İçeriğe geç

Beyin Ekran Kitap Alıntıları – Ulus Baker

Ulus Baker kitaplarından Beyin Ekran kitap alıntıları sizlerle…

Beyin Ekran Kitap Alıntıları

Oysa biliyoruz ki bir filmi görmek gerekir Başka bir deyişle, bir filme gidip, para verip seyretmek yeterli değildir Gerçekten onu tüm evsafıyla görmek gerekir Ve ne zaman ki bir film anlatılabilir olmaktan çıkar, asla aktarılamaz hale gelir, o zaman film bir gerçektir, dilsel sanallığından kurtulmuştur.
Descartes düşünüyorum diye haykırarak modern felsefeyi başlatmış olan kişidir. Kuşku duyuyorum – varolduğumdan bile ama kuşku duyduğumdan kuşku duyamam o halde düşünüyorum demek ki varım o halde ben düşünen bir şeyim Kant daha akıllıydı dedi ki her şey tamam ama ben düşünen bir şeyim sonucuna öyle kolay kolay varamazsın. Düşünmek demek her şeyi kavramda ta baştan içermek değildir. Düşünmek demek onu mekanda zamanda realize etmek demektir. Başka bir deyişle Napolyon hukukunda ya da Avrupa sisteminde realize olmamış bir Fransız Devrimi fikriyatı (Voltaire, Rousseau ve genel olarak Aydınlanma) beş para etmez. Kant’tan beri modern dünya düşünceyi ancak mekanda-zamanda gerçekleşmesi bakımından değerlendiriyor. Bugün bir fikir den bahsettiğimizde onun imajını da talep ediyoruz – zamanda ve mekanda. Kurumlaşmamış fikirler bugünkü dünya için bir hiçtirler
Tarih çığlıklarla ve imajlarla doludur ve bunlar birbirlerini dürtüp dururlar
Bir silahla hoparlörden çıkan patlama arasında bir fark yoktur. Ancak silahtan çıkan kurşun bize isabet ederse
bir farktan söz edebiliriz.
Sinema harekete adanmıştır.
2. Kafka diyordu ki Pozitif bize doğuştan verilir. Negatifi çıkarmak ise bize düşer. Video ve dijital imajlar çağında artık
negatif yok. Yalnız pozitif var. Oysa pozitif bize doğuştan gelir. O halde çelişkiler olmadan nasıl ilerleyeceğiz? (Godard-Baker)
Kötü sinema her zaman için bir düşük kapasiteli beyinin ürünü olan şiddet ve cinselliğin, ucuz bir vahşet ve örgütlü bir
salaklık içinde anlatıldığı devrelerden oluşur. Gerçek sinema başka bir cinsellik, başka bir şiddet boyutuna ulaşır, bu
boyut molekülerdir, konumlandırılamaz.
Beyin tekildir. Beyin ekrandır
Hasta bir toplumda,
hasta bir dünyada yaşıyoruz
Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil.
Ulus Baker
hakikat, Nietzsche’nin söylediği gibi, “en derin yalan türü”dür Öyle ki, o kadar derinlere kadar kazamazsınız, dibine erişemezsiniz ve “hakikat” dersiniz adına Ve Nietzsche ekliyordu: Yeryüzünde yaşayan bir yaratık türünün onsuz edemediği şey olarak bu derin yalan Sanatçı, bu yalanla birlikle, birinci ve ikinci türden yalanlarının da sorumluluğunu üzerine alan, onları açık eden ve kavrayan, sürekli olarak dürten ve rahatsızlık veren özel bir insan türüdür
Artık bir Tanrı’ya değil, inancın kendisine ve gücüne inanmak istiyoruz Nefes Nefese’de olduğu gibi, hayatın darbeleri yalnızca maruz kaldığımız ve üzerimizde imajlar olarak gururla taşıdığımız yüzey etkileridirler Hayat ise derinden gelen ve bunları yüzeyde tutan güce denir Hayatın gücü olmasaydı bunların hiçbirine “yüzeysel” diyemezdik = katlanılabilir tek optimizm budur
Nietzsche: Hastalığı sürekli, nihai ve onun formülüne göre “hastalık hayata bir bakış tarzı ” Klossowski’nin neredeyse ispatladığı gibi “deliliği” felsefesinin zorunlu bir sonucu ya da amacıydı zaten
Spinoza: Hastalığı kaçınılmaz, çünkü geçimini mercek ve gözlük camı yontarak sağlıyor Sonuçta 44 yaşında -herhalde cam tozları yüzünden – bir akciğer hastalığından ölüyor Ölürken kendisine uygulamak istedikleri uyuşturucuları ve ağrı kesicileri reddediyor Hayatın gücünü ve direncini öyle daha iyi hissedebildiğini söylüyor
Herakleitos Şöyle bir fragmanı kalmış elimize: “Hekimler kesip dağlayıp sonra da para istiyorlar; hastalıkların zaten yaptığından başka bir şey yapmadıkları halde ”. Kendi teorisi uyarınca ölüyor: Efesli hekimlere iltihaplarını nasıl gidereceklerini danışıyor Sonra kendi bildiğini okuyor; ateşin vücuttaki ıslaklığı kurutacağı düşüncesiyle kendini bir tezek yığınına gömüp, işte orada ölüyor
Sinema mitolojiktir veya mit üretmeden, star üretmeden yapamaz işte Godard’ın o tuhaf hatırlatması: Birisi Beethoven’den hoşlanıp Sting’den nefret eden, öteki ise tersini hisseden bir karıkoca için hiçbir mesele yoktur; ama eşlerden biri Spielberg’den hoşlanıyor, öteki nefret ediyorsa ayrılık er geç mukadderdir
Descartes “düşünüyorum ” diye haykırarak modern felsefeyi başlatmış olan kişidir. Kuşku duyuyorum -varolduğumdan bile ama kuşku duyduğumdan kuşku duyamam o halde düşünüyorum demek ki varım o halde ben düşünen bir şeyim Kant daha akıllıydı dedi ki her şey tamam ama “ben düşünen bir şeyim” sonucuna öyle kolay kolay varamazsın. Düşünmek demek her şeyi kavramda
ta baştan içermek değildir. Düşünmek demek onu mekânda- zamanda realize etmek demektir.
Kafka diyordu ki “Pozitif bize doğuştan verilir. Negatifi çıkarmak ise bize düşer.”
Öte yandan ışığı göremezsiniz ama o size her şeyi gösterir .
Öznellik bir yanılsama hali­ne geldiği zaman modernitenin en korkunç hataları yapılır.
Belirlenme koşulları nedir peki? Şunu söyleyebilirim: her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır deriz de her yoğurdun bir yi­ğide farklı bir yeniş biçimi vardır demeyiz
Düşünmek Kant’tan beri düşünülen şeyin değil benim bir be­lirlenimim, özelliğimdir.
Şey, bana nasıl sunuyorsa kendini, iş­te odur ve o şey hakkında bunun ötesinde başka bir şey söy­leyemem.
Şimdi düşünü­yorum mekansal-zamansal kaydetmedir (Kant). Başka bir de­yişle düşünüyorum bende bir fikir var’dan öteye geçmeyen bir belirlenimdir. Az şey değildir ama içi boştur.
Kurumlaşmamış fikir­ler bugünkü dünya için bir hiçtirler
Descartes düşünüyorum diye haykırarak modern felsefeyi başlatmış olan kişidir. Kuşku duyuyorum -varolduğumdan bile ama kuşku duyduğumdan kuşku duyamam o halde düşünüyorum demek ki varım
o halde ben düşünen bir şeyim
Pozitif bize doğuştan verilir. Negatifi çı­karmak ise bize düşer. Kafka
İnsan, fantastik hızlar sayesinde varlığı mümkün olan, yavaş bir yaratıktır. Michaux
Stalinizmle Nazizmi ve Faşizmi birbirlerine karıştırmak ve onları genel ve neredeyse aşkın bir totaliterliğin görünüşleri haline getirmek ne yazık ki Hannah Arendt kadar zeki bir kadının bile yaptığı bir hataydı. Bu en az Nietzsche ‘yi Nazizmin ideolojik – felsefi göbeğine yerleştirmek kadar büyük bir hatadır.
İnsanlarını hapse tıkan bir ülkenin kendisi hapishanedir.
Sinema belki kitlelerin bir sanatı oldu ama kitlelere rüyalarını geri veren bir eğlence endüstrisi olarak. Sinemanın bugün dünyada ve elbette Türkiye’de de sunduğu o muazzam entellektüel hiçlik, o muazzam sıradanlıklar silsilesi onun artık kolay kolay politik düşünce ortamlarını ziyaret edemeyeceğinin bir kanıtıdır.
Lacan Dostoyevski’nin Eğer Tanrı yoksa her şey mübah ını tersine çevirdi. – Eğer Tanrı yoksa her şey yasak . Çünkü eğer bir’ temel gösteren’ artık yoksa o zaman dünyayı şöyle yaşamaya başlamanın önü açılıyor – kahve için ama sağlığa zararlı= kafeinsiz kafein Seks yapın elbette, çünkü her şey mübah, ama dikkat edin, çünkü AIDS. Yiyin, ama dikkat edin, çünkü yağ ve kolesterol var.
Her şey Spinoza’nın doğal felsefesinden kurtulmak üzere modern çağların yediği haltların toplamını gösteriyor. Spinoza diyordu ki ilkel olduğumuz ve çocuklar gibi kendi hallerimizi yönetmeye muktedir olmadığımız ölçüde emirlerle güdülürüz.
Unutmayalım ki sinema realiteyi dosdoğru iletmez, ona bir hiyeroglif, bir gösterge rejimi ve imajlar zihniyeti dayatır. Bu zihniyet doğayı ve insanı kuşatır ve yönlendirir. Sinema bu yüzden tiyatrodan çok divan edebiyatının sembolizmine daha yakın bir türdür. İşte bu yüzden İran’da sinema varken Türkiye ‘de yok.
Birisi Beethoven’den hoşlanıp Sting’den nefret eden, öteki ise tersini hisseden bir karıkoca için hiçbir mesele yoktur, ama eşlerden biri Spielberg’den hoşlanıyor, öteki nefret ediyorsa ayrılık er geç mukadderdir Çünkü sinema hala dünyanın bir temsilidir.
İmajlar pedagojisinin etrafında poetik bir bilinç kurmaya yönelen Godard, bu bilinci estetik araçlarla edinmeye çalışan Antonioni’den farklı olarak, teknik bir şiirsellik kurmanın peşindeydi. Hiç kuşkusuz Godard da , tıpkı Antonioni gibi hasta insanlar çekiyor- dünya onlara dokunuyor: ama bu insanlar bir tedavi altında değiller, maddi özgürlüklerinden hiçbir şey kaybetmemiş haldeler; hayat dolu hepsi Ve bu herhalde yepyeni bir insan tipinin antropolojik olarak doğmakta olduğunu gösteriyor
Bir filme gidip, para verip ‘seyretmek’ yeterli değildir Gerçekten onu tüm evsafıyla görmek gerekir Ve ne zaman ki bir film anlatılabilir olmaktan çıkar, asla aktarılamaz hale gelir, o zaman film bir gerçektir, dilsel sanallığından kurtulmuştur.
Méliés sonrasında ‘montaj’ devreye girince sinemanın devrin en etkili aracı olacağı ortaya çıktı. Çünkü modern toplum endüstrisinden edebiyatına, sanatından mimarisine, devletinden ekonomisine bir montajdı
19. Çünkü özel hayat bize saklı değildir Kapitalizmin bizi sakladığı bir kozadan, kendisine katlanabilmemiz için bi­zi içinde tuttuğu bir kozadan başka bir şey değildir özel ha­yat Ve bunu anlamak için herhangi bir JLG filmi izlemek en az Bresson, Welles, Dreyer filmi seyretmek kadar yeterlidir
18. Çünkü bizim için her özel mesele aynı zamanda insanlığın esas meselesidir Ve karşılıklı olarak insanlığın her meselesi benim de özel meselemdir Savaş özel meselem­dir, televizyon felaketini içimde yaşarım Birine aşık oldu­ğumda bütün aşıklar bununla ilgilidirler
16. Çünkü hallerimizi anlatmak istedikçe dile gitgide daha az güveniyoruz Dilin başkalarına sunduğumuz imajlarımızın söylediğinden çok farklı şeyler anlattığının farkındayız
15. Çünkü TDK’dan para alarak içrek gibi bir kelimeyi icat edenlerin neden dışrak (Türkçedeki o belalı ses uyumu ku­ralı ) gibi bir kelimeye tenezzül etmediklerini sormak zorundayız (felsefedeki ve dilbilimdeki zorunlu karşıt ilkesi uyarınca )
Ama biz bili­yoruz ki devrim tarihsel, yani olup bitecek bir olay değildir, in­sanlardaki, çokluklardaki bir özgürleşme eğilimidir Özgür­leşmeden başka amacı yoktur Katlanabileceğimiz tek iyim­serlik bundan ibarettir
6. Çünkü her şey imajdır ve cisimlere, hayata ve dünyaya da­ir elimizde imajlardan başka hiçbir şeyimiz yok Sorun, içinde manipüle edildikleri rejimlerin ellerinden imajları kurtarmakta yatıyor Bunun için film de yapabilirsiniz, ama düşünebilir­siniz de – filmleriniz de düşünceli filmler olabilirler Genel­leştirilmiş hastalığın – globalleşme adı altında, para piyasaları adı altında, siyasi iktidar adı altında bir bulutsu gibi bizi sarıp sarmalamaya başladığı günümüzde
5. Çünkü hastalık bir hayata bakış tarzıdır ve Godard filmle­rinde yalnızca bireyler değil toplumlar hastadırlar Ama birey­lerdeki hastalık asla tedavi aramaz, kabul edilmiş, en uç nok­talarına kadar taşınmış hastalıklar bunlar Eğer modern çağda nevrotik bir birey olmak en olağan hal ise bir de doğasında psi­kotik olan bir toplumda nevrotik olma halinin ne anlama gel­diğini sormak gerekir
4. Çünkü Godard sinema yaptığında orada gördüğümüz in­san hastadır Tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi Unutulma­ması gereken şey, hastanın hep maruz kaldığıdır – önce hasta­lığa, ardından tedaviye ve muhakkak ki ölüme lşte Tarihin büyük hastaları:
– Herakleitos Şöyle bir fragmanı kalmış elimize: Hekim­ler kesip dağlayıp sonra da para istiyorlar; hastalıkların zaten yaptığından başka bir şey yapmadıkları halde . Kendi teorisi uyarınca ölüyor: Efesli hekimlere iltihaplarını nasıl giderecek­lerini danışıyor Sonra kendi bildiğini okuyor; ateşin vücutta­ ki ıslaklığı kurutacağı düşüncesiyle kendini bir tezek yığınına gömüp, işte orada ölüyor
– Spinoza: Hastalığı kaçınılmaz, çünkü geçimini mercek ve gözlük camı yontarak sağlıyor Sonuçta 44 yaşında -herhalde cam tozları yüzünden- bir akciğer hastalığından ölüyor Ölür­ken kendisine uygulamak istedikleri uyuşturucuları ve ağrı ke­sicileri reddediyor Hayatın gücünü ve direncini öyle daha iyi hissedebildiğini söylüyor
– Marat: Cilt hastalığı yüzünden o zamanki tek tedavi olan sürekli banyoda kalma hali onu komplocuların militanı Char­lotte Corday’in hançeriyle ölmeye mecbur bırakıyor
– Nietzsche: Hastalığı sürekli, nihai ve onun formülüne göre hastalık hayata bir bakış tarzı Klossowski’nin neredeyse ispatladığı gibi deliliği felsefesinin zorunlu bir sonucu ya da amacıydı zaten
Georg Simmel’in kullandığı anlamda toplumsal tipler konusunda ve kapitalizmin doğuşunun ve evriminin Marx’ın önümüze serdiği tarihi konusunda duyarlı olanlar bi­lirler: ta baştan beri iki proletarya vardı – birincisi bulunduğu yerde, toprağında, orayı işgal eden sermaye tarafından köleleştirilip yere çakılan yerleşik proletarya İkincisi ise gezinip duran, orada burada iş bularak hiçbir birikim sağlamadan ha­yatını sürdürmeye çalışan, son tahlilde Amerikan rüyası denen Avrupai hastalığa yakalanarak kendini Davis Adası’nda buluveren (Şarlo -The Migrant) göçmen ya da göçebe proletarya Birincisi Avrupa’nın modeliyse ikincisi Amerika’nın modeli Bugünkü proletarya bambaşka bir model üstüne kurulmaya başladı Artık yalnızca köleler var – ve bu kölelik içinde biri­leri paranın, ötekiler ise parasızlığın kölesi durumundalar Ve sömürülmeye başlayan yeni emek biçimlerinin en önemli türü enformasyon ve imajlar üretimi yapanı
İşte Godard’ın o tuhaf hatırlatması: Biri­si Beethoven’den hoşlanıp Sting’den nefret eden, öteki ise ter­sini hisseden bir karıkoca için hiçbir mesele yoktur; ama eşler­den biri Spielberg’den hoşlanıyor, öteki nefret ediyorsa ayrılık er geç mukadderdir Çünkü sinema hala dünyanın bir temsilidir Bu sözleri bir espri diye geçmeyip -ya da esprinin üze­rinde sıkıca durup- ciddiye alıyoruz: sinema gerçekten her­ hangi bir sanata ya da meseleye göre (bunlara eşler arasında­ ki politik görüş farklılıkları da dahildir) çok daha radikal bir şekilde hayatı ve hayata bakış açılarını (bazıları Weltanschau­ung, yani dünya görüşü demeyi hala tercih ediyorlar) tem­sil ediyor Bu basit bir keyif veya zevk meselesinin ötesinde İşte bu yüzden kötü film denebilecek ürünlerin sayısı mü­zik ya da edebiyat alanında olanlardan zorunlu olarak çok da­ha fazla
Ama oradaki sersemletici ritm içinde yaşayan yalnızca o büyüleyici serseri Jean-Paul Belmondo değil, şehrimizin mutlak kıpırtılar ege­menliği altında, neredeyse kendi jestlerimize bile sahip olama­yan, evimize çekildiğimiz andan itibaren de imajların mutlak ideolojik bombardımanı altında bir herkesin herkesle savaşı­nı yaşamaya mecbur kalan biziz Hepimiziz İşte bu yüzden Godard filmleri daha ilk kareden itibaren politiktirler
Her durumda sinema bir görmeyi öğrenmedir ve bundan başka bir şey değildir
Çünkü Charles Peguy’nin bir şiirinde söylendiği gibi: Paris n’appartient à personne , Paris kimseye ait değil Yeni Dalga­cılar Paris’i kısa filmlerle çekmek üzere bir araya geldiklerinde ortaya çıkan sonuç Paris’in kimseye ait olmadığıydı. Bu duru­mun bütün siyasi imalarını saklı tutuyoruz – ya da yalnızca değinip geçiyoruz: o Paris ki asırlar boyu bize ait diye defa­larca ilan edilmişti – bize , yani kimseye değil, halka (le Peup­le ile Komünler)
Heidegger kadar büyük bir filozof bize ölüme-doğru-ol­ ma halinin felsefesini yaptıydı – buna göre yalnız kendi ölümü­müzü yapayalnız ölüyoruz ve bunu adamakıllı kavrarsak haya­tı daha iyi yaşıyoruz, yani onun çaresizce bir yapım , bir inşa meselesi olduğunun farkına varıyoruz
Ölüm hiçkimse için Godard kadar şiirsel bir olgu haline gelmedi.
Ama ölüme aynı bakış hayatı da bir güç, bir kudret, bir elan vital olarak koymaktan geri kalmaz. Yaşamak ölümün o topye­kün seferber ettiği güçlere karşı bir direniş olarak, bir direnç olarak anlaşılmalıdır.
Pravda’da görüldüğü gibi has­ta bir toplumda, hasta bir dünyada yaşıyoruz
Foucault’yla başlamamızın nedenlerinden biri, onun 19. yüzyılda, sanıyoruz ki Memento Mori geleneğine de tekabül eden tıbbi bir olayı en iyi anlayan kişi olmasıdır: klinik bakı­şın doğuşu Buna göre artık hastalıklar ölümün nedeni değil­diler Onlar doğarken ölmüş olmanın, yani ölmeye başlama­nın sürecine aittiler.
Ölüm henüz dışarı atılan , saklanması-gizlenmesi gereken, yani pornografik bir olgu değildi Yaşam sürdüğü öl­çüde ona aitti. Dolayısıyla bir ölüm maskının saklanması (Hit­ chcock’un Psycho filminde artık tuhaf ve korkutucu, ama en önemlisi sapıkça gelen bir imaj) herhalde kimseyi rencide et­mezdi Ölüm imajlarının rahatsız ediciliği daha çok günümü­ze aittir – dramatik ölümlere dair bir gazeteciliğimiz, şiddetin yüceltilişi, ama aynı zamanda ölümün hastaneye, görülmezliğe saklanması, hasıraltı edilişi
Bu ölüm maskı genellikle çocuklardan ve bebeklerden alını­yorduysa bunun çok ciddi bir psiko-sosyal temeli olmalı: on­ları görmüş ve o pek çabuk değişmelerini ancak saptayabilmiş bir gözün oluşturduğu hafıza biçimiyle ilgili olmalı bu durum. Beethoven’in ya da Abraham Lincoln’un ölüm maskları onların bitik halini verirken, bir çocuğun ya da bebeğin taze ölümü çok az görülmüş olan bir imajı gelecek için kaydetme arzusu­nu uyandırır. Sanki çocuktan hatırlanabilecek olan tek şey bu Memento Mori tarafından hatırlatılabilecektir.
‘’ Dostoyevski ya da Pascal olsa kü­çük bir dijital kamera kullanmayı tercih ederlerdi, çünkü onlar olağanüstü kılı kırk yarıcılardı; ama günümüzün yönetmenle­ri öyle değiller.’’
‘’ Sinema işte bunun için yapılmıştır ya da öyle olmalıdır: sürat­lendirmek ve bulmak için. Şimdiki anda film çekersiniz ve gös­terirsiniz: hemen artık geçmiştesinizdir. Bir imaj önce görü­lür, sonra düşünülür. Demek ki her şey bir hafıza meselesidir.
‘’ Seyirci imaj­lara bakmaz, neyi görmek zorunda olduğunu söyleyen şeyi gö­rür, sömürü tarafından dayatılan ve ürünün kendisini asla ilgi­lendirmeyen televizyondaki film tanıtımlarını ve övgülerini ta­kip eder.
Star dönemi Hollywood’unun henüz sanat dahilinde oldu­ğunun farkına varanlar yine Fransız Yeni Dalgacılar olmuştu. Bu önünde sonunda Moliere’in -nesir yazdığını bilmeden bunu öğrendiği güne dek nesir yazıp durmuş olan- Bourgeois Gentil­ homme’u gibi sanat olduğuyla hiç ilgilenmemiş klasik bir si­nemaydı.
Ancak televizyon seyrettiriyor ve dinletiyor sadece Şaşaa­lı Binbir Gece Masalları orada kötü bir diziye dönüşebilir ol­sa olsa Bu bir endeksleme işi olmayı bile bırakmış, o ma­sallardan bile gerçeklik imajları türetiyor. Hollywood’da Bin­bir Gece Masalları çekildiğinde orada starlar vardı, şimdi te­levizyonda yalnızca tanıdıklar var Gerçeklik arttıkça hayal­ gücü, Leroi-Gourhan’ın yazdığı gibi, düşüyor. Televizüel ger­çekçilik diye bir tarza dair bir kavramın gerekli olduğunu dü­şünüyorum bu yüzden. Starın yerini tanıdığın alması, tele­vizyonu ev hayatının sahte sevimliliğinin bir parçası kılan şey­dir
Ama daha çok televizyonun nabzının atıp durduğunu da düşünmelisiniz Başka bir deyişle televizüel cihaz sadece yansıtmıyor, enformasyon iletmekle kal­mıyor, gerçekliği biçimlendiriyor ve üretiyor. Bu bir yeniden­ üretim bile değil, çünkü televizüel etkinlikte en azından Baud­rillard gibi gerçekliğin yerine geçen bir hiper-gerçeklik ten bahsetmeye kalkışmazsak bile, gerçeklikten tüketilen bir kıs­mın olduğunu düşünebiliriz. Televizyonun kendi gerçekliğini yarattığını söylemek yetmez -onun kanaatleri işleyip yorum­larken aslında kanaatler yaratmaktan ve üretmekten başka bir şey yapmadığını da söylemek gerekir.
Kanaatlerin kararsız olma, ko­lay ya da zor, ama yine de değişebilir ve dolayısıyla manipüle edilebilir olma özelliği onları düşünme adını verebileceğimiz insan faaliyetinden doğa bakımından farklı kılmaktadır.
Yine de artık Marx’ın bir halkın, bir çağın ya da bir uygarlığın ne olduğunu anlamak için ona ken­disi hakkında ne düşündüğünü sormayız türünden bir öner­mesinden oldukça uzaklaşmış bir haldeyiz. Dinsel akımlar bi­le kendilerini olsa olsa kanaatler arasında bir kanaat olarak sunmaya meylediyorlar ve zaten modernlik dediğimiz şeyin te­mel karakteristiği de kanaatlerin ve görüş bildirimlerinin aşırı bir önem kazanmasından başka bir şey değildir. Eskiden ken­disini hakikat olarak sunan bir söylem şimdi artık kanaatler arasında yarışını sürdürmeye çalışan bir kanaat haline geliyor.
Kimse böyle konuşa­maz, kimse böyle yürüyemez-oysa film başından sonuna kadar herkesin böyle konuşup böyle yürüdüğünü öne sürüyordur kurtulamayacağı bir tuzağa yakalanmıştır kişi: Somut anlam ne olursa olsun, konformizmi doğuran genel olarak anlamın ken­disidir (Bresson, Woolf, Adomo, esfirshubiana )
Dile getirilebilir, yalnızca kelimelerle söylenebilir bütün bu şeylerden kaçının
Her nes­nenin bir sesi vardır, her sesin bir nesnesi
yoksulluk nasıl gösterilir? Natürmort 17. yüzyılda Hollanda’da başladı­ğında hep burjuva mutfağının zenginliği üstüneydi. Yoksul­luk bir tür memento mori , sembolik bir imaj olarak vurgula­nırdı yine de resmin içinde: bir kafatası, tiksindirici bir böcek Cezanne natürmortlarını, yani 19. yüzyıl sonlarında Fransız kırsalının yıkımını beklemek gerekiyordu yoksulluğun ima­jını görmek için Açıkçası yoksulluğun imajı nihai olarak bomboş , kapkara veya bembeyaz bir tual ya da ekran de­ğilse, başka bir şeylerle donatılmalıydı Yoksulluk varolan­larla (Heideggerci seinden) gösterilecekse eğer onun pozi­tif imajlarının da bulunduğunu varsaymak gerekir. Duvardaki bir çatlak, gebe bir karın, güğümden su döken el lşte bunla­rın bütün sosyal bilim sözlerinden ve teorilerinden daha güçlü afektif değerlere sahip olduğunu düşünerek Kanaatlerden İmaj­lara: Duygular Sosyolojisine Doğru’yu yazmaya girişmiştim Belgesel sinemayı kendi içinde apayrı bir alan olarak görmedi­ğim gibi, görsel sosyolojiyi illüstre edilmiş sözlerden ibaret de görüyor değilim yani.
Mesela yok­sulluk üstüne bir araştırmada, çevrede, odanın içinde gezdi­rilen bir kameranın bir anketin metinsel kayıtlarından çok da­ha bilgi verici , yani duygulandırıcı olabileceğini biliyo­rum. Belgesel sinemacılar sosyal bilimcilerden çok daha güçlü etik kaygılara sahipler (gazetecileri bir tarafa bırakırsak). Çünkü kullandıkları ortamın insanlar üstündeki etkisinin ne ka­dar büyük olduğunu hissediyorlar. Böyle bir kaygıyı ben hiçbir sosyal bilimcide görmedim. Biz anketimizi yaparız, geçeriz Sonuçlarımızı çıkarırız büyük bir rahatlıkla Ama bu araştır­dığımız yoksulluğu gördüğümüz manasına gelmez. Onu bel­ki anlarız , söyleriz , iletiriz ama görmeyiz . Oysa yoksul­luğun pekala birçok, belki de sonsuz imajı vardır.
Şimdi yüksek konuşma yetisi Blanchot için günlük ampirik dilden belli bir uzaklaşmayı, bir tür yükselmeyi gerektiriyordu. Günlük ko­nuşmam şudur: yağmur yağıyor hava soğuk Ahmet ge­lecek vesaire falan. Bu düşük konuşma yetisidir Çün­kü beni gören birine onun zaten görebileceği bir şeyi söylü­yorum . Bu yalnız söylenebilir olanı söylemek değildir. Sa­dece söylenebilir olanı söylemek gerekir Söylenmekten başka bir ifadesi mümkün olmayanı yani Bu Blanchot’ya göre yük­sek söyleme yetisidir . Ve Blanchot parler c’est pas voir , konuşmak görmek demek değil dediğinde bunu sözle yapmıştı Çünkü mesela Foucault’nun ya da bu bir pipo değildir i res­meden Magritte’in aksine yüksek görme yetisinin varolabile­ceğinı düşünmemişti. Oysa biliyoruz ki bir filmi görmek gere­kir Başka bir deyişle, bir filme gidip, para verip seyretmek yeterli değildir Gerçekten onu tüm evsafıyla görmek gere­kir Ve ne zaman ki bir film anlatılabilir olmaktan çıkar, as­la aktarılamaz hale gelir, o zaman film bir gerçektir, dilsel sa­nallığından kurtulmuştur.
Hareket-imajların kitlelerin beynine vurup onları düşündürtmesi gibi bir ideal, sonuçta festivalle­rimizi şenlendiren ve eğlence gözüyle baktığımız yarı-sanatsal aktiviteye dönüştü çoktandır. Öte yandan ışığı göremezsiniz ama o size her şeyi gösterir ”.
Yani düşünmenin , görme diye bir tarzı, varoluş hali var. Bu düşüncenin bütünü­nü tüketemez tabii ki ama salt görülebilir olan, anlatılmak­la tüketilemeyecek pek çok şey ve durum var bu dünyada. Si­nema imajlarla (en gelişkin formülüyle Deleuze’ün hareket­ imaj , zaman-imaj adını verdiği şeylerle) işler. Video ise biz­ce görüyorum edimleriyle işler, imajlarla olmaktan çok. Sine­mayı seyrederiz ama videoyu görürüz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir