İçeriğe geç

Beyaz Mutluluk Kitap Alıntıları – Rainer Maria Rilke

Rainer Maria Rilke kitaplarından Beyaz Mutluluk kitap alıntıları sizlerle…

Beyaz Mutluluk Kitap Alıntıları

Ne zaman öleceğini kim bilebilir! Bugün yada yarın ,bakarsın Güneş ışıl ışıl parlıyordur, hava öylesine açık ve mavidir ki Çıkar gelir ölüm.
Ama bazı saatlerler de oluyor, yaşam dedikleri kıvılcımın yeniden çaktığını hissediyorum içimde.
Ne zaman öleceğini kim bilebilir! Bugün ya da yarın, bakarsın güneş ışıl ışıl parıldıyordur, hava öylesine açık ve mavidir ki Çıkar gelir ölüm.
Kendisine sadakatten ayrılmadığı, yalnızca kendisinin olan bir tek bu var: Yalnızlığı.
Düşününüz ki işitilen bir ezginin, görülen bir resmin, sevilen bir şiirin, bütün bunların kendilerine göre bir değeri, bir anlamı vardır. Onu ilk kez yaratan için demek istiyorum, ikinci kez yaratan için, sanatçı için ve bakmasını gerçekten bilenler için.
Dünyanın insanın istek ve beklentilerini karşılamayışının yol açtığı hüzünden yola çıkılarak güzel şiirlerin yazılabilmesi gerekir nihayet.
Ve siz, Sayın Bay, biliyor musunuz, sık sık sözünü ettiğiniz o dümdüz uzanıp giden toprakların çocukluğunuzda dinlediğiniz tüm masalların arka planını oluşturduğunu?
Siz sanıyor musunuz ki, Tanrı bir binanın arka cephesindeki bu bürodan bakar içeri? Baksın da uzun bir süre için keyfi mi kaçsın! Sonra, unutmayınız ki, dışarıda her şey devinimdir, ileri geri, sağa sola bir gidiş geliştir her şey.
Bir yaz gününü canlandırın hayalinizde. Ne şahane değil mi! Bu daha bir şey mi; çünkü yaz mevsiminde pek çok gün vardır, hiçbiri de tümüyle birbirine benzemez, her biri tek başına bir harikadır. Genelde dışarısı mucizelerle dolup taşar ve bunların hepsi de bizimdir.
(…) hafif bir gülümsemenin güneşiyle çevresi kuşatılmıştı.
“Sahildeki üstü tenteli hasır koltuklar arkasındaki yüksek, sessiz kum tepeleri içinde yürürsen, tenteler altındaki insanları göremezsin, ama birinin bir diğerine seslendiğini, bir başkasının gevezelik ettiğini, bir ötekinin güldüğünü işitir ve anlarsın hemen: Bu insan şöyle şöyle biridir diyebilirsin. Onun hayatı sevdiğini, bağrında büyük bir özlem ya da acı barındırdığını, bu acının da sesini ağlamaklı kıldığını her gülüşünde hissedersin.”
“Haklı olabilirsin. Hayli yorgun düştüm. Bu yüzden de yumuşak bir koltuğa gömüleyim, biri bana tatlı bir sesle hayatın nasıl şey olduğunu anlatsın dinleyeyim istiyorum. İstiyorum ki bu tatlı ses sayesinde hayatla barışayım ve ondaki her şeyi ondaki küçük olayları, büyük mucizeleri yeniden seveyim.”
İnsanlar geceleyin bir tuhaflaşıyor ki! İçlerindeki gizler büyüyor, aşıp geçiyor kendilerini.
(…) koyu karanlıkta suskun ve sessiz eriyip kayboldular.
Mutluluk; aydınlık ve yaşam dolu bir manzara.
“Benim aradığım insanların kendileri değil, sesleridir.”
Bahar geldi mi, insana her şey hüzün verir orada. Yaşamak ve ölmek.
Yalın, içtenlikli sözler ruhumda esen fırtınayı dindirdi.
Kendisine sadakatten ayrılmadığı, yalnızca kendisinin olan bir tek bu var: Yalnızlığı.
Zaten insanın gerilerde kalan yaşantıları gerçeklikten yoksundur.
Nihayet ne zaman öleceğini kim bilebilir! Bugün ya da yarın, bakarsın güneş ışıl ışıl parıldıyordur, hava öylesine açık ve mavidir ki Çıkar gelir ölüm. Ne saçma!
Bu kepaze yaşam uğruna insan nelere katlanmıyor ki!
Bizler canına okuduk bu kötümserliğin, hayatı seviyoruz, sanatımız da hayatın bağrından fışkırıyor.
Ama bazı saatlerler de oluyor, yaşam dedikleri kıvılcımın yeniden çaktığını hissediyorum içimde.
“Ne zaman öleceğini kim bilebilir! Bugün ya da yarın, bakarsın güneş ışıl ışıl parıldıyordur, hava öylesine açık ve mavidir ki Çıkar gelir ölüm.”
“Ne zaman öleceğini kim bilebilir! Bugün ya da yarın, bakarsın güneş ışıl ışıl parıldıyordur, hava öylesine açık ve mavidir ki Çıkar gelir ölüm.”
Güneşin bir ışınıdır sevgi, aydınlatıp nurlandırır insanı der bazıları; bazıları da insanı esrikliğe sürükleyen bir zehri kendisinde barındırdığını söyler. Gerçekten de yol açtığı sonuçlar, bir hekimin ağır bir ameliyattan önce korkudan titreyen hastaya teneffüs ettirdiği güldürücü gazınkine benzer, içinde tepinip duran acıyı unutturur hastaya.
Kendisine sadakatten ayrılmadığı, yalnızca kendisinin olan bir tek bu var: Yalnızlığı.
Hanidir pusuya yatmış, salona gelecek bir konuğun yolunu gözleyen açgözlü aynalar, Bay Mrâz’ın kızıl saçlı başını kocaman olgun bir elma gibi biri alıp öbürüne atmaya başlamışlar.
Ve pencereler ardında işte öylece pusuya yatar, küçük ayaklarıyla yeri döver ve beklerler mutluluğu.
Bugüne bugün bir şairdir, kuşkusuz kısa ömürlü bir şair, duygusal ve biraz da modası geçmiş, gerçek şairlerin hayâ duygusundan ve sadeliğinden yoksun ama kendi kendisine hayran. Birinin bir aşk mektubunu üzerine tutup yaktığı mumdan başka şey değil ve hayal dünyasında dolaşıp duruyor.
“İnanın bana, önemli olan, hayatta hiç değilse bir kez kutsal bir ilkbaharın yaşanmasıdır; öyle bir bahar ki, insanın gönlünü ilerideki bütün günleri altın yaldızla kaplamaya yetecek kadar ışık ve parıltıyla doldursun.”
Düşmüşleri ayağa kaldıralım, umutsuzlara yol gösterelim, mahzunları avutalım derken kendi yaşamımızı elden çıkardık ve kendimiz kolu kanadı kırılmış umutsuz kişilere dönüştük.
“Başka bir dünyadan içerilere bakıyor gözleri. Ondan sesi böyle.
İyilik okunan solgun bir yüz
Gerçek ışığı algıladığınız anda güneşiniz batmıyor muydu?
İnsanın gerilerde kalan yaşantıları gerçeklikten yoksundur.
Evet, gencim henüz. Ve işte bu yüzden seviyorum yalnız kalmayı.
Çünkü susmak, üzerinde kaçamak düşüncelerin sessiz ve hızlı gidip geldiği gizli bir orman yoluna benzer. Dolayısıyla hiç susmaya gelmez.
Sonbahardı. Gri, gri bir gün dünyanın üzerine çökmüştü.
Güneşin bir ışınıdır sevgi, aydınlatıp nurlandırır insanı der bazıları; bazıları da insanı esrikliğe sürükleyen bir zehri kendisinde barındırdığını söyler. Gerçekten de yol açtığı sonuçlar, bir hekimin ağır bir ameliyattan önce korkudan titreyen hastaya teneffüs ettirdiği güldürücü gazınkine benzer, içinde tepinip duran acıyı unutturur hastaya.
Hayli yorgun düştüm. Bu yüzden de yumuşak bir koltuğa gömüleyim, biri bana tatlı bir sesle hayatın nasıl şey olduğunu anlatsın dinleyeyim istiyorum. İstiyorum ki bu tatlı ses sayesinde hayatla barışayım ve ondaki her şeyi ondaki küçük olayları, büyük mucizeleri yeniden seveyim.
Şu hayat denen şey kötü bir işçiliğin ürünü, acemilere göre bir şey, öyle değil mi?
Ellerine dokunmaya görün, gül yapraklarına dokunuyorum sanırsınız.
İnanın bana, önemli olan, hayatta hiç değilse bir kez kutsal bir ilkbaharın yaşanmasıdır; öyle bir bahar ki, insanın gönlünü ilerideki bütün günleri altın yaldızla kaplamaya yetecek kadar ışık ve parıltıyla doldursun.
Bugün ya da yarın, o büyük kıyamet koptu mu bir dilenciye dönüşmeyecek mi insanoğlu?
* İnsanın aklına ne tuhaf düşünceler geliyor bazen. Örne­ğin dün. Yine sayfiyedeki evinin ön bahçesinde Bayan Lucy ile oturuyordum. İri ve derin gözleriyle genç ve sarışın ka­dın susuyor, atlas parlaklığındaki gökyüzüne bakıyor, Brüksel dantelli mendilini yelpaze gibi kullanarak serinlemeye çalışıyordu. Yelpaze işini gören mendilden ya da oradaki leylaktan çıkıp gelen burcu burcu bir koku işte öylesine gı­cıklayarak içime doluyordu. Sadece bir şey söylemiş olmak için, Bu ne şahane ley­lak böyle! dedim. Çünkü susmak, üzerinde kaçamak dü­şüncelerin sessiz ve hızlı gidip geldiği gizli bir orman yoluna benzer. Dolayısıyla, hiç susmaya gelmez.( )

Ön Bahçede öyküsünden (1896)

* Tam da ölü gömülecek bir gün. Nefes almayı güçleşti­ren, yapış yapış, iç karartıcı bir hava. Dört atlı ağır cenaze arabası, güz aydınlığında dazlak kafalar gibi parıldayan kay­gan ve yuvarlak kaldırım taşları üzerinde paldır küldür iler­liyor, tekerlekleri kurşuni renkteki pis su birikintileri içinde derin izler bırakıyordu. Defin enstitüsünün görevlileri su­ratları asık, ellerindeki fenerleri sallayarak arabanın yanı sıra seğirtiyorlardı. Onları matemzedeler izlemekteydi. Cena­ze arabasıyla erkeklerin parlak silindir şapkaları arasında is­li örümcek ağları gibi gerilmiş uzun bir dizi halindeki siyah tüller, kadınların da cenaze alayındaki varlığını haber veri­yordu. Derin bir üzüntü içindeki matemzedelerin başlıca uğraşını, yolda sağa sola sıçrayan çirkef sularından giysi ve pantolonlarını korumak oluşturmaktaydı; o derya gibi sular içinden başını en fazla çıkarmış taştan adacıkları seçip üzer­lerinden dikkatle, ağır ağır yürüyüşleri dokunaklı bir man­zaraydı doğrusu.( )

* Karakter Sahibi öyküsünden / 1895 /96

“Beyaz bir odam var,” dedi. “Düşününüz, duvarları öylesine parlak beyaz ki, biraz güneş hiç kaybolmaz üzerlerinden. İsterse dışarda günler gri olsun..”
Peki acınızı tümüyle yenebildiniz mi?
Tümüyle.
Sahi mi?
“Ne diyeceğimi bildiğim yoktu, ama gereken zamanda gereken sözcüklerin aklıma geleceğine ilişkin bir his vardı içimde.”
”Kendisine sadakatten ayrılmadığı, yalnızca kendisinin olan bir tek bu var: Yalnızlığı. ”
Bu konuşma sırasında Bay Kniemann’ın siperden yavaş yavaş çıkardığı başı, zevksiz bir mektup ağırlaştırıcı gibi ileri fırlamış alt çenesiyle üzerinde ‘Dosya B’ yazılı bir dosya üzerinde durmaktadır. Bay Kniemann merakla, başını sallıyor: “Hayatta?”

“Hayatta!” diye onaylıyor genç memur ciddi ciddi; yanakları ateş gibi yanıyor.

“Yalan değil: El bir süre arayıp yoklayarak gezinir sağda solda, hayata açılan kapıyı ha deyince bulamayız. Sonra, bir tehlikedir bu hayat aynı zamanda. Anlayacağınız bir tepedir, bir uçurumdur, bir ada, öte yandan bir dalgadır, her şey, her şeydir kısaca. Bu ne demektir, biliyor musunuz? Söyleyeyim size. Noel gecesidir. Noel hediyeleridir. Oh, tüm hediyeleri tutabilmek için eller, tüm hediyeleri hayran hayran seyredebilmek için gözler yetmez. Kısacası o kadar zenginlik karşısında insan adeta yoksul hisseder kendini.”

“Hayatta.” Bu kez soru işareti içermiyor sözcük. Ve yaşlı Kniernann’ın zavallı sesi farkında olmadan genç memurun büyük sevincine öykünüyor. Bay Kniemann ağzından çıkan sesin tonu karşısında şaşırıyor ve bir dili öğrenmeye çalışan biri gibi bir kez daha özenle yineliyor sözcüğü.
“Hayatta.”

Ötekiler beklemeyi uygun görüyorlar. Bu hoş kokulu karanlıkta öylesine tuhaf bir güzellik var ki! Sessiz durmaktan başka bir şey yapmak gereksiz. İnsanı alıyor bu hava, bir beşik gibi sallamaya bayılıyor.

“Sen nasıl üstesinden geliyorsun bu işin, Lubowski? Senin burada hiç terpentin kokusu gelmiyor insanın burnuna,” diyor ressam, üzerinde pek durmayarak. Baron da ekliyor:

“Terpentin şöyle dursun, çiçek kokuyor burası, bir yerde çiçek var mı?”
Sessizlik, Lubowski, bulutlarının çok arkalarında kalıyor.
Ama hiç sabırsızlanmıyor üç arkadaş. Zamanları ve likörleri var nasıl olsa. Biliyorlar, bekleyecek, istediklerine sonunda kavuşacaklar.

Derin bir üzüntü içindeki matemzedelerin başlıca uğraşını, yolda sağa sola sıçrayan çirkef sularından giysi ve pantolonlarını korumak oluşturmaktaydı; o derya gibi sular içinden başını en fazla çıkarmış taştan adacıkları seçip üzerlerinden dikkatle, ağır ağır yürüyüşleri dokunaklı bir manzaraydıdoğrusu. Kimi yüzlerde, keşke rahmetli bu çetin yolculuğu için daha iyi bir havayı bekleseydi diyen iyiliksever bir ifade okunmaktaydı.
Tam da ölü gömülecek bir gün.
Yüzde önem taşıyan tek şey varsa, gözlerdi.
Evet, nişanlıydım o vakitler. Hedwig -bu isimle söz edeceğim nişanlımdan- gençti, sevimli ve kültürlü bir kızdı, dostlarım için en önemlisi de varlıklı biri oluşuydu.
O zamanlar olup bitenler sararıp solarak silik bir renk aldı. Sanki şimdi sözünü edeceğim olay benim değil de bir başkasının, belki de yakın bir dostumun başına gelmiş gibi bir duygu yaşıyor içimde. Bu yüzden, bencilliğim beni ayartır da bir yalan söylemeye zorlar diye korktuğum yok, her şeyi olduğu gibi yazacağım burada, bütün açıklığıyla, doğrudan hiç sapmaksızın.
Bu koskoca, bu uçsuz bucaksız dünyada işte öylesine bir öksüzlük duygusu çökmüştü yüreğine.
Ufak tefek, hareketli bir kadındı annesi, sırtında basmadan sade, siyah bir giysi, iyilik okunan solgun bir yüz, sönük sönük bakan kasvetli gözlerle.
daha uzun zaman ölmek istemiyorum. Ölmeden nezih bir topluluk içinde yaşayıp üç beş sigara daha tellendirmek niyetindeyim.
Tam da ölü gömülecek bir gün. Nefes almayı güçleştiren, yapış yapış, iç karartıcı bir hava.
sizin olan, başkasının olan’ın sınırında son bulmuyor muydu, söyleyin lütfen? gerçek ışığı algıladığınız anda güneşiniz batmıyor muydu? içinizde yaşayan o suskun kişiler, örneğin babanızın size söylediği her sözcükle ölüp gitmiyor muydu? ya nesneler? yalnızca sizin sayılamayacağını, herkesin el atıp keyfince kullanabileceği gibi sağda solda durduklarını anladığınız anda tüm değerlerini yitirmiyor muydu? düşününüz lütfen!
çünkü susmak, üzerinde kaçamak düşüncelerin sessiz ve hızlı gidip geldiği gizli bir orman yoluna benzer. dolayısıyla hiç susmaya gelmez.
Ellerine dokunmaya görün, gül yapraklarına dokunuyorum sanırsınız.
Çünkü susmak, üzerinde kaçamak dü­şüncelerin sessiz ve hızlı gidip geldiği gizli bir orman yoluna benzer.
Tam da ölü gömülecek bir gün. Nefes almayı güçleştiren, yapış yapış, iç karartıcı bir hava.
Bütün bunlar bir düş sanki. Beni büyüledin, Helene. O çiçekli dalla kendimi de sana teslim ettim. Her şey bir başka türlü şimdi, içim aydınlıkla dolup taşıyor.

Geçmişe ilişkin hiçbir şey bilmiyorum artık. Hiçbir acı, hiçbir sıkıntı hissetmiyorum, bir istek bile duyduğum yok. Hep böyle tasarlamıştım mutluluğu, ölüm ötesindeki mutluluğu…

Hayli yorgun düştüm. Bu yüzden de yumuşak bir koltuğa gömüleyim, biri bana tatlı bir sesle hayatın nasıl şey olduğunu anlatsın dinleyeyim istiyorum.

İstiyorum ki bu tatlı ses sayesinde hayatla barışayım ve ondaki her şeyi ondaki küçük olayları, büyük mucizeleri yeniden seveyim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir