sonsuzluğunu ispatlar.
Ne nereden geldiğimi, ne nereye gittiğimi ve ne de kim olduğumu biliyorum.
İslamiyet’in esasları, o kadar derindir ki, felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır.
Okullarla kiliseleri, din kitapları ile fen kitaplarını birbirinden ayırabilirsiniz, ama insanların zihnini ikiye bölemezsiniz Norman Lamm’ın dediği gibi, İnsan bu dünyayı düşündüğü gibi, öbür dünyayı da düşünür; aklına ‘bilimsel’ olduğu kadar, dinî sorular da gelir.
Şimdi aklıma bir soru geldi: Sahi, Hiroşima ve Nagazaki faciaları neden Taş Devrinde olmadı? Kimyevî silahlar neden Ortaçağa yetişmedi dersiniz? Çünkü o zamanlar insanların ne atom bombası, ne de kimyevi silah üretecek seviyede bilgileri yoktu. Demek bilim ilerlemeseydi onca masum insan bir anda öldürülmeyecekti. Yoksa
suçlu bilim mi? Elbette ki değil diyeceksiniz. Suçu işleyen insanlar. Atomun yapısı ile ilgili bilgileri isterseniz nükleer santral yapmakta
kullanırsınız, isterseniz atom bombası yapmakta. Anladığım kadarıyla bazı şeyleri bilmek baska, onları uygulamaya dökmek başka
demeye geliyor bu. Atomun yapısını bilmek başka, atomun yapisiyla ilgili bilgileri insanları öldürmekte kullanmak başkadır. Aynı şekilde atomun yapısını bilmek başkadır, bu bilgiyi nükleer santrallerle insanların yararına kullanmak başkadır, değil mi?
Yüzyıllar boyu alınteriyle, sabırla, sebatla, zekâ ile yazılmış bir destandır bilim.
İste böyledir bilim. Bizi eski çağların karanlıklarından çıkarmıs ve bugünün inanılmaz konforuna ulaştırmış. Hele bir de yarınları
düşünün Bugün kulağınıza yanaştırdığınız telefon ahizesinin gerisinde, koltuğuna yaslandığınız arabanızın gerisinde, dokunduğunuz her elektrik düğmesinin mazisinde hep o vardır: bilim.
Gerçeğin yarısını anlatmış olmam, anlattıklarımın hepsini gerçek yapar mı? Görünüşte, kimse söylediklerime bakıp yalan konuştuğumu söyleyemez. Ancak gerçeğin diğer yarısını anlatmamanın adı nedir? Gerçeği eksik anlatmak, herşeyi olduğu gibi anlatmamak demektir ki, sanıyorum doğru söylemek diye buna demiyorlar.
Peşin hüküm ise hüküm değildir.
Madem ki karşımda düzenli bir olay var, demek ki bir düzenleme fiili de olmalı. Öyle ya, bu sayfadaki yazıyı gördüğünüze göre, gerisinde bir yazma
fiili olmalı. Yazı varsa, gerisinde yazma fiili de var. Yazma varsa, yazan da var.
Bu imanî dikkate ve hassasiyete tam mânâsıyla erişebilsek, o kadar ki, kelimelerimiz bile değişecek. İmanın yansımaları kelimelere
kadar nüfuz edecek. O zaman bileceğiz ki, hiçbir zaman yağmur yağmıyor; her zaman yağmur yağdırılıyor. Su gelmiyor; gönderiliyor. Güneş dönmüyor; döndürülüyor. Bir kuş, bir çiçek güzel değil; güzel yapılmış.
Bazılarının Kalbleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar. (A’raf. 179).
Bu insanlar, sözümona bilimsellik adına, yani ‘deneysel açıdan gözlenemediği için’ Allah’ın varlığını bilimin gündeminden çıkarmaya teşebbüs etmişlerdir. Ama yine aynı insanlar, nedense ‘şans eseri’ gibi, ‘rastlantisal olarak’ gibi, ‘doğal süreç’ gibi, ‘laboratuvar koşullarında ya da deneysel
olarak gözlenemeyen’ başka şeylerden söz ediyorlar!
Aşikar biçimde görülüyor ki bilim tarafsız değildir; zira, bilim adamı tarafsız değildir. Ve bizim kâinata bakışımızı, bilim şekillendiriyor değildir: ondan önce, bizim kâinata bakış açımız, bilime şeklini vermektedir.
Devran öylece dönerken, asırlar geçip gidiyor.
Sahi kim bu ben? Hepimizin adını her an anıp durduğu ben, kim? Gerçekten, hemen her zaman ileri sürdüğü üzere, çok şey yapan, çok şey bilen, çok şeye kâdir, hatta tüm dünyaya hükmetmeye muktedir biri mi? Öyleyse, ufacık, hatta kimisi elektron mikroskobu ile dahi görünemeyecek kadar ufacık virüslere bile yenilmemize ne demeli? Ya da, istenildiği kadar azmedilsin, felç vâki olduktan sonra, bir serçe parmağını bile kıpırdatamayışımıza? Hem o çok şey bilen ben, acaba hafızanın işleyişini -bırakın işleyişini yönetmeyi, nasıl işlediğini- hakikaten biliyor mu? Düşünmesi esnasında iş gören milyarlarca sinaps’in kaçına o hükmediyor ki? Böylesi basit, sıradan, her dakika binlercesi yaşanan işleri bile bizzat beceriyor olmadığına göre, bu ben, ayna gibi bir şey mi yoksa? Ayna gibi, kendinde bir şey olmadığı halde, başkasının olanları mı yansıtıyor?
Bakılan şeyin anlamı, ona ne niyetle ve hangi nazarla bakıldığına göre beliriyor. Niyetler, artıyı artı halinde tutabildiği gibi, onu eksi de yapabiliyor.
Asıl husus, neye baktığımız değildir. Hangi şeye bakıyor olursak olalım, ona nasıl baktığımızdır.
Yoksa, aynı gözle bakılsa da, bakış şekli mi farklı? Aynı merakla yola çıkılsa da, o merakın ardındaki sâiklerde mi bir zıtlık var? Aynı anlama gayreti ile kâinata nazar edilirken, bu ‘anlama’dan anlaşılan şeyler mi değişik?
Aklımıza soru, kalbimize sevgi aşılanmış.
Şu satırların okuyucusu veya yazarı olmanın ötesinde, daha nice beraberliği paylaştığımız güzelim bir dünyada yaşıyoruz. Güneş her sabah hepimize doğuyor. Geceleri ay hepimiz için parıldıyor. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, kokladığımız gül aynı. Yaşadığımız baharlar, hepimizin yüreğine aynı güzellik diyarının haberlerini getiriyor. Patlayan bir tohum, yeni açmış bir çiçek, cıvıldayan bir kuş, kayan bir yıldız aynı duygularla yüreklerimize taşınıyor. Gördüğümüz, yiyip içtiğimiz, kokladığımız, duyduğumuz ve dokunduğumuz her şey aynı tarlanın mahsulü. Hepsi de, kainat adlı o sergiden alınma.
Ve bazıları ışığın, bazıları gölgenin peşine düştü.
-T. S. Eliot
Bugünün penceresinden dün yaptıkları acemice görünür.
Kompleks varlıkların en küçük parçacıklarına indirgenmesiyle tamamen anlaşılabileceğini kabul eden bilimin esas maksadı, müthiş bir indirgemecilikle, canlıları, kör tesadüfle evrimleşen atomlar seviyesine indirgemekti
NASA’nın Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Robert Jastrow, God and the Astronomers’ında (Allah ve Astronomlar) bazı inkârcı astronom, fizikçi, kozmolog, kimyacı vs.’ler “Garip bir şekilde buna karşı çıktılar. Kızdılar, anlamsız ifadelerle üstüne sünger çektiler, ama” der, Big Bang teorisiyle dünyanın ezelî olması gereken bir Gücün eseri olarak meydana geldiğini ispatladı.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir