İçeriğe geç

Beyin ve İç Dünya Kitap Alıntıları – Oliver Turnbull

Oliver Turnbull kitaplarından Beyin ve İç Dünya kitap alıntıları sizlerle…

Beyin ve İç Dünya Kitap Alıntıları

Bilimin eninde sonunda en karanlık ormanların içinden bile yolunu bulma gibi bir özelliği vardır
Yürümeyi başarmadan önce koşmamız doğru değildir.
Psikanaliz tarihsel olarak amacı bakımından bilimsel olsa da, yöntemleri bakımından nadiren bilimsel olabilmişti
Gerçeklik görülebilirlikle eşanlamlı değildir. Duygular gerçektir. Vardırlar. Etkileri vardır.
Örnek olarak intiharı ve cinayeti düşünün: Duyguların etkileri vardır.
Duygular görülemez, fakat kesinlikle vardırlar. Doğanın parçasıdırlar. Bundan dolayı da doğanın diğer parçalarını -kolaylıkla görülebilen parçaları da dahil- etkilerler.
Tespit edilemeyen şeyler ölçülemez.
zihinsel aygıt kendisini doğanın diğer bölümlerinden ayırt eden bir niteliğe sahiptir: Bizim bizzat işgal ettiğimiz doğanın bir parçasıdır. Zihinsel aygıt bizim ta kendimizdir.
Benliğin eylem sistemlerini etkili bir şekilde yönetme gücünü zayıflatan her şey bir psikopatoloji biçimi oluşturacaktır.
Dil, kişinin kendi davranışlarını düzenlemesi açısından son derece güçlü bir araçtır.
Çocuklar içsel konuşma mekanizmasını kullanarak anababalarının kendilerine söylediklerini de içselleştirirler. Böylece yasakları ketlemelere dönüştürürler.
bazı eylem kararlarını üzerlerinde düşünmeksizin, hızlı bir şekilde almak daha iyi olsa da, alın lobları düşünmek için bu tür kararları geciktirme (ketleme) potansiyeli sunar. Düşünme, hayali eylem olarak görülebilir, böylelikle potansiyel bir eylemin sonucunun değerlendirilmesi sağlanır.
ketleyici alın lobları haklı olarak insanlığımızın asıl dokusu gibi görülebilir.
özgür irade nin özünün ketleme gücü -bir şey yapmamayı seçme gücü- olduğu görülmektedir. İnsanları en yakı primat akrabalarından ayıran en belirgin şey, temelde ketleyici mekanizmalar üzerinde örgütlenen, yüksek düzeyde bir benlik sisteminin gelişmesidir.
Epizodik bellek, (esas olarak arka korteks ağlarında kaydedilmiş olan) geçmiş olayların izlerini, sizin orada bulunduğunuz ve bir şeyler hissettiğiniz olgusuyla bağlantılandırır. Onu tanıdık kılan budur, tanıdıklık da epizodik belleğin özüdür. (Tanıdıklık hissi de yanılabilir bir histir -deja vu fenomeni ve muhtemelen sahte anılar sorununda olduğu gibi.
Bilincin iç kaynağı bedenlerimizin mevcut durumunu yansıtır. Daha doğrusu, içsel gereksinimlerimizin mevcut durumunu yansıtır. Bu, bilinçli farkındalığın arka plandaki tonus unu belli bir hissetme niteliğiyle doldurur. Bilincin iç yüzeyi, eğer tonusu sözcüklerle anlatılabilecek olsaydı (ki anlatılamaz) söyle bir şey söylerdi: varım, yaşıyorum ve böyle hissediyorum.
Beyinsapı, beynin anatomik özü ve evrimsel açıdan onun en eski parçasıdır. Beyinsapında içorganlarımızla ilişkili bitkisel hayatımızı düzenleyen birtakım çekirdekler bulunur. Bunlar kalp atımı, soluma, sindirim vb. Olayları denetler. Bu devrelerin tasarımı donanımın bir parçasıdır ve temel tasarım tüm memeliler tarafından paylaşılır. Bu devreler hayat için o kadar önemlidir ki, yapılarında ve bağlantılarında küçük değişiklikler bile olsa yaşayamazdık. Tam da bu kadar iyi çalıştıkları içindir ki evrim tarihi boyunca bu denli uzun süre korunmuşlardır.
Beyin, biyolojik varlıklar olarak hayatta kalmamızı kolaylaştıran bir organdır. Bunu bedenlerimizin içsel gereksinimleri ile -içsel gereksinimlerimizi doyuran tüm nesnelerin yeri olan- dış dünyanın tehlikeleri ve zevkleri arasında aracılık ederek yapar.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Narsisistik bağlanmada sevgi nesnesinin ayrılığı kabul edilmez Ve sanki kişinin bir parçasıymış gibi davranılır. Narsisizm, sevgi nesnesinin bağımsızlığının kabul edildiği daha olgun bir bağlanma biçimi olan nesne sevgisinin tersidir.) Dahası melankolide hastanın kendisini sevgi nesnesiyle özdeşleştirerek (kendi fantezisinde tamamen o nesne haline gelerek) onun kaybını inkar ettiğini gösterir. Depresyon ise kişinin kendisini terk eden nesneye duyduğu içerleme ve kızgınlık hislerinin içselleştirilmesinden kaynaklanır. Narsisist, hor görülmüş bir sevgilinin tüm acımasız kiniyle içselleştirilmiş nesneye saldırır)
birincil kortikal alanların işlevsel özellikleri tamamen asimetriktir. Sağ görsel alan sol görsel kortekse yansır (ve tersi); bedenin sağ yarısından gelen duyusal bilgi sol bedensel -duyusal kortekse yansır vb. Aynısı sistemin eylem ucu için de geçerlidir. Sol alın lobunun birincil motor korteksi bedenin sağ yarısının hareketlerini denetler (ve tersi).
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
doğuştan gelen farklılıklar başlangıçta çok küçük olabilse de, hızla kendi kendilerini çoğaltır ve yayılırlar. Bu şekilde genetik farklılıklar çevresel farklılıklara neden olur
Erkeklerle kadınlar arasındaki genetik farklılıkların çok az olduğunu daha önce söylemiştik. Bu genetik farklılıklardan kaynaklanan anatomik ve fizyolojik farklılıklar da ortak özelliklerle karşılaştırıldığında son derece küçük kalır. Ancak, bu küçük farklılıkların psikolojik etkileri gelişme sırasında katlanarak çoğalır.
erkek eşcinselliğiyle ilişkili olabilecek özgül bir gen dizilişinin tanımlanmış olması anlamlıdır. Bu dizilişe Xq28 adı verilmiştir. (Dizilişin Y kromozomu yerine X üzerinde olması, kalıtım örüntüsünün dişi soy çizgisini izlediği gerçeğiyle de uyumludur.)
Tek yumurta ikizleri aynı genetik yapıya sahiptir ve bu yüzden genellikle eş ikizler diye bilinirler.
İnsanlarda homoseksüellikle ilgili belki de en ünlü sinirbilimsel bulgu, homoseksüel ve heteroseksüel erkeklerde hipotalamusun dokulararası çekirdeklerinin (INAH-3’ün büyüklüğünü karşılaştıran Le Vay’a aittir. Özellikle INAH-3 üzerinde odaklanan Le Vay, (AIDS sonucu ölerek otopsiye getirilmiş olan) homoseksüel erkeklerde INAH-3’ün heteroseksüel erkeklerden üç kat daha küçük olduğunu bulmuştur bu çekirdek genelde dişilerde erkeklerden üç kat daha küçüktür. Diğer INAH yapılarındaysa bir fark gözlememiştir. Bu bulgu INAH-3’ün cinsel farklılıkla (muhtemelen özellikle de cinsel dürtünün hedefiyle) ilişkili olduğuna dair kanıtlar getirmektedir.
insanların kendilerini dişi ya da eril davranışlar sergilemesini belirleyen şey beynin cinsel kimliğidir.
Kadınların cinsel devresine büyük oranda oksitosin denen bir peptit aracılık ederken, erkeklerde daha çok vazopressin aracılık eder.
Zeka hücreler arasındaki bağlantı örüntülerine bağlıdır, hücrelerin sayılarına değil.
Erkek ve dişi beyinler arasında, hemen göze çarpmasa da belirgin farklılıklar vardır. Açık bir farklılık, erkek beyninin daha büyük olmasıdır. Bu farkın bedeninin diğer kısımlarının büyüklüğüyle orantılı olduğu görülmektedir. Bu, ortalama erkeğin ortalama dişiden daha büyük bir beyninin olduğu anlamına gelir. Aynı şey diğer organlar (kalp, mide ve karaciğer) için de geçerlidir. Daha büyük beyin daha fazla zeka anlamına gelmez -öyle olsaydı, iri erkekler ufak tefek erkeklerden daha zeki olurdu!
İkinci değişiklik dalgası beynin kendisini cinsiyete uydurur . Bir kez daha testosteronun dönüştürülmesi gerekir; bu defa testosteron, aromataz denen bir enzimle östrojene çevrilir. Öztrojen yumurtalıklar tarafından doğal olarak üretilen bir hormondur, fakat aynı kimyasal madde (bu kritik dönem sırasında) beyni erkeksileştirmekten sorumludur. 5-alfa-redüktazda olduğu gibi, bu anahtar enzimin çevresel olarak aksaması, bütün süreci yolundan saptırır. Sonuç olarak dişi beyin içeren bir erkek cinsel bedeninde yaşamak mümkündür.
Otuz küsür yıl önce XY kromozomlarını test etmek mümkün olduğunda, Uluslararası Olimpiyat Komitesi, (daha büyük ve daha güçlü) erkek atletlerin kendilerini kadın gibi maskeleyerek haksız üstünlük elde etmelerini önlemek için bu tür testleri başlatmaya karar verdi. Anatomik açıdan kadın oldukları ortada olan kadınların erkek (XY) genotipine sahip olduğu vakalar ortaya çıktığındaysa testler durduruldu. Bu kişiler genetik olarak erkek fakat anatomik olarak dişiydiler. Muhtemelen testosteron dönüşümü kritik olgunlaşma döneminde değiştirilmiş olduğu için genotipleri fenotipleriyle uyuşmuyordu.
Bunun meydana gelmesinin çeşitli yolları vardır. 1950’lerde ve 1960’larda gebe kadınlara düşüğü önlemek için progesten denen bir ilaç veriliyordu. Bu ilacın yan etkisi testosteron dönüşümü sürecini baskılamasıydı. Ayrıca konjenital adrenal hiperplazi (doğuştan böbreküstü bezinin fazla büyümesi) denen bir durum da bu süreci engler. Bir kişinin genetik kalıtımının bu kadar dramatik bir şekilde değiştirilebilmesi, genlerin yazgımızı değiştirilemez ve önceden belirlenmiş bir şekilde tayin ettiği yolundaki yaygın inancı sarsmaktadır.
XY (erkek) kromozomal kalıbı olan bir beden hayal edelim. Bu durumda testisler testis-belirleyici etmen tarafından zaten oluşturulmuştur. Testisler testosteronu kan dolaşım yoluyla diğer dokulara taşıyacaktır. Uygun alıcıları olan dokular onu tanıyacaktır . Ancak, eğer bu testosteronu dönüştürmeye yetecek kadar 5-alfa-redüktaz yoksa, o zaman dokular erkeksileşmeyecek ve beden (testislerin varlığına rağmen) dişi hatlarıyla gelişecektir. Bu beden XY (erkek) kromozomal yapısına sahip olacaktır ve kuşkusuz bir erkek cinsel organı (testisleri) olacaktır, fakat gene de dişi dış genitalleri, dişi ikincil cinsiyet karakterleri ve bütün olarak dişi şekli ve büyüklüğü geliştirecektir.
Testosteronun biyokimyası karmaşıktır. Hücreler üzerinde doğrudan doğruya etki göstermez; cinsiyetle ilgili değişiklikleri uyarmak üzere ilgilihücreleri etkinleştirmeden önce diğer maddelere dönüştürülmesi gerekir. 5-alfa-redüktaz denen bir enzim testosteronun donüştürülmesinden sorumlu kimyasal maddedir. Bu enzim testosteronu dihidrotestosterona, yani bedensel erkeksileşme sürecini tetikleyen maddeye çevirir. Dolayısıyla kadın bedeni ancak, bu dönüştürülmüş enzimden yeterince bulunduğu zaman erkek bedeni haline gelir. Eğer bu madde yeterince mevcut değilse, o zaman beden özgün gelişme planı uyarınca kadın olma yolunda devam edecektir. Bunun açık anlamı, 5-alfa-redüktaz enziminin miktarını azaltan herhangi bir şeyin testosteronun dönüşümünü ve böylece erkeksileşmeyi engelleyeceğidir. Bu işe bir kez daha çevresel etkilerin genotipe üstün gelmesinin yolunu açar.
Gebeliğin ikinci üç ayı sırasında testisler gelişmeye başladığında hücreler testosteron denen hormonu salgılar. Bu erken süreçlerde erkekleri kadınlardan ayıran başka her şey testosteronun etkilerinden kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Testosteron bedendeki birtakım organ sistemlerini (hücreleri üzerinde onu tanıyan alıcılar olan tüm organ sistemlerini) etkiler. Alıcılar hücrelerin yüzeylerinde yerleşmiş ufak anahtar deliklerine benzer. Eğer bir molekülün belli bir alıcı yerine bağlanmaya uygun şekli varsa (doğru anahtarsa) hücreye bağlanır ve onun çalışması üzerinde bununla ilişkili etkiyi oluşturur. Kandaki testosteron böyle anahtarlardan biridir. Uygun anahtar delikleri olan hücrelere pompalandığı yerlerde bu hücrelerde bir dizi olayı tetikler.
Genotipik olarak erkek ve dişi bedenlerinde aynı yerlerde aynı sayıda testosteron alıcıları bulunur. Fakat erkekler testislere de sahiptir, bu da bedenlerinin bol miktarda testosteron üretmesi anlamına gelir. Sonuçta erkek bedeninde kadın bedeninden çok daha fazla testosteron alıcısı etkinleşir.
Beyin dahil insan bedeninin varsayılan planı dişildir. Ceninin olgunlaşması sırasında şimdi bahsedeceğimiz özgül bir etkenle karşılaşmasaydı, herkes sonunda dişi tipinde bir bedenle dünyaya gelirdi. Cinsiyet hücrelerini oluşturan cenin organları gonadlar olarak bilinir. Olgunlaşma sürecinin özgül bir anına kadar bu organlar erkeklerde ve kızlarda aynıdır. Bu noktada Y kromozomu nihai etkisini gösterir. Y kromozomu üzerindeki kısa bir gen dizisi testis-belirleyici etmen denen bir madde üretir. Bu etmen gonadlara tesir eder ve onların hücrelerindeki genlerin kopyalama işlevlerini o şekilde etkiler ki, aksi halde doğal olarak yumurtalığa doğru gelişecek olan organ testis halini alır.
Ana konuları etkilemeyen birkaç ufak ayrıntıyı atlarsak, erkek dişi ayrımının özü budur.
Hücre açısından bakıldığında, küçük dünyasının dışındaki her şey çevre dir.
Genleri etkinleştirme ve ifade etme süreci, genotipi fenotipe dönüştürür, DNA’mızda kodlanmış sanal (ya da potansiyel ) yapıyı gerçek bir dokuya çevirir. Bu işlem kendine özgü fizyolojik mekanizmalarla düzenlenir -ve çevre bu mekanizmaları sayısız yollarla etkiler. Genotipin fenotipik siz i oluşturmak üzere kendini ifade etme tarzı, gelişiminizin gerçekleştiği kendine özgü ortama ayrılmaz bir şekilde bağlıdır.
Bir karaciğer hücresi ile beyin hücresi arasındaki farklılık, ifade edilen genlerin farklı olmasından kaynaklanır, bu da farklı hücre tiplerinin ve sonuçta (hücrelerin bir küme oluşturmasından dolayı) farklı doku tiplerinin gelişmesiyle sonuçlanır. Bedenin bu kadar çeşitli organ ve işlevlere sahip olmasının nedeni budur.
Bedeninizdeki hücrelerin her birinin genlerinizin hepsini taşıdığını söylemiştik. Hepsi de bu yüzden potansiyel olarak muazzam çeşitlilikte proteinler üretebilirler. Fakat aslında bedeninizin farklı hücreleri arasında bir işbölümü vardır. Hepsi bir arada kendilerini insan genomunun yapabileceği her işe dahil etmezler.
Genlerin de tek başlarına değil, daha çok birbirleriyle karmaşık etkileşimler içinde çalıştıklarını unutmamak gerekir.
Genler çeşitli beyin yapılarını yaratır ve onlarda bazı değişiklikler yaparlar
Genlerin yazılım işlevi, genlerin ifadesi dediğimiz şeyle yakından bağlantılıdır. DNA ipliklerini oluşturan genetik kodlar (asit dizileri) farklı proteinler üretmek üzere tasarlanmıştır. Bu durumda en yalın haliyle belli bir protein gözlerinizi mavi ya da kahverengi, saçınızı siyah ya da kızıl yapacaktır.
Genlerimizin hepsi bedenimizin tüm hücrelerinde temsil edilir, fakat kalıplama işlevi -bir anlamda- sperm ve yumurta hücrelerindeki genlerle sınırlıdır. Bu durum sinir sistemini oluşturan milyarlarca hücredeki genler de dahil olmak üzere, bedenin geri kalanındaki bütün genlerin ne yaptığı gibi önemli bir soruya yol açar. Bunların hepsi genlerin yazılım işlevi başlığı altına girer.
Doğa ile yetiştirme, gelişimin en erken anlarından itibaren dinamik bir etkileşim içindedir.
Davranışlar üzerine genetik ve çevresel etkiler tamamen iç içe geçmiştir ve bu yüzden genetik etkiler asla değişmez değildir. Aslında genler eğer çevresel etkilere açık olmasalardı, korkunç bir engel oluştururlardı.
Düşler gerçekten de normal insanın deliliği gibi görünmektedir.
Düşler insanın uyanmak yerine uyumayı sürdürmesini sağlar. Onlar uykuyu bozan unsurlar değil uykunun koruyucularıdır.
Freud
düş görme, çekirdek bilincin temel düzeneklerinde eşik düzeyde bir etkinleşmeye bağlıdır. Eğer bu içsel bilinç kaynağı uyarılmazsa, düş göremezsiniz.
Düşlerde düşüncenin dokusu çözülerek hammaddesine dönüşür
Freud
ARAYIŞ sisteminin fazla etkinleşmesi şizofreninin pozitif belirtilerini üretiyor gibi görünmektedir.
Artkafa-şakak-yan kafa lobu bileşkesi ağırlıklı olarak görsel imgelemin üretilmesinde rol alır. Dolayısıyla düş görmede de rol alması şaşırtıcı değildir-düş de nihayetinde özel bir görsel-uzamsal imgelem türüdür.
önbeyin kötü bir işi elden geldiğince düzeltmeye uğraşır ; REM uykusu sırasında beyinsapı tarafından fırlatılmış ve doğal olarak henüz olgunlaşmamış imgelerden anlamlı bir deneyim yaratmaya çalışır.
REM uykusundan uyanmaların %90-95’i düş anlatımları üretirken, NREM uykusundan uyanmalardan sadece %5-10’u benzer anlatımlar üretir.
REM uyanmalarında elde edilen düş anlatımlarının NREM uyanmalardakinden çok daha fazla olduğu hemen görülmüştür.
Aslında REM uykusu sırasında penisin sertleşmesi o kadar güvenilir bir işarettir ki, erkek iktidarsızlığıyla ilgili olarak en yaygın şekilde kullanılan incelemelerden birinin temelini oluştur. Eğer uyku sırasında penisin kabardığı tespit ediliyorsa ve kişinin REM sırasında sertleşmeleri varsa, iktidarsızlığın psikolojik kökenli olması daha büyük olasılıktı.
REM sırasında etkin olan sadece gözler değildir. REM sırasında yapılan bir elektroansefalogram (EEG: beyindeki elektriksel etkinliğin bir ölçümünü verir), uyuyor olsanız da beyninizin tam uyanıklığa benzer bir yüksek etkinlik halinde olduğunu düşündürecektir. Diğer bedensel sistemlerde de etkinleşme vardır. Farklı soluk alıp vermeye başlarsınız, kalp atışınız hızlanır ve (hem erkeklerde hem de kadınlarda) genital organlarınız dolgunlaşır. Bu yüzden, bir kişi REM uykusu sırasında birçok yolla yüksek oranda uyarılmış olur. Ancak, tersine, iskelet kaslarının tonusu (göz hareketlerini denetleyen kas yapısı dışında) dramatik bir şekilde düşer. Bu, uykudaki kişiyi fiilen felç eder ve görünüşe göre düşleri eyleme geçirmekten alıkoyar. Bu döngü insanlarda aşağı yukarı her 90 dakikada bir gerçekleşir. Öyle ki uyku saatlerimizin %25 kadarını REM durumunda geçiririz.
REM uykusu geniş ölçüde düş görme uykusu olarak bilinir hale gelmiştir. Ancak, öğreneceğimiz gibi, bu iki fenomeni eşitlemek bir yanılgıdır. Aslında REM uykusunun düş görmeyle birleştirilmesi, bu alandaki yöntembilimsel yanlışlıklardan kaynaklanmış en temel hatalardan biridir.
Bir şeyin bilinçli olarak hatırlanmaması onun hiç hatırlanmadığı anlamına gelmez. Muhtemelen bastırılmış anılar, işlemsel ve anlamsal bellek sistemleri aracılığıyla, hayat boyunca idrak ve davranışı en az diğer örtük bellek biçimleri kadar etkilemeye devam eder.
Çocukluğumuzla ilgili ilk anılarımız genellikle geriye dönük olarak, fotoğraflardan ve anababaların söz konusu olaylara dair anlattıklarından toplanıp bir araya getirilir. Çoğu zaman kendimizi hatırlanan olaylarda üçüncü şahıs bakış açısından görmemiz, bu anıların yeniden inşa edilmiş olma niteliğini açığa çıkarır.
Buğün karmaşık -epilepsinin tedavisi için hipokampus çıkarılırken beyin cerahları sadece bir hipokampusu kesip alırlar. Çıkarılanın hastalıklı olduğundan, sağlıklı olanın alınmadığından emin olmak için de çok çaba harcanır. Eğer her iki hipokampus da hastalıklıysa, o zaman ameliyat mutlak bir şekilde kontrendikedir (yani epizodik belleğin bir daha asla kurulamamasındansa epilepsiyle yaşamanın daha iyi olduğu varsayılır.
Hipokampal zedelenmesi olan hastalar esas olarak hasardan sonra ortaya çıkan olayları hatırlama yeteneğini kaybederler.
Hipokampus şakak lobunda, önbeynin iç yüzeyinde bulunan, katlanmış ilkel bir beyin korteksi parçasıdır. Gecşekçe limbik sistem olarak adlandırılan başka bir grup yapıyla yoğun bağlantıları vardır.
Kişisel hayatımızdaki olaylarla ilgili anılarımız neden zorunlu olarak bilinçlidir? Bu anılar bilinçlidir çünkü geçmiş deneyim anılarının canlanmasıyla ilgilidir.
anılar doğaları gereği özneldir ve doğaları gereği bilinçlidir.
İşlemsel bellek, bir bedensel bellek türüdür.
Çevremizdeki dünyayı (yalın anlamda) algılamak yerine inşa ederiz.
Anlamsal bellek dünyaya dair temel bilgimizin altında yatan çağrışımlar ve kavramlar ağıdır.
Ateşleme örüntüsünün sürdürülmesi, bilgilerin akılda tutulmasıdır.
Çok sayıda sinirbilimci uykunun (ve özelikle de REM’in, düş görme uykusunu) işlevinin sağlamlaştırma süreciyle yakından bağlantılı olduğuna inanmaktadır. Bu kuram tartışmalıdır. Özellikle sorunlu bir iddia ise düşlerin belleğin çöp kutusu olduklarıdır. (Crick ve Mitchison 1983). Bu görüşe göre, anılar REM uykusu sırasında sağlamlaştırılır ve silinmek için seçilenler unutulmaya doğru giderken düşlerinizde kısa süre görünür. Bu yüzdendir ki gündüzün en ilgisiz olguları düşlerimizde çıkagelir; düşlerin bu kadar kolaylıkla unutulmasının nedeni de budur.
Sağlamlaştırma bu yüzden sadece bellekte korunanları sağlama alma süreci değildir, saklamak istemediğiniz anılardan kurtulma sürecidir de.
Siz bu satırları okurken, onların içerdikleri bilgi kısa süreli belleğinizin arabelleğinde tutulur. Okumaya devam ettikçe ve daha fazla bilgiyi kodlamanız gerektikçe, birkaç saniye önce okuduğunuz satırların, yeni bilgilere yer açmak için KSB arabelleğinde dışarı taşınması gerekecektir. Bilgileri uzun süreler boyunca aklınızda tutabilseniz de, bilincin KSB arabelleğinin çok kısıtlı bir kapasiteye (kabaca yedi bilgi birimi) sahip olmasına bağlıdır.
Anılar sürekli olarak deponun daha da derin seviyelerine taşınarak sağlamlaştırılmaktadır.
Kural olarak anı ne kadar eskiyse / uzaksa, nörolojik patoloji tarafından tahrip edilme olasılığı o kadar düşüktür.
Bellek büyük çoğunlukla beyin hasarından toptan etkilenmez. Bir kişinin belleğinin tamamen tahrip olması zor görülen bir durumdur – öyleki bir hasta topyekün bir bellek kaybından mustarip olduğunda aklımıza hemen histeri tanısı gelir.
Bellek terimi çok sayıda farklı zihinsel işlevi kapsar. Kimi zaman belleği hatırlama eylemi olarak düşünürüz. Belleğin bu yönü anılarla; daha önce öğrenilmiş olan bazı olguların ya da yaşanmış olayların akla getirilmesi ile ilgilidir. Kimi zamansa bellek terimi depolanmış bilginin akla getirilmesi sürecinden ziyade depolanmış bilginin kendisini anlatır. Belleğin bu anlamı zihnin geçmişten gelip halan varlığını sürdüren etkilenme izlerini içeren kısmına işaret eder. Bellek terimi bilgi edinme süreciyle bağlantılı olarak da kullanılır -yani öğrenme ya da ezberleme (memorizing) süreciyle Uzman literatüründe Belleğin işlenmesinde genellikle üç evreden söz edilir. Yeni bilgilerin edinilmesine kodlama, saklanmasına depolama ve tekrar akla getirilmesine de geri çağırma denir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir