İçeriğe geç

Benim Dağlarım Kitap Alıntıları – Dursun Çiçek

Dursun Çiçek kitaplarından Benim Dağlarım kitap alıntıları sizlerle…

Benim Dağlarım Kitap Alıntıları

&“&”

^İnsanın dağda aldığı nefes, nefesin ne olduğunu anlatır insana. Varlığın nasıl derin bir nefes olduğunu ancak dağlarda hisseder insan. Ömrün bir derin nefes olduğu ancak dağlarda anlaşılır. İnsan mekânı en iyi dağda anlar.^
Bakmak,görmek,anlamak,bilmek bir nefesin tecelli ve tezahürleri olarak telakki edildiğinde ancak bakılabilir,görülebilir,anlaşılabilir ve bilinebilir her şey. Sadece tabiat mı? İnsan bile…
Bir Kızılderili dağından uzaklaşmaya başladığında ölürmüş. Ölümün nefes alıp almamakla, kalbinizin atıp atmamasıyla ilgili olmadığını anlatan sıra dışı, ölçü dışı bir muhayyile. Çünkü hayatı hissetmek için toprağı hissetmek gerekir.
Aslında şehirde kendini “kalabalıklaşarak ve çoklaşarak” yok eden insan, dağda “yalnızlaşarak ve azlaşarak” çoğalıyor. Çokluk o kadar az ki ve azlık o kadar çok ki…
İnsan düşünüyor da şimdi okudukları, okur gibi yaptıklarından daha sahici değil.
Dağlarda dağlanmadan insanın dağlaşamadığını dağ gibi insanlardan öğrendim. O insanlar gitti, geriye dağlar kaldı. Ben o dağlarla avunuyorum.
Tek boyutlu yaşama ve idrak bugünkü insanın en amansız hastalığı…
Dağlardaki bulut ve sis, sanki dağı seven, dağla dağlaşan insanın ruhunu çağrıştırıyor. Öyle ki o ruh gizemli bir sis olmuş, bir sevdalı bulut olmuş,tezahür etmiş dışarı çıkmış. O insanı seyreder, insan onda kendini seyreder…
Temiz hava denilen şey dağların ruhu, yaylada esen rüzgâr ise cennetten bir nefhadır.
Kaderim gelmedi dedi annesi gibi ama sonra ekledi, kaderin gelmemesi de kader…
Anadolu’da gurban olmayan, İbrahim’den bir nefes taşımayan insan bulabilir misiniz? Mümkün değil… Biz hep gurban oluruz. Hepimiz İsmail’iz çünkü.
Bugün bizim insanımız tarafından da mitolojileştirme ve efsanelere indirgeme tehlikesine rağmen dağlarımız, Nur’u temsil etmeye devam etmektedir.
Bir Kızılderili dağından uzaklaşmaya başladığında ölürmüş. Ölümün nefes alıp almamakla, kalbinizin atıp atmamasıyla ilgili olmadığını anlatan sıra dışı, ölçü dışı bir muhayyile.
Dağa gitmeyen, dağı bilmeyen, dağlanmayan insanlar içinde yaşadıkları şehri Medine" yapamazlar…
Dağlarda sessiz söylenenler daha açık duyulur.
Artık insanlar dağlardan değil, dağlar insanlardan korkuyor. Dağlar insanların uçurumlarından düşecek gibi duruyor içinde yaşadığımız modern dönemde…
– (…) İnsan gözlerinin gördüğünün ötesine aşamıyor!
Gözlerinin gördüğünü hayat ve dünya zanneden bir insana, bırakın dağı ve yaylayı kendini bile anlatamazsınız.
Gördüğüyle yetinen kendinin bile farkında değildir…"
Yüce dağlar yüce dağlar
Benim gönlüm niye ağlar
Viran dağlar viran dağlar
Kış eyledi boran dağlar
Bozulmuş gönlümün bağları
Garip gönlüm viran dağlar
Dağların balkonları insan gönlüne benzer. Eşya ve hadiseleri bütün berraklığı ve bütünlüğü ile görür. Mantık nasıl böler, parçalar, bağlantı kurarsa, gönül de inadına bütün görür, geniş bakar…"
Şehirlerde her mekânda dijital araçlara bakmaktan solan yüzlere inat kahvehanelerde kitap ve gazete okuyan insanları gördüğümüzde moralimiz düzeliyor."
Ege türküleri gerçekten bir başka. Hele de doğal mekânında dinliyorsanız manayı daha iyi anlayabiliyorsunuz. Her zeybek bir efe hikâyesi. Her efe bir efsane ve bir yüce dağ."
Dağ yalnızlaştığında insanlaşır, insan yalnızlaştığında dağlaşır.
Gece Toros ormanlarında kurulan
Düşler gibi gözlerin
Dağ başları gibi bakıyorsun
Mağrur, hüzünlü, yalnız
Bir Türkmen göçmeninin
Dediğini anımsıyorum
Dorukları kolay sanırsanız
Yanılırsınız… "
Gösterme arzusu görme arzusunun, görünme ve bilinme arzusu bilme arzusunun önüne geçtiğinde zaten insanlığının geldiği boyutla hesaplaşmalıdır insan."
Buralarda insanın simülasyonu ve imajı yok. Gölgesi bile gerçek ve kendine ait."
Modern kentler insanın gölgesini bile kendine yabancılaştırmıştır.
Artık insanlar dağlardan değil, dağlar insanlardan korkuyor. Dağlar insanların uçurumlarından düşecek gibi duruyor içinde yaşadığımız modern dönemde…"
Türkü türkü gibi, şiir şiir gibi hissedilir dağlarda. İnsan da insan gibi. En yalın, en fıtri haliyle."
Anadolu insanı ikram etmeden varlığını hissedemez. Çünkü o paylaşarak çoğalır."
Gördüğüyle yetinen kendinin bile farkında değildir."
Dağlara ve yaylalara atılan her pet şişe gerçekte insanın kendine sıktığı bir kurşundur, ancak insanlar bunun farkında değil."
Erciyes’in yüreğine kazma atmazsanız, Şirin’in ne olduğunu da anlayamazsınız."
Erciyes’i gördükten sonra şu duyguyu hep yaşarsınız… Erciyes’ten uzaklaştıkça onu ensenizde hemen arkanızda hissedersiniz. Siz uzaklaştıkça o size yaklaşır yakınlaşır. Âdeta gölge olur varlığı ve size güven verir."
Erciyes’ten kar istersin
Dost bağından nar istersin
Gönül bilen yar istersin
Divane gönlüm."

Neşet Baba’nın türküsünden…

Mesele hakikati çoklu tecellisinden teke indirgemekle başlıyor. Tek boyutlu yaşama ve idrak bugünkü insanın en amansız hastalığı…"
Kadın dağdı, kadın yardı. Uçurumları vardı kadının, yarları vardı. "
Dağlanmak dediğimiz şey aslında kemal duygusuyla ilgili, olmakla ilgili bir şeydi."
Bir dağın insanı sevebileceğini, onun bir gönlü ve yüreği olduğunu, bir ruh ve mâna taşıdığını Peygamberimizin Uhud Dağı için söylediği &‘Uhud bizi sever biz de Uhud’u severiz’ hadisini işittiğimde anlamıştım."
Dağda olmak fıtrata dönmek demektir. Emanetin insandan önce dağa teklif edilmesinin anlamı da budur."
Neyi göreceğinizi belirleyen nasıl bakacağınızı da tanımlar."
Dağların balkonları insan gönlüne benzer. Eşya ve hadiseleri bütün berraklığı ve bütünlüğü ile görür. Mantık nasıl böler, parçalar, bağlantı kurarsa gönül de inadına bütün görür, geniş bakar.
Artık biliyordum ve emindim ki hiçbir dağ yalnızca dağ değildi. Dağ ; sığınılan, konuşulan, sohbet edilen, varılan,erilen, gidilen, bilinen, sevilen bir yerdi.
Mecnunluk sadece çölde bulunmak değildir. Dağlarda yıldızları tesbih tesbih dizebilmek ve sayabilmektir."
Burada gördüklerimize manzara demek ne kadar doğru bilmiyorum. Mekân sadece nazarla kavranacak bir şey değil. Ama nazar olmadan da kalp görmüyor, ilgiyi kuramıyor. Onun için bakmanın ötesinde görmek gerekiyor mekânı. İdrak etmek, bilmek gerekiyor. Ne kadar fotoğraf çekerseniz çekin bir yerde fotoğrafın tıkandığını yaşıyorsunuz. Zaten bir mekânda fotoğraf tıkanıp artık gözünüzle ve özünüzle görür hâle gelmiyorsanız siz tabiatı ve mekânı hâlâ fotoğrafın nesnesi olarak görüyorsunuz demektir. Bu da görünene perdedir. Fotoğraf bittiğinde başlıyor asıl görmek. Fotoğrafı aradan çıkardığınızda yani görüntüyü kaldırdığınızda görünenle baş başa kalıyorsunuz. Dağ, yayla, orman kadraja sığar mı? Elbette sığmaz.
Tecelli ve tezahürü anlamayan bir insan elindeki fotoğraf makinesi ne olursa olsun görülmesi gerekeni göremez, çekilmesi gerekeni çekemez. Fotoğraf çekmekten daha çok bu güzelliği gözlerimle ve gönlümle yaşamak istiyorum. Gösterme arzusu görme arzusunun, görünme ve bilinme arzusu bilme arzusunun önüne geçtiğinde zaten insanlığının geldiği boyutla hesaplaşmalıdır insan. Benliği olan dağı, toprağı, tabiati, yağmuru, bulutu, suyu nasıl görebilir ki…
Fotoğraf tecelli karşısında ne kadar aciz.. Çünkü sınırlıyor, tanımlıyor, daraltıyor ve asla
görüneni olduğu gibi yansıtmıyor. Sadece oradan bir katre, bir anı dondurup hatıra olarak saklıyor. Bunun için gittiğiniz mekânı fotoğraf makinenizle değil de gönlünüz ve gözünüzle seyrettiğiniz zaman sizde daha çok kalıyor. Asıl görünen gözünüzle gördüğünüz. Fotoğraf görünenden bir nefes sadece.
Bir iz, bir hatıra…
Modern insan imajlı ama gölgesiz. Bugün gölge imajdan ve var olandan daha gerçek. Yiğitlerin dalı gölgesi olur, modern insanın ise imaji. Imajların gerçeğinden daha anlamlı" olduğu bir çağda yaşıyoruz. Gerçek dediklerimiz, gördüklerimizi sandıklarımız o kadar yok ki. Görmediklerimiz, göremediklerimiz ve yok sandıklarımız o kadar var ki. Zuhurunun şiddetinden gaip olanı yok sayarak, imajının şiddetinden dolayı “var” olanı var sayıyoruz.
Böyle bir hayata uyanıyor artık insan; hiçbir şeye bakamiyor ve hiçbir şeyi göremiyor. Bakabileceği ve görebileceği hiç bir şey yok çünkü. Sadece kendine var denileni var biliyor, gösterileni görüyor. Zihnindeki düzleşme gönlünü yok ederken, gözünü kör ettiğinin farkında bile değil. Modern dünyada bakamaz ve göremezsiniz. Neyi göreceğinizi belirleyen nasıl bakacağınızı da tanımlar. Bu hengâmede görmek ile körmek birbirine karıştı.
Topraktan gelen insan, topraktan koparıldığında kimliğini kaybeder. Tabiatın bizatihi kendisi ve özellikle de dağlar, insanin kendisi olabildiği mekânlar. Dağların insandan önce teklife muhatap olması yüceliğiyle ve dağın insan yanıyla ilgili. Peygamberlerin, velilerin, filozofların, bilgelerin dağlara çekilmesi tesadüf olmasa gerek. Biliyoruz ki; Nur Dağı’nda dağlanan, mekânın putlarını kırdı. Sevr Dağı’nda dağlanan, insanın gönlündeki putları yıktı. Tur Dağı’nda dağlanan, zamanın putlarını kırdı. Dağlar sadece özgürlük değil, aynı zamanda hakikate en yalın ve en yakın olduğumuz yerler. Şehir, yeni mekân, yeni insan; hep dağlardan kuruldu. Sırdır dağlar. İnsanın sırrini saklar. Hakikatin sırrını açar isteyene. Zamana ve mekâna nasıl bakılacağını öğretir. Ten gözünü aşan ve can gözü ile bakan için dağlar, insan ruhunun tecellisi. Gönlündeki dağı gören görür, bilen bilir.
dağ yer ve yurt tutmanın mekânı. Belki de dağda yer ve yurt tutmayan kuramıyor şehri. Çünkü insan dağda ariniyor. Bazılarının iddiasının aksine dağ öfkenin ve sertliğin değil, öfkeden arınmanın yurdu. Yalçın Koç ne güzel söyler: “Dağ” ile “buluşan” ve kendi “doğuş’una” mahsus “nihai hakikat” ile yüz yüze gelen “birey”, bu “yüz yüze geliş” esnasında kendi günlük hayatına mahsus “mahpusluk’tan”, yani her şekildeki hissiyattan, duygulardan, düşüncelerden, fikriyattan, her türlü hırstan, şöhret düşkünlüğünden, kin ve nefretten, yalandan ve her türlü ahlâksızlıktan ve tecavüzkârlıktan kurtulur; ve bu suretle dönüşür".
Anadolu insanı ikram etmeden varlığını hissedemez. Çünkü o paylaşarak çoğalır. O misafirine verecek ki Allah da ona verecek. Böyle öğrenmiştir, böyle bilir. Bir keresinde bahçesindeki kayısı ağacı yemiş vermeyen yaşlı bir amca kendi kendine söyleniyordu: “Bıldır dalında kırılıyordu esirgedim konunun komşunun hakkını vermedim, asıl sahibi de bana vermedi.”
Dağın dili ve kulağı vardır. Dağ konuşur ve dinler. Çoban ini mevkiinde koyunlarını otlatan Ali Emmi’ye “Bu sessizlikte, bu issızlıkta, bu yalnızlıkta sıkılmiyor musunuz, usanmiyor musunuz, bunalmıyor musunuz, nasıl vakit geçiriyorsunuz? dediğimde, asasına yaslanarak; “Dağınan konuşmaya alışan sıkılmaz” dedi ve devam etti. Dağı, rüzgârı, suyun sesini, pınarların türküsünü dinleriz, çiçeklerin kokusuyla sohbet ederiz, kuşlarin sesine eşlik ederiz, koyunlarımızın melemesine katılırız, karişırız ve sıkılmayız. Biz dağınan dağ da bizinen konuşur dediğinde ise gözlerindeki ışıltı tarif edilemez türdendi. Hep dağ dondurmaz ya adamı, bazen ağustos sicağında dağda dağlaşan bir adam sizi iliklerinize kadar dondurur. Dağ ile sohbet etmeyi bilen, rüzgârın, suyun ve çiçeklerin dilini anlayan birisi için yalnızlık . Çokluk o kadar az ki ve azlık o kadar çok ki…
Yüreğine ve gönlüne Yaradan’ını sığdıran insan, modernleştikçe, bireyselleştikçe, rasyonelleştikçe zamana, mekâna ve dağlara sığmıyor. Mekânı yok etme dağları yok etmeyle başlıyor. Bunun içindir ki her şeyi tahrip ediyor. Oysa dağda insan kendini seyreder; kendini, geçmişini ve hatta geleceğini… Sirat da bu yarın, uçurumun üstünde bir bakıma bir dağda kurulur. Öyleyse hem kıyamettir dağ hem hayattır. Havva Arafat’ta Âdem’i bekledi. Âdem dağa yükseldi, kadına yükseldi, kadınla yükseldi. Ve hayat oldu. Âdem dağda buldu onu, aradı, tırmandı, yükseldi, buldu, yüceldi. Kadın dağdı, kadın yardı. Uçurumları vardı kadının, yarları vardı. Ve her kadın aslında Havva’nın şahsında bir dağ, bir uçurum, bir yardı-yârdi…
Bir dağın insanı sevebileceğini, onun bir gönlü ve yüreği olduğunu, bir ruh ve mana taşıdığını Peygamberimizin Uhud Dağı için söylediği “Uhud bizi sever biz de Uhud’u severiz” hadisini işittiğimde anlamıştım. Dağların insandan önce emanete muhatap olduğunu duyduğumda ise, varlık-yokluk, canlı-cansız vb. kavramların içi boşalmış âdeta yeniden dolmuştu… Varlığı idrak ettiğini, bilgiyi bildiğini, zamanı ve mekânı anladığını iddia eden insanın dağları, bulutları, gök kubbeyi, toprağı, suyu anlayıp anlamadığına bakın!… Tecelli ve tezahürü, isim ve sifatları varlıkla irtibatı ile bilmek gerek… Varlığı gözüyle değil gönlüyle hatta varlığıyla müşahede etmeyen göremez ve anlayamaz çünkü. Artık biliyordum ve emindim ki hiçbir dağ yalnizca “dağ” değildi… Dağ; sığınılan, konuşulan, sohbet edilen, varılan, erilen, gidilen, bilinen, sevilen bir yerdi…
Bir dağın zirvesine çıkmak, insanın kendi içindeki yolculuğa benzer. Dağlar da insanın içindeki iniş çıkışlardan farklı değildir. Hatta insanın içindeki uçurum mu derindir yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı diye bir soru sorulduğunda, muhtemelen insanın içindeki uçurumlar daha derin ve büyük deriz. Çünkü insanın ne olduğunu bilmeyen, insanın içindeki dağı, gönül dağını fark edemeyen, herhangi bir dağa çıkmaz, çıkamaz. Zirvesinde oturduğunda bile o, dağın çukurunda sayılır. Dolayısıyla dağı tırmanmak, dağın zirvesine çıkmak; insanın bir iç yolculuğudur. Kendini anlamak için insan çıkar dağa. Kendini bilmek, kendini bulmak eşya ve hadiselerin hakikatini idrak etmek için çıkar. Dağ ile kendi arasındaki fitri yakınlığı anlamak için çıkar.
Çünkü dağ dosttur ve dostu çağırır. Ozanın dediği gibi Dost elinden gel olmazsa varılmaz"…
Öyleyse dağ dosttur ve insandır ve insan dost ve dağ…
Sabırdır dağlar. Bekleyiştir, teslimiyettir…
Aşığın yüreğini sadece dağlar ferahlatır. Kendi yüceliğini ve sıra dışılığını dağda bulan insan, bunun içindir ki kendini en yalnız hissettiği anda kenti ve insanları terk ederek dağlara gider. Kentte yalnızlık içinde boğulan insan, dağlarda yalnızlık içinde adeta bir coşkuyu yaşar.
Dağın dili ve kulağı vardır. Dağ konuşur ve dinler. Çoban ini mevkiinde koyunlarını otlatan Ali Emmi’ye Bu sessizlikte, bu ıssızlıkta, bu yalnızlıkta sıkılmıyor musunuz, usanmıyor musunuz, bunalmıyor musunuz, nasıl vakit geçiriyorsunuz?" dediğimde, asasına yaslanarak; “Dağınan konuşmaya alışan sıkılmaz" dedi ve devam etti. Dağı, rüzgârı, suyun sesini, pınarların türküsünü dinleriz, çiçeklerin kokusuyla sohbet ederiz, kuşların sesine eşlik ederiz, koyunlarımızın melemesine katılırız, karışırız ve sıkılmayız. Biz dağınan dağ da bizinen konuşur dediğinde ise gözlerindeki ışıltı tarif edilemez türdendi.

Hep dağ dondurmaz ya adamı, bazen ağustos sicağında dağda dağlaşan bir adam sizi iliklerinize kadar dondurur. Dağ ile sohbet etmeyi bilen, rüzgârın, suyun ve çiçeklerin dilini anlayan birisi için yalnızlık mümkün mü? Aslında şehirde kendini “kalabalıklaşarak ve çoklaşarak” yok eden insan, dağda “yalnızlaşarak ve azlaşarak” çoğalıyor. Çokluk o kadar az ki ve azlık o kadar çok ki…

Bir dağın zirvesine çıkmak asla spor değildir. Ya da diğer deyişle bir dağın zirvesine çıkma çabasını spora indirgeyemeyiz. İndirgediğimiz anda tabiata “modern” bir bakış içine hapsolduğumuzu söyleyebiliriz. Bir dağın zirvesine çıkmak, insanin kendi içindeki yolculuğa benzer. Dağlar da insanın içindeki iniş çıkışlardan farklı değildir. Hatta insanın içindeki uçurum mu derindir yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı diye bir soru sorulduğunda, muhtemelen insanın içindeki uçurumlar daha derin ve büyük deriz. Çünkü insanın ne olduğunu bilmeyen, insanın içindeki dağı, gönül dağını fark edemeyen,herhangi bir dağa çıkmaz, çıkamaz. Zirvesinde oturduğunda bile o, dağın çukurunda sayılır. Dolayısıyla dağı tırmanmak, dağın zirvesine çıkmak; insanın bir iç yolculuğudur. Kendini anlamak için insan çıkar dağa. Kendini bilmek, kendini bulmak eşya ve hadiselerin hakikatini idrak etmek için çıkar. Dağ ile kendi arasındaki fitri yakınlığı anlamak için çıkar.
Bir dağdan diğer dağa &‘yürüyüş’ü ne güzel anlatmış &‘dağ adam’…
Her veda ve ayrılış yârin bir başka dağına göçüştür.
Sevgilinin bir başka uçurumundan atlayış,
bir başka yaylasında bekleyiştir.
/./
Sevgilinin bir hâlinden bir başka hâline gidiş…
Dağda olmak fıtrata dönmek demektir. Emanetin insandan önce dağda teklif edilmesinin anlamı da budur. Dağın bilinci ve iradesi vardır. İnsan dağa gittiğinde kendini daha insan, daha hür ve daha huzurlu hisseder.
“Dağ yükselmeyi, umman derinleşmeyi temsil eder.”
Dağ; sığınılan,konuşulan,sohbet edilen, varılan,erilen,gidilen,bilinen,sevilen bir yerdi.
Bir dağa bakmak için göz,görmek için gönül, anlamak için yürek gerek…
Gösterme arzusu görme arzusunun, görünme ve bilinme arzusu bilme arzusunun önüne geçtiğinde zaten insanlığın geldiği boyutla hesaplaşmalıdır insan.
Bir kültür,sırf zevk ve haz üzerine kuruluyorsa tabiat tahrip oluyor demektir.
Dağa giden insan Hakka" giden insandır.Kendini haklı gördüğü için,içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşmüş bir bakıma "hakka"sığınmıştır.
Dağlarda dağlanmadan insanın dağlaşamadığını dağ gibi insanlardan öğrendim…
İnsan gözlerinin gördüğünün ötesine aşamıyor. Gözlerinin gördüğünü hayat ve dünya zanneden bir insana, bırakın dağı ve yaylayı kendini bile anlatamazsınız. Gördüğüyle yetinen kendinin bile farkında değildir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir