İçeriğe geç

Beynin Sırları Kitap Alıntıları – Sinan Canan

Sinan Canan kitaplarından Beynin Sırları kitap alıntıları sizlerle…

Beynin Sırları Kitap Alıntıları

Nasıl ki kullanılmayan kaslar zamanla küçülüyorsa beyindeki devreler de kullanılmadıkça zayıflar, yeteneklerini kaybeder ve zamanla yok olur.
Erken yaşlarda olumsuz koşullarla karşılaşarak büyümek zorunda kalan çocukların birçoğunda amigdalanın normalden daha küçük olduğu görülmüştür. Bu yüzden ileriki yaşlarında şiddetli duygula­nımların kontrol edilmesi konusunda büyük sorunlar yaşa­dıkları bilinmektedir. Sıklıkla patlayan şiddetli öfke nöbetle­ri, uzun süre duygusal bir olumsuzluğun etkisi altında kalma şeklindeki duygusal uyumsuzluklar, çoğu zaman amigda­laların iyi çalışmamasından kaynaklanır.
Tabiri ye­rindeyse, beynimizin dünyayı algılama bağlantıları, ailemiz, yakın çevremiz ve içinde yaşadığımız toplumun kültürel kodlarına, davranış kalıplarına, inançlarına göre şekilleni­yor.
Mizacımızın büyük bir kısmını başta ebeveynlerimiz olmak üzere, etrafımızdaki insanlardan görüp taklit ederek edinmekteyiz. Etrafımızdaki örnekleri algılama, tekrar etme ve edinme süreçlerine, bir de biyolojik benzersizliğimiz katkı yaptığında, hiç kimsede aynen bulunmayan, detaylarda ve inceliklerde kişiye özgü bir mizaç yapısı ortaya çıkar.
Yeteneğin altın bir kuralı vardır:
Bir işi ustaca yapabilmek için o işe en az on bin saat ayırmanız gerekir. Yani herhangi bir işte on bin saat boyunca pratik yaptığınızda bu pratiği yapmamış olan diğer insanlar karşısında çok daha iyi ve üstün yetenekli görünürsünüz.
Öldürmeyen güçlendirir prensibi biyolojinin en önemli araçlarından biridir. Bebek­lik, çocukluk ve gençlik dönemlerinde yaşanan sıkıntılar, daralmalar, yoksunluklar veya hastalıklar, eğer biyolojik bedenin faaliyetlerini durdurmuyorsa, organizmanın ya­şadığı stresi aşmasına fırsat verecektir.
İnsan zekası sorunlarla karşılaştığında, sıkışıp daral­dığında, yaşamsal faaliyetlerini sürdürmesini zorlaştıran koşullara maruz kaldığında çalışmaya başlar. Kısacası biz bu dinamiğe stres diyoruz. Stres, insan için, gelişimin ve yeni düşüncelerin motorudur.
Farklılıklar erkek ve kadın arasında bir yarışma veya üstünlük vesilesi değildir. Bunlar, her iki cinsin de bir araya geldiği zaman birbirlerini tamamlayan eksik ve fazlalıklarıyla Lego oyuncağın parçaları gibidir. Tam olmaları için bir birleriyle birleşmeleri ve bu farklı yeteneklerini milyonlarca yıl boyunca tabiatın içinde incelikle oluşan ayarlarına uygun şekilde birlikte kullanmaları gerekir.
İnternet çağında yaşıyoruz. Bilgi çok hızlı akıyor ve beyin ler bu bilgiyi işlerken çabuk yoruluyor. Dolayısıyla bilgi alma amaçlı olarak yoğunlaşma süremiz de oldukça kısalıyor. Klasik okul derslerinin ortalama 40 dakika kadar sürdüğü düşünülürse, bu kadar uzun bir süre boyunca özellikle de erken gençlik dönemlerindeki bireylerin konsantre olmalarını beklemek boşuna bir çabadır.
İyileşmek, çaba ve değişim gerektirir. Bana göre beyin eğitimi, bu çabada sebat etmek ve kararlı bir şekilde ilerlemek için gerekli altyapıyı sağlayan çok önemli bir destek .
Ben şimdiye kadar el bebek gül bebek büyütülmüş, her işi tıkırında gitmiş, en iyi okullarda okuyup yüksek maaşlarla ücretli çalışmış ve çok başarılı olmuş bir insan biyografisine hiç rastlamadım. Biyolojimiz ve psikolojimiz açısından bu­nun önemli bir nedeni vardır.
Karanlık, kapalı bir kutunun içinde duran beyin, aldığı verilerden yola çıkarak bir gerçeklik inşa ediyor. Yani duyduğunuz seslerin, gördüğünüz görüntülerin, aldığımız tatların, hissettiğiniz ağrıların hiçbiri aslında gerçek değil. Bunların hepsi beynin yorumlarından ibaret şeyler. Bu nedenle dış dünya denen şey aslında her birimizin kişisel yorumu.
Üstün yetenekli, zeki, çalışkan diye nitelediğimiz çocukların önemli bir bölümünün patolojik yani normalden olumsuz yönde sapma gösteren bireyler olması kuvvetle muhtemel. Zira insan, özellikle erken yaşlarında, hareket ederek, oynayarak, keşfederek, sorarak, merak ederek ve risk alarak öğrenir. Yüz binlerce yıldır bizi insan yapan öğrenme yöntemi budur. Bugünse, gencecik beyinler, neden öğrendiklerini dahi çoğu zaman bilmedikleri bir sürü bilgiyi akıllarında tutmaya, en azından sınav dönemine kadar hatırlamaya zorlanıyorlar. O sınavlar için, hayatın oyunla, keşifle, toplumsal etkileşimlerle geçmesi gereken çok önemli zamanları, sınıflarda, derslerde, ders çalışma ve ödev yapma seanslarında tüketiliyor.
Zeka, tanımını kolayca yapabildiğimiz bir konu değil. Uzun zaman boyunca hızlı işlem yapabilme, hatırlayabilme, basit veya karmaşık problemleri çözebilme gibi bileşenlere dayalı ölçümlerle zekayı belirlemeye, puanlamaya çalıştık.
Bu alışkanlığımız hâlâ devam ediyor. Fakat dikkat ederse­niz, bu tip işlevler, bilgisayarların yapabildiği şeylerdir. Hatta insanlar, bu işleri daha hızlı yapsınlar diye icat ettiler o bil­gisayarları. Beynimiz bir bilgisayar olmadığına göre, üstelik bilgisayardan çok daha farklı bir şey olduğuna göre, insan zekası dediğimiz zaman işin içine farklı bileşenlerin girmesi gerekir.
Yani aynılık yahut bir şeylerin aynı olduğu algısı, zihninin sınıflandırma alışkanlığıyla ilgilidir. Doğada böyle bir durum yoktur.
İnsanlar, beyinlerinin yüzde onunu kullandıkları mitine inanmayı içten içe seviyorlar. Yani Beynin ancak yüzde onu kullanılabiliyor dendiğinde birçok kişi yarı bilinçli olarak Bak bu benim ancak yüzde onum. Bir de yüzde yüzünü kullansam kim bilir ne olurum? diye düşünüyorlar. Yani gizli bir potansiyelimiz olması fikri bize her zaman çok cazip geliyor. Evet, gizli çok potansiyelimiz var, fakat bu durum beynin çalışmayan yahut atıl duran yerleriyle ilgili değil. Bunu daha çok bir yazılım meselesi gibi düşünmekte fayda var.
İnsanlar, beyinlerinin yüzde onunu kullandıkları mitine inanmayı içten içe seviyorlar. Yani Beynin ancak yüzde onu kullanılabiliyor dendiğinde birçok kişi yarı bilinçli olarak Bak bu benim ancak yüzde onum. Bir de yüzde yüzünü kullansam kim bilir ne olurum? diye düşünüyorlar. Yani gizli bir potansiyelimiz olması fikri bize her zaman çok cazip geliyor. Evet, gizli çok potansiyelimiz var, fakat bu durum beynin çalışmayan yahut atıl duran yerleriyle ilgili değil. Bunu daha çok bir yazılım ” meselesi gibi düşünmekte fayda var.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Karanlık, kapalı bir kutunun içinde duran beyin, aldığı verilerden yola çıkarak bir gerçeklik inşa ediyor. Yani duyduğunuz seslerin, gördüğünüz görüntülerin, aldığınız tatların, hissettiğiniz ağrıların hiçbiri aslında gerçek değil. Bunların hepsi beynin yorumlarından ibaret şeyler. Bu nedenle dış dünya denen şey aslında her birimizin kişisel yorumu.
Zekâ algısını en çok etkileyen kötü alışkanlıkların başında eğitim sistemleri geliyor. Ülkemizde ve dünyada, henüz oyun yaşındaki çocuklara, uzun süre hareketsiz ve dikkatli oturmayı zorunlu kılan, gerekli gereksiz birçok şeyi öğrenmelerini baskılayan zorlu bir eğitim süreci dayatılıyor. Bu eğitim sisteminin içindeki müfredat, normal şartlarda bir çocuğun çoğunlukla ihtiyaç duymayacağı, yaşamını sürdürmesi için doğrudan gerekli olmayan, yaşamda tecrübe edilerek pekâlâ öğrenilebilecek sayısız “ders” içeriyor. Üstelik derslerin birçoğunun, insanın doğal öğrenme sistemiyle uyumsuz şekilde, tek yönlü ve ezbere dayalı olarak verilmesi de işin cabası. Doğal olarak insan zekâsının böylesi bir meydan okumayla baş etmesi giderek zorlaşıyor. Üstün yetenekli, zeki, çalışkan diye nitelediğimiz çocukların önemli bir bölümünün “patolojik” yani normalden olumsuz yönde sapma gösteren bireyler olması kuvvetle muhtemel. Zira insan, özellikle erken yaşlarında, hareket ederek, oynayarak, keşfederek, sorarak, merak ederek ve risk alarak öğrenir. Yüz binlerce yıldır bizi insan yapan öğrenme yöntemi budur. Bugünse, gencecik beyinler, neden öğrendiklerini dahi çoğu zaman bilmedikleri bir sürü bilgiyi akıllarında tutmaya, en azından sınav dönemine kadar hatırlamaya zorlanıyorlar. O sınavlar için, hayatın oyunla, keşifle, toplumsal etkileşimlerle geçmesi gereken çok önemli zamanları, sınıflarda, derslerde, ders çalışma ve ödev yapma seanslarında tüketiliyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Herkesten beklenen şeyleri
çocuklarımızda aramaktan vazgeçelim.
Stres yaşam için önemli olduğundan, zaten yaşamın doğal bir parçasıdır. Strese izin vermeyi, onu hayatımıza doğru bir biçimde yeniden buyur etmeyi öğrenmeliyiz. Hasta olmasın diye vitaminlerle midelerini doldurduğumuz çocuklarımızın, hastalıklara dirençsiz ve aşırı kilolu bireylere dönüştüğünü görüyoruz. Her ateşi çıktığında ateş düşürücü verdiğimiz çocuklarımızın bedenleri hastalıkla savaşmayı öğrenemiyor. Küçük enfeksiyonlarda bile öncelikli olarak tercih edilen antibiyotikler nedeniyle, artık antibiyotiklerin bile etki etmediği yeni mikroorganizmaların ortaya çıkmasına neden olduk. Güvenlik nedeniyle sokaklara çıkarmadığımız çocuklarımız, bedensel özellikleri zayıf, güvensiz, aşırı kilolu, risk almayan ve ekseriyetle bunalımlı insanlara dönüşüyorlar. Bütün bunlar doğal streslerin bütün özelliklerimiz açısından ne kadar önemli olduğunun küçük örnekleridir.
“ Gerçekçi olmayan beklentiler, gerçek hayatın kusurlu ve pürüzlü dünyasında hayal kırıklığından başka bir sonuç doğurmaz.”
. O zaman hem ömrünüz oldukça adım adım bilgelik merdivenlerini tırmanabilir hem de ardınızdan gelenlere parlak fikirler bırakma şansı yakalayabilirsiniz
İşte bu muhteşem evrenin sırrını çözmek biraz böyle bir şeydir. “Ben anladım, artık anlaşılacak yeni bir şey kalmadı” dediğiniz anda cahilleşir, bilgelik yolundan saparsınız. Ama öğrendikçe, öğrenecek çok ama çok şey olduğunu gittikçe idrak ederseniz.
Kepler ve Kopernik ile gökcisimlerinin hareketlerindeki düzeni, Newton ile tüm evrende geçerli olan büyük ölçekli kanunları, Einstein ile görünmeyen boyutların etkilerini, kuantum fiziği ile atom altı âleminin temel oluşturan dokusunu, sicim kuramı ile titreşimlerden kurulu tabiatımızı anlamaya başladık. Bunların her biri dünyaya dair görüşümüzü genişletti.
Beyin, sevebilen, üzülebilen, hayal edebilen tek organımızdır. Âşık olma, heyecanlanma, duygulanımlar gibi özelliklerimizi bazen “kalbimize” atfediyor olsak da artık bunların tamamının beynimizden kontrol edildiğini biliyoruz.
“Beynimiz onu anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, bizler yine onu anlayamayacak kadar basit olacaktık.”
Beyin, küçücük boyutlarına rağmen sonsuzluklarla uğraşabilen tek organımızdır.
Birkaç yıl süren bu süreç sonunda beyin ne yapacağını doğumdan sonra yavaş yavaş öğrenir. Mesela doğuştan gözlerinde katarakt olan bebekler, eğer kısa sürede tedavi edilmezlerse gözlerinden beyinlerine doğru görme bilgisi ulaşmadığı için beyinleri görmeyi öğrenemez. Kritik periyot geçtikten sonra, gözleri tedavi edilse de beyinleri görmeyi öğrenme yeteneğini kaybettiği için artık göremez. Yani, ömür boyu devam edecek bir körlük söz konusu olur.
Beyin yıkamanın iki temel versiyonundan bahsedebilirim. Birincisi pozitif ya da müspet olanı: Zihni temizleyen, düşünceyi açan bir yıkama türü. İkincisi ise negatif ya da olumsuz olanı: Zihni bir parazite çeviren, gerçekle bağını kopartarak onu zararlı bir faile ya da kalabalıklar içinde bir zombiye çevirebilen bir başka “yıkama” türü
Çocuklarımıza sorumluluk vermeden, risk almalarına müsaade etmeden, kayıplar yaşamalarını göze almadan onların kendilerine yeterli yetişkinler olmaları çok zordur, bunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Doğal ayarlarımızdan koptukça sorun yaşıyoruz.
Tabiatımızı anladıkça, travmalara karşı direncimiz de, esnekliğimiz de, metanetimiz de artacak.
İlk kızım sanırım üç ya da dört yaşındayken onu bir Kurban Bayramı’nda koyunların nasıl kesildiğini göstermek için kesim yerine götürmeye karar vermiştim. Bu fikrimi duyan etrafımda eş dost kim varsa hemen hepsi dehşete kapılarak bana engel olmaya çalıştılar. Hemen hepsinden çocukken hayvan kesimi görmenin yarattığı travmalarla ilgili anekdotlar dinlemek zorunda kaldım. Onlara, köylerde yaşayanların ya da binlerce yıldır insan toplumlarında hayvanları beslenmek amacıyla kesenlerin aslında hiç travma yaşamadığını anlatmaya çalışsam da beni dinleyen pek olmadı. Öyle ya, yaşamak için yemek durumundayız ve çocukların yedikleri et denen şeyin nereden nasıl elde edildiğini bilmesi gerekiyor. Doğanızdan uzak düştüğünüzde, en doğal faaliyetinize bile ne kadar yabancılaşabileceğinizin bir dolu örnekleri var ki bu örnekler çok zaman hayret verici düzeylerde bile olabiliyor. Velhasıl biz kızımla kesim yerine gittik. Ona önce hayvanlardan, besin ağından, hepimizin birbirimizle beslendiğimizden, et diye yediğimiz şey için bazı canlıların canından olması gerektiğinden bahsettim. Sonra güzel bir koyunun tekbirler eşliğinde kesilişini izledik. Hayvana gösterilen özel saygı ve hürmetin kızımın çok ilgisini çektiğini de gözlemledim. O günden sonra diğer iki kardeşine de aynı deneyimi sundum ve bundan hiç pişman olmadım. Çünkü şimdi üçü de beslenmek, yaşam döngüsü, ölüm, ekosistem ve onun içindeki yerleri konusunda birçok çocuğa göre çok daha fazla bilgi sahibi.
Bilim, bizlere dünyanın nasıl işlediğini anlamaya giden yolun anahtarını sunar.
Türümüz tahmin işinde o kadar iyidir ki bırakınız birkaç dakika sonrasını hesap etmeyi, zamanının çoğunu seneler sonrasında başına gelecek olası durumları düşünerek geçirir. İnsanda böylesi aşırı miktarda geleceğe uzanma yeteneği taşıyan bir zihnin varlığı bizleri, biyolojik hayatın kaçınılmaz sonu olan ölüm olgusunun da farkında olan ve buna göre bir yaşam sürme zorunluluğu hisseden canlılara da dönüştürüyor aynı zamanda.
İnsan bebeği doğuştan temas ve şefkat görme güdüsüyle dünyaya gelir. Kendisiyle oynayan annesi bir süreliğine dalıp karşısındaki bebeğini unutursa, bebek hemen huzursuzlaşır ve annesinin anlık ilgisini geri kazanmak için çabalamaya başlar.
Doğuştan getirdiği nitelikler için değil, katkı vererek ortaya çıkarttığı değerler için onu takdir edin. Zekâsını değil çalışkanlığını, güzelliğini değil güzelliği görebilmesini, güçlü olmasını değil gücünü doğru yerde kullanabilmesini, dürtüselliğini değil cesaretini takdir edin. Ona daha iyi olma yolunda yapacağınız en etkili yol gösterimi budur.
İnsanoğlunun temel dürtüleri olan yeme-içme konularında onu özgür bırakın. Çocuğunuzun siz acıktığında acıkmak, siz üşüdüğünüzde üşümek, sizin biyolojik saatinize göre yaşamak zorunda olmadığını kendinize sıklıkla hatırlatın.
Çocuğunuzla tıpatıp aynı özelliklere sahip bir tane daha insanoğlu ne mevcuttur, ne şimdiye dek gelmiştir, ne de gelecektir. Hiçbir detaylı tarif yahut reçete, onu en uygun şekilde yetiştirmenizi sağlayamaz
Öncelikle, bebeğinizde ağır bir bozukluk, zihinsel yahut bedensel bir sorun yoksa, tamamen benzersiz, çok özel bir varlıkla karşı karşıyasınız demektir. Tabii ki bebekte bir bozukluk ya da sorun varsa da aynı şey söz konusudur fakat bu kez sorunun cinsine göre ilaveten özel tedbirler ve uygulamalar da gerekebilir.
Beyin inşaatının ilk ana iskeleti, anne karnında ilk haftalarda ortaya çıkar. Nasıl ki bir bina yapılırken önce bir iskelet kurulur, ardından duvarlar ve camlar gibi yan bileşenler yerli yerine yerleştirilir, işte beynimizin gelişimi de buna benzer bir sistemle yapılanır.
Beynimiz onu anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, bizler yine onu anlayamayacak kadar basit olacaktık.
… ama çoğu insan, kendi zihinsel sınırlarını o kadar gerçekmiş gibi algılar ki, bu kısır döngünün içinden çıkabileceklerini düşünmezler bile.
İnsanlar karar verirken beyinlerinin rasyonel kısımlarını değil duygusal kısımlarını kullanarak akıldışı kararlar verirler saptamasını, gerçek hayata geçiriyor .
Kişisel hayaller kişiye özeldir.
Zamanla değişir, gelişir, olgunlaşır.
Ama bu hayali hiç kuramayan bir zihin, açık denizde pusulasız gemi gibidir.
Her rüzgarda, her zorlukta, her etkide yönü değişir. Rotasızdır.
Bilim, bizlere dünyanın nasıl işlediğini anlamaya giden yolun anahtarını sunar.
Yani bir başka deyişle, gelişmiş zihin yapısından ötürü inanç olgusu insa­nın fıtratında var gibi görünüyor.
Beynimizle ilgili en önemli ve ilginç bilgilerimizden birisi zihinsel/ruhsal deneyimlerin beyin yapımızı etkileyerek değiştirebildiği gerçeğidir.
Din, inanç ve aşkın deneyimlerin beyindeki karşılıklarını inceleyen alana da benzer şekilde nöroteoloji adı veriliyor.
Hafızayı, beynin diğer işlevlerini kuvvetlendirmenin yolu, onu fa rklı işlere, fa rklı deneyimlere zorlamak. Yeni yer­ ler gezmek ve görmek, yeni insanlarla tanışmak, yeni bir dil veya enstrüman öğrenmek, yaratıcı fikirler üretip bunları en azından yazıya dökmek, çözümsüz görünen sorunlar üze­ rinde rutin olarak kafa yormak ve yeni bir el becerisi edin­ mek gibi faaliyetler, beyni esas geliştiren meydan okumalar­dır. Ayrıca yeterince uyumak, dengeli beslenmek ve düşük dışsal stresli bir yaşam, Alzheimer gibi rahatsızlıkları büyük oranda engelleyici bir hayat tarzıdır.
Kısacası, yaşlılarımızı emekli ettikten sonra toplumdan, evlerimizden ve çevremizden dışlama konusunu bir kez daha gözden geçirmemiz lazım. İyi yaşanan bir hayatın so­nunda gelen iyi bir yaşlılık süreci, gençlere ve erken yetiş­ kinlere rehber olabilecek hazine değerinde yol göstericiler anlamına da gelecektir.
Hafta sonları tabiatta yapılacak gezintiler, bitki ve böcek in­celemeleri, küçük doğal maceralar, ekolojik bilgelik için ga­yet yeterli adımlar olacaktır.
Zira IQ değerleri ile yaşam başarısı arasında doğrudan bir ilişki yok. Evet çocuğun okulda ders notları iyi olabiliyor fakat hayatta başarılı olmak adına yüksek IQ’lu olanların pek özel bir durumu yok.
Bağımlılıklar kötüdür ama beyin -özellikle de genç be­ yinler- söz konusu olduğunda kimse alkolün eline su döke­mez. Bu acı gerçek, sadece gençlerin hayatlarını değil, tüm toplumun geleceğini de doğrudan ilgilendirdiği için asla hafife alınamayacak, son derece hayati bir konudur.
Alkol, hızlı bir şekilde sindirim kanalından kana emildikten sonra çabucak beyne ulaşarak özellikle ön beyin bölgelerinin fa aliyetini baskılama etkisi gösterir.
Birkaç kadehten sonra keyiflenme, normalde yapmayacağı hareketleri sergileme ve aşırı cesaretlenme davranışlarının temel sebebi bu etkidir.
Anne ilgisinin ve şefkatinin eksikliğinde çocuklarda hem fiziksel hem de ruhsal gelişim gerilikleri olduğunu görmekteyiz.
Çocuklarınızın önünden çekilin. Çocuklar sizin olama­dığınız şeyleri olmak için değil, evrende tek ve yegane bir varlık olarak kendilerini gerçekleştirmek için gelirler dünya­ ya..
Çocuğunuzla tıpatıp aynı özelliklere sahip bir tane daha insanoğlu ne mevcuttur, ne şimdiye dek gelmiş­tir, ne de gelecektir. Hiçbir detaylı tarif yahut reçete, onu en uygun şekilde yetiştirmenizi sağlayamaz.
Demek ki öncelikle iç ayarlarımızı sıfırlamak lazım. Bunun için herkesin yapabileceği temel bir uygulama var. Eğer aşırı bir beden aktivitesi gerektiren rutininiz yoksa, mesela sporcu yahut bedenen çalışan bir işçi değilseniz, hayatınızdan kar­bonhidratları, yani şekerin her türünü, buğdaylı, unlu, ha­murlu her şeyi mümkün mertebe çıkartın. Başlangıçta tabii ki ciddi bir rahatsızlık ve aşerme duygusu hissedeceksiniz.
Fakat bu aşerme süreci en fazla 10 gün kadar sürer.
Bedende­ ki şeker fazlalığı yağ olarak depolanıyor. Fakat her gün bolca şeker ve karbonhidrat alınca, yağ depolarımızı kullanmaya fırsat kalmıyor. Bu nedenle yağlar biriktikçe birikiyor. Derken obezite ya da aşırı şişmanlık sorunu, pek çok şehir insa­nının sorunlarından biri haline dönüşüyor.
On binlerce yıl önce tabiatta ağırlıklı olarak yağ ve prote­in, az miktarda da karbonhidrat bulabileceğimizden bahset­ miştik. Dolayısıyla insanın orijinal ayarları, bol bulunanları faazlaca tüketme, şeker ve karbonhidrat gibi seyrek bulunan besinleri ise nadiren tüketebilecek şekilde ayarlanmıştır. Şe­ker ve karbonhidratlar, bedenimizin hızlıca enerjiye dönüş­ türebildiği kaynaklardır. O nedenle beynimiz de kaslarımız da şekeri sever.
ekmek, pirinç, bol şekerli tatlılar, işlenmiş hay­vansal ürünler, genetiği değiştirilmiş, katkılarla lezzetlendi­ rilmiş çeşitli gıda maddeleri gibi sofRAmızın vazgeçilmez­ leri arasına girmiş birçok şey, atalarımızın belki de nesiller boyu hiç görmedikleri şeylerdir.
bizler de orangutanların diyetleriyle, yani bol miktarda ot ve bö­cekler gibi küçük hayvanlarla beslenseydik, günde belki de 24 saatten fazla yemek yememiz gerekebilirdi. Çünkü bizim beynimiz orangutanlarınkinden katbekat aktiftir ve bu di­yetle ona yeterince enerji sağlayamayız.
Aç kaldığınızda, büyüme hormon­ larınızın salgısı artar, beyniniz yeni hücreler üretme işine ağırlık verir, sindirim sisteminiz temizlenip yenilenir, bağı­şıklık sisteminiz kuvvetlenir, bedendeki yağ depoları yakılır ve genel anlamda bedeninizi kanser gibi sorunlu hücreler­den temizleyen mekanizmalar güçlenir.
Tıbben ömür uzattı­ğını bildiğimiz çok az şeyden biridir açlık. ..
hareketsizlik, aşırı yeme, yüksek kalorili besin­ ler, acıkmama ve stres. Bunların tamamı, uzak atalarımızın muhtemelen sıklıkla karşılaştıkları şeyler değildi. Bu açıdan baktığınızda üç öğün yemek yeme alışkanlığı aslında bir nevi intihar gibi görünebilir.
Bir başka önemli noktaysa insan ya­şamında da herhangi bir canlının yaşamında da diyet ya da perhiz gibi kavramların mümkün mertebe olmaması gerekir. Perhizler ancak belli bozukluklarda veya hastalık­larda geçici olarak uygulanması gereken beslenme önerileri olabilir.
Onun dışında sağlıklı bir insan, Hangi perhizi uy­gulamalıyım? sorusunun cevabını aramak yerine, Hangi beslenme tarzını yaşamıma yerleştirmeliyim? sorusunu sor­ malıdır kendine.
ünlü sinirbilimci Antonio Damasio’nun insanlar karar verirken beyinlerinin rasyonel kısımlarını değil duygusal kısımlarını kullanarak akıldışı kararlar verirler saptamasını, gerçek hayata geçiriyor.
İnsanlar ne kadar bilinçli, kendi zihinleri hakkında ne kadar bilgili ve uyanık olurlarsa, bu tip manipülasyonlardan körü körüne etkilenme olasılıkları da o kadar azalır. Ve bizler eğer böyle bilinçli insanların sayısını artırabilirsek, bizleri olur olmaz yönlere götürmeye kalkan manipülasyon odaklarına karşı da çok önemli bir savunma kalkanı oluşturmuş oluruz.
Ünlüler, daha önce duygusal bağ kurduğumuz simalar olarak, reklamı yapılan ürüne olan ilgimizi artırır. Kullanılan dil kalıpları ve cümleler, kısa ve duygusal içerikli olunca bizi etkileme şansları artar.
Mesela aylarca televizyon reklamlarında zihnimize yerleştirilmiş bir sağlık-iyilik-zenginlik-cinsellik ” mesajla­rından biri veya birkaçına bulanmış bir marka yahut ürünü sepetimize bilinçsiz olarak ekliyor ve ardından da almaya karar verdiğimiz şeyin bize faydalarına ” veya avantajları­na ” dair, çoğu aslında bilgiye ve gerçeğe dayanmayan, Bu marka organikmiş, bu ürün en etkili temizlik maddesiymiş gibi birçok bahane üretebiliyoruz. Kısacası gün içinde ço­ğunlukla bu otomatik sistemle alınan kararları bir nevi ro­bot gibi uygulamaktayız.
En sevdiğimiz anne yemeğini yerken, bir dostumuza sarılırken, takdir gördüğümüzde, platonik sevdiceğimiz bize gülümsediğinde, beklenmeyen bir ödül aldığımızda, biri bize iyilik yaptığında ya da biz başkasına iyilikte bulunduğumuzda ve buna benzer her türlü olumlu deneyim ve davranışta beynimizdeki dopamin salgısı artar.
Dopamin, bu devreler sayesinde salgılandığında beyne açık ve sade bir mesaj verir: Şu anda yaptığımız şey çok güzel, yine yapalım!
Bu­nun(oyun) için tasarlanmış bir sistemi kendi ellerimizle ekranlara teslim ettiğimizde, hayatta bir daha ele geçmeyecek bir fırsatıda kaçırmış oluyoruz. Bu nedenle en az beş yaşına kadar çocuklar kesinlikle dijital cihazlardan ve ekranlardan uzak tutulmalıdır. Uzmanların görüşleri de genellikle bu yönde
Çocuğunuzun bilgisayar oyunu oynarken izlenen beyin aktivitesi, uyuşturucu almış bir kişinin beynine çok benziyor.
Çocukları ekran başından kaldırmanın ne kadar zor olduğuna ve ekranla aralarına girildiğinde ne kadar rahatsız oldukları­ na şaşırmamak gerekiyor.
Bu bağımlılık yapıcı etki yüzünden, elimizde tuttuğumuz ekranları elektronik kokain olarak tanımlayanlar bile var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir