Dido Sotiriyu kitaplarından Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitap alıntıları sizlerle…
Benden Selam Söyle Anadolu’ya Kitap Alıntıları
Güneşi gece yarısı aramaya kalkışmak boşunadır Manoli!
Sizin mitolojinizde bir Kirke vardır hani, dokunduğu insanları domuza çevirir. İşte o Kirke, harbin ta kendisi!
Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Tanrı bin belasını versin!
Bense böyle bir aptallığı neye yaptığımı hala bilemiyorum . Aramayagörsün insan; bir alay bahane buluyor! «İki beladan birini seçmek lazım işte, diyordum kendi kendime : Ya gizleneceksin ve bunun ne demek olduğunu gördün ya da Amele Taburu, yani bilmediğin bir şey. O, bundan da beter mi deniyor? Ama bir pislik, tadına bakmadan anlaşılmaz ki!
Hacistavri misali dolandırıcılıklara tenezzül etmeyecek kadar büyük tüccarlar tanıdım sonraları; ama onlar da, üzümün ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Çekmemişlerdi çilesini; asmaların daldırmasından, aşılamadan, budamadan, kükürtlemeden, filokseradan haberleri bile yoktu. Koruk suyu olgunlaşıncaya, bağbozumuyla birlikte salkımlar söğüt sepetlere konup, tahtalar üzerine serilerek kurutuluncaya kadar çekilen cefa! Küçücük bir bulut belirdiğinde yürekleri boğan yağmur korkusu!
Pek memnun görünüyordu hilesinden, bense neredeyse kusacaktım Farkına varmış olmalı ki, hemen kendini haklı çıkarmaya girişti :
– Ticaret yapan adamın kafası sağlam olmalı, kafan sağlam değil mi, halin dumandır! Bak, bizim köylülerimize nasıl açıkgözdürler Elindeyse bir Rum köylüsünü uyut bakayım! Kölelik insanı uyuşukluktan kurtarıp kurnaz hale getirir Türk Devletinin beni soyup soğana çevirmesi yanında, benim bu avanaklardan çaldığım birkaç okka nedir ki!
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Tanrı bin belasını versin!
Korkuyu atacaksın içinden; çünkü korku denen meret, asıl fekaletten daha önce gelip öldürür seni!
Anne! Anneciğim neredesin!
Buna benzer bir çığlığı işiten var mıydı, bu yeryüzünde?
Buna benzer bir çığlığı işiten var mıydı, bu yeryüzünde?
Ölümden korkmuyordum artık. Artık sadece yaşayanlardan korkuyordum,
-“Beni asıl ürküten, vatana ve halka zararı dokunacak bir hataya suç ortaklığı etmek!
+ Vatan sözü senin ağzına yakışmıyor, diye direttim.
– Yanılıyorsun Manoli, dedi. Ben de severim vatanımı. Yalnız onu, hükümet ve devletle karıştırmam.
+ Vatan sözü senin ağzına yakışmıyor, diye direttim.
– Yanılıyorsun Manoli, dedi. Ben de severim vatanımı. Yalnız onu, hükümet ve devletle karıştırmam.
Tam o sırada işte, doğru sözlü, tok sesli, korkusuz bir adam belirdi. Bütün suçları döktü ortaya. Türkiye’nin dirildiğini ilan ediyordu bu adam. İsmi Mustafa Kemal’di. Uzun zamandır Türk anası, böyle bir evlat getirmemişti dünyaya.
Ölüm Tanrı’nın emri.
Tanrı’nın emri olsaydı yalnız
Gelsin derdim ölüme.
Yeter ki insan insandan
Gene bir insan eliyle ayrılmasın!
Tanrı’nın emri olsaydı yalnız
Gelsin derdim ölüme.
Yeter ki insan insandan
Gene bir insan eliyle ayrılmasın!
Her zaman acelecidir sevinç; daha şöyle bir tutmanıza, doya doya sarılıp kucaklamanıza meydan kalmadan muzip bir afacan gibi kaybolur gider
Savaş şöyle bir dokunup geçmişti bize. Bir ufak tırmık yarasıydı bu henüz. Sırada hançer vardı Böyledir yüreği insanoğlunun: Küçücük felakette duracak gibi olur, ama sonuna kadar dayanır büyük felaketlere.
Bir can yoldaşına ihtiyacım vardı aslında, teselli edilmek istiyordum. Birisi konuşsun ve ben yanıt vereyim, böylece anlayayım aklımı kaybetmediğimi!
Benden selam söyle Anadolu’ya Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların, Tanrı bin belasını versin!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sadece soygunculuğu düşünür olmuştuk. Türk köylerini talan etmeye koyulmuştu askerler. Ve Kemal haklı olarak, Düşmanın yaptıklarından ben utanç duyuyorum tarzı demeç veriyordu.
Savaş sahiden de, insanlar ve milletler arasında uçurumlar açıyor.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İki halk, aynı toprak üzerinde bir arada doğup büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne onlar bizden nefret ediyordu, ne de biz onlardan
Bir halkın yanında kardeşçe yaşamış olan bir başka halkın değişebilmesi için, büyük bir kin birikimine ihtiyaç vardır. Nitekim, propagandanın zehrinden uzakta yaşayan Türkler, daha yıllar boyunca bizlere kardeş muamelesi yapmaya devam edeceklerdi
İzmir’e aşk ilan ettim: Canım İzmir! Nasıl da güzelsin bilsen, nasıl da güzelsin!
Savaşın getirdiği kinle vahşet, daha güçlü çıktı dostluk ve arkadaşlıktan
Temiz yürekler, düşman topraklarında unutulmuş bayraklar gibi kaldı.
Temiz yürekler, düşman topraklarında unutulmuş bayraklar gibi kaldı.
Bir halkın yanında kardeşçe yaşamış olan bir başka halkın değişebilmesi için büyük bir kin birikimine ihtiyaç vardır.
Ertesi sabah şafak sökerken koştum işe. Mihalaki Hacistavri, benden de erkenciydi. İşçilerinden önce gel miş, mağazayı açıyordu.
Uyuşuk bir çocuğa benzemezsin, dedi. Seni yanı ma, teraziye alacağım.
Daha geceden gelip mağazanın önünde konaklamış Türk köylüleri vardı. Uzun yolculuktan iyice sersemle miş, ürkek ürkek giriyorlardı içeri ve patron tarafından büyük dostluk gösterileriyle karşılanıyorlardı. Böyle günlerde özel bir kahveci kiralıyordu patron. Hoş geldin deyip, hal hatır sorduktan, kahve ikram ettikten sonra, çuvalları açıyor, üzümün kalitesini muayene ediyordu. Sonra da başlıyordu satışların kötülüğünden şikayet edip tüccarın omuzlarına çöken masrafın ağırlığından dem vurmaya:
”Ah, ah arkadaşlar! derdi hep.. . Sizi düşünmemiş
olsam, dükkanı çoktan kapatmam gerekirdi. Tek kuruş kazanamadığım bir yana, derdi yanıma kar kalıyor bu işin!
Ve zavallı köylüler de ah çekip şaşkınlık içinde dinlerlerdi: İşte o vakit pazarlığa girerdi patron. Değerin iyice altında bir fıyat verir, aldığı tepkiye göre de metelik metelik yükselmeye başlardı.
Kuzum Mihalaki Efendi, diye yalvarırdı köylüler Gel sen birkaç kuruş daha ilave et şuna Gündüz gece anamız gevriyor, bilmez değilsin. Allah senden razı gel sin, hadi!
Çok geçmeden, patronun imansızın biri olduğunu anlamış bulunuyordum. Tartıya çuvalı astığı vakit, gözletini köylünün gözlerinin içine dikip: Doksan beeeşşş! diye haykırıyordu. Oysa terazi, yüz onu göstermekteydi!
H erhalde yanlışlığa geldi, demiştim ilk defasında ve tam uyarmaya hazırlanıyordum ki, bakışı, beni tut tu Aynı şey ikinci köylüye de tekrarlanmıştı: El terazi de, gözler adamın yüzünde geziniyor ve okkaların sayısı azaldıkça azalıyordu Bir an geldi tutamadım kendimi; tartıda bir bozukluk olup olmadığını, niçin köylül erin gözünün içine baktıktan sonra yanlış bir rakam söyl edi ğini sordum
Farkına varıp varmadıklarını anlamak amacıyla ba kıyorum gözlerinin içine. .. Çoğu ayakta uyuyor, sıfır okka desem kabul edecek haldeler!
Pek memnun görünüyordu hilesinden, bense nere
deyse kusacaktım. Farkına varmış olmalı ki, hemen ken dini haklı çıkarmaya girişti:
Ticaret yapan adamın kafası sağlam olmalı, kafan
sağlam değil mi, halin dumandır! Bak, bizim köylüleri mize nasıl açıkgözdürler Elindeyse bir Rum köylüsünü uyut bakayım! Kölelik insanı uyuşukluktan kurtarıp kur naz hale getirir Osmanlı’nın beni soyup soğana çevir mesi yanında, benim bu avanaklardan çaldığım birkaç
okka nedir ki? Ortağım S elim Efendi’yi gördün mü hiç? Görmedin değil mi? Ömrün boyunca da göremezsin
herhalde. Ama aynı Selim Efendi her ay başında kazan cımın yarısını söküp alır elimden
Ne kendi kişiliği, ne de ticaretin aslı hakkındaki fik rimi değiştirebilirdi bu sözler: Köylünün nasıl çile çekti ğini biliyordum çünkü ve içim kan ağlıyordu bu duruma. Biçare bir Türk köylüsü çıkıp geldi mağazaya günün birinde, bütün çoluk çocuğu arkasındaydı. Urla’dan geli yordu, yırtık pırtık içindeydi, kundura yerine keçe sar mıştı ayaklarına, azizler gibi çöküktü yanakları, ağzında diş kalmamıştı. Yirmi çuval kum üzümü getirmiş, sabırla sırasının gelmesini beklemekteydi. Nice emek verip uğ runda çile çektiği bal rengi üzümünü okşuyordu durma dan nasırlı kuru elleriyle, Hey benim san kızım! diyor du türkü söyler gibi. Nazlım benim, kehribanm! Ciğe rimi söktün ama değdi doğrusu Önümüzdeki yıla da kısmet böyle olur inşallah!
Uyuşuk bir çocuğa benzemezsin, dedi. Seni yanı ma, teraziye alacağım.
Daha geceden gelip mağazanın önünde konaklamış Türk köylüleri vardı. Uzun yolculuktan iyice sersemle miş, ürkek ürkek giriyorlardı içeri ve patron tarafından büyük dostluk gösterileriyle karşılanıyorlardı. Böyle günlerde özel bir kahveci kiralıyordu patron. Hoş geldin deyip, hal hatır sorduktan, kahve ikram ettikten sonra, çuvalları açıyor, üzümün kalitesini muayene ediyordu. Sonra da başlıyordu satışların kötülüğünden şikayet edip tüccarın omuzlarına çöken masrafın ağırlığından dem vurmaya:
”Ah, ah arkadaşlar! derdi hep.. . Sizi düşünmemiş
olsam, dükkanı çoktan kapatmam gerekirdi. Tek kuruş kazanamadığım bir yana, derdi yanıma kar kalıyor bu işin!
Ve zavallı köylüler de ah çekip şaşkınlık içinde dinlerlerdi: İşte o vakit pazarlığa girerdi patron. Değerin iyice altında bir fıyat verir, aldığı tepkiye göre de metelik metelik yükselmeye başlardı.
Kuzum Mihalaki Efendi, diye yalvarırdı köylüler Gel sen birkaç kuruş daha ilave et şuna Gündüz gece anamız gevriyor, bilmez değilsin. Allah senden razı gel sin, hadi!
Çok geçmeden, patronun imansızın biri olduğunu anlamış bulunuyordum. Tartıya çuvalı astığı vakit, gözletini köylünün gözlerinin içine dikip: Doksan beeeşşş! diye haykırıyordu. Oysa terazi, yüz onu göstermekteydi!
H erhalde yanlışlığa geldi, demiştim ilk defasında ve tam uyarmaya hazırlanıyordum ki, bakışı, beni tut tu Aynı şey ikinci köylüye de tekrarlanmıştı: El terazi de, gözler adamın yüzünde geziniyor ve okkaların sayısı azaldıkça azalıyordu Bir an geldi tutamadım kendimi; tartıda bir bozukluk olup olmadığını, niçin köylül erin gözünün içine baktıktan sonra yanlış bir rakam söyl edi ğini sordum
Farkına varıp varmadıklarını anlamak amacıyla ba kıyorum gözlerinin içine. .. Çoğu ayakta uyuyor, sıfır okka desem kabul edecek haldeler!
Pek memnun görünüyordu hilesinden, bense nere
deyse kusacaktım. Farkına varmış olmalı ki, hemen ken dini haklı çıkarmaya girişti:
Ticaret yapan adamın kafası sağlam olmalı, kafan
sağlam değil mi, halin dumandır! Bak, bizim köylüleri mize nasıl açıkgözdürler Elindeyse bir Rum köylüsünü uyut bakayım! Kölelik insanı uyuşukluktan kurtarıp kur naz hale getirir Osmanlı’nın beni soyup soğana çevir mesi yanında, benim bu avanaklardan çaldığım birkaç
okka nedir ki? Ortağım S elim Efendi’yi gördün mü hiç? Görmedin değil mi? Ömrün boyunca da göremezsin
herhalde. Ama aynı Selim Efendi her ay başında kazan cımın yarısını söküp alır elimden
Ne kendi kişiliği, ne de ticaretin aslı hakkındaki fik rimi değiştirebilirdi bu sözler: Köylünün nasıl çile çekti ğini biliyordum çünkü ve içim kan ağlıyordu bu duruma. Biçare bir Türk köylüsü çıkıp geldi mağazaya günün birinde, bütün çoluk çocuğu arkasındaydı. Urla’dan geli yordu, yırtık pırtık içindeydi, kundura yerine keçe sar mıştı ayaklarına, azizler gibi çöküktü yanakları, ağzında diş kalmamıştı. Yirmi çuval kum üzümü getirmiş, sabırla sırasının gelmesini beklemekteydi. Nice emek verip uğ runda çile çektiği bal rengi üzümünü okşuyordu durma dan nasırlı kuru elleriyle, Hey benim san kızım! diyor du türkü söyler gibi. Nazlım benim, kehribanm! Ciğe rimi söktün ama değdi doğrusu Önümüzdeki yıla da kısmet böyle olur inşallah!
Tıpkı servet gibi, aşkı da uzun süre gizlemenin mümkünü yoktur.
Şevket’ in bana karşı beslediği güven, bir olaydan sonra daha da pekişerek arttı. Çoğu Türk köyleri gibi, onun köyü de alabildiğine geriydi; doktorun ve öğretme nin ne olduğunu bile bilmezdi zavallılar. Birisi hastalan dığı vakit, yakınlan civar kasabadaki şöhretli bir müezzi ne danışmak için üç saat yol tepmek zorundaydılar.
Nasıl düzelecek bizim bu hasta, Müezzin Efendi?
Ve Müezzin Efendi, Kuran’ın üzerine eğilir, derin de rin düşünmeye koyulurdu. Tarif edilen hastalık cinsine göre bir şeyler karalardı bir kağıt parçasına; parasını alır, kağıdı verirdi. Ve adamcağız, elinde beş altı kere katlan mış kağıt parçası, köyüne döner; hastasına bir güzel yut tururdu o kağıdı
Bir keresinde Şevket’in babası çok ağır hastalanmış, gelip kendisi söyledi bana:
Babam ölüp gidecek galiba Müezzinin kağıtları fayda vermiyor, günden güne eriyor adam.
Neden bizim köye getirmiyorsun babanı? Bizim orada çok iyi bir hekim var; müşterilerine kağıt yerine şu rup veriyor; hap veriyor, merhem veriyor. Bu verdiği şey leri de mektebinde okumuş bir eczacı hazırlıyor üstelik!
Önce şaşırdı Şevket, sonra inandı; inanır inanmaz da bir günah işlemekten korktu. Ama, gene de ertesi günü sabah erkenden getirdi babasını. Kendinde değildi adam, genişçe bir tahtanın üzerine uzatmışlardı. Bizimkiler ta rafından dostça karşılandılar. Hemen bir yatak hazırlandı evde, sonra doktor çağrıldı. Bakım ve ilaç sayesinde çok geçmeden kendine geldi hasta, gözlerini açtı. Sekiz gün sonra da tamamıyla düzelmiş, merkebine binip köyünün yolunu tutmuş bulunuyordu. Köylüler, öldü sandıkları adamın sapasağlam döndüğünü görünce, ağızlan bir karış açık sormuşlardı:
Hangi hamurdan yoğrulmuş bu Rumlar? Allahları hep böyle açıkgöz mü yaratır bunları?
Şevket birkaç gün sonra gene geldi Kırkıca’ya. Bize bal ve peynir getirmişti teşekkür makamında. Bir ara beni köşeye çekti; düğüm üzerine düğüm atılmış mendi linden belki bin kere katlanmış dört kuruşluk bir bank not çıkardı, ürkerek sıkıştırdı elime ve fısıldadı:
Bana bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar
Nasıl düzelecek bizim bu hasta, Müezzin Efendi?
Ve Müezzin Efendi, Kuran’ın üzerine eğilir, derin de rin düşünmeye koyulurdu. Tarif edilen hastalık cinsine göre bir şeyler karalardı bir kağıt parçasına; parasını alır, kağıdı verirdi. Ve adamcağız, elinde beş altı kere katlan mış kağıt parçası, köyüne döner; hastasına bir güzel yut tururdu o kağıdı
Bir keresinde Şevket’in babası çok ağır hastalanmış, gelip kendisi söyledi bana:
Babam ölüp gidecek galiba Müezzinin kağıtları fayda vermiyor, günden güne eriyor adam.
Neden bizim köye getirmiyorsun babanı? Bizim orada çok iyi bir hekim var; müşterilerine kağıt yerine şu rup veriyor; hap veriyor, merhem veriyor. Bu verdiği şey leri de mektebinde okumuş bir eczacı hazırlıyor üstelik!
Önce şaşırdı Şevket, sonra inandı; inanır inanmaz da bir günah işlemekten korktu. Ama, gene de ertesi günü sabah erkenden getirdi babasını. Kendinde değildi adam, genişçe bir tahtanın üzerine uzatmışlardı. Bizimkiler ta rafından dostça karşılandılar. Hemen bir yatak hazırlandı evde, sonra doktor çağrıldı. Bakım ve ilaç sayesinde çok geçmeden kendine geldi hasta, gözlerini açtı. Sekiz gün sonra da tamamıyla düzelmiş, merkebine binip köyünün yolunu tutmuş bulunuyordu. Köylüler, öldü sandıkları adamın sapasağlam döndüğünü görünce, ağızlan bir karış açık sormuşlardı:
Hangi hamurdan yoğrulmuş bu Rumlar? Allahları hep böyle açıkgöz mü yaratır bunları?
Şevket birkaç gün sonra gene geldi Kırkıca’ya. Bize bal ve peynir getirmişti teşekkür makamında. Bir ara beni köşeye çekti; düğüm üzerine düğüm atılmış mendi linden belki bin kere katlanmış dört kuruşluk bir bank not çıkardı, ürkerek sıkıştırdı elime ve fısıldadı:
Bana bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar
Kireçli, Havuzlu, Balacık gibi civar köylerde oturan Türklerden hep itibar görürdük; zeki ve çalışkandık onların gözünde. Bu fikirlerini değiştirmelerine de katiyen fırsat vermezdik, ne yalan söylemeli Tatlı dil, güler yüz, sırası gelince uygun bir “bahşiş”le çantada keklik haline getirirdik onları. Her gün, dağlardan akın akın Türk köylüleri inerdi pazarımıza. Odun, kömür, kümes hayvanı, kaymak, yumurta, peynir, sözün kısası, Anadolu’nun zenginliğini yapan ne varsa satar; ihtiyaçlarını bizim dükkânlardan alıp akşama dönerlerdi. Kimisi dostlarının evinde misafir kalırdı; bizimle birlikte yer, bizimle birlikte yatarlardı. Türk köylülerine kocabaş hayvan, at ya da süt almaya gittikleri zaman bizimkiler de oradaki dostlarının evinde ağırlanırdı. Ve, dağ yollarında karşılaştığımız vakit kocaman selamünaleykümler çekerdik karşılıklı, “Sabahlarınız hayırlı olsun!”derdik. Aya Dimitri Panayırı’nda köy çok uzaklardan gelen Türklerle, Kirlicelilerle dolup taşardı. İşten ve güneşten kavrulmuş, uzun boylu, iriyarı adamlardı bunlar; bir ka-rış toprağa hasret yarıcılardı. Büyük arazi sahibi beyler tarafından diri diri derileri yüzülür, adeta kanları emilirdi. Bütün yıl boyunca çektikleri açlıktan bir deri bir kemik kalmış sırtlarında, üst üste yüz kere yamanmış giysilerle gelip elden düşme eşyalar, giyilmekten rengi atmış gömlekler alırlardı.Hayatlarını boş yere heba ettiklerini anladıkları zaman kurtulmaya karar verdiler. Bilek kuvvetlerini kiraladılar köy köy dolaşıp. Her biri bu traktör kadar iş görüyordu, inanmazsınız: İki kazma bir tekmeyle dağ gibi meşeleri, servileri, çamları kökleyip devirirlerdi. Kayalık ve koruluklarla dolu otuz-kırk dönümlük arazi verirdiniz ellerine, size ekime hazır verimli bir tarla teslim ederlerdi. Rumlar bu tarlaları bir-iki yıl işledikten sonra, fazla zahmet çekmeden üstlerine tapulatırlardı.Benim babam, komşularının hasetten dönmüş göz-leri önünde, Kirliceliler sayesinde mülk sahibi olmuştu. Onlar tarla açadursun, kendisi tüfeğini sırtlayıp bıçakla-rını alır ve bir ay süresince avlanmaya giderdi. Vurduğu domuzları sata sata kesesini doldurur ve Türklerin gündeliğini ödemeye dönerdi.Bizim bayramlarımızla birlikte, Türklerin de keyfi yerine gelirdi. Onlar için tıka basa yemek fırsatıydı bu
Böyledir yüreği insanoğlunun: Küçücük bir felakette duracak gibi olur, ama sonuna kadar dayanır büyük felaketlere.*
Gülmek kurtarır bizi! Gülmek besler, gülmek kuvvetlendirir! Kızarmış kuzu, calkanmis yumurta, turfanda yemiş gibidir gülmek
Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmet’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!.
Korkuyu atacaksın içinden; çünkü korku denen meret, asıl felaketten daha önce gelip öldürür seni.
Güneş der ki yeryüzüne:
Uzayda dönüp duran sersem,
Hâlâ çocuk gibisin
Ateşle oynayan bir çocuk gibi…
Uzayda dönüp duran sersem,
Hâlâ çocuk gibisin
Ateşle oynayan bir çocuk gibi…
Zaman her şeyi yutup geçiyor..
Daima acelecidir sevinç, daha şöyle bir tutmanıza, doya doya sarılıp kucaklamanıza meydan kalmadan muzip bir afacan gibi kaybolup gider.
Böyledir yüreği insanoğlunun: Küçücük bir felakette duracak gibi olur, sonuna kadar dayanır bütün felaketlere.
Ölümden korkmuyordum artık.
Artık sadece yaşayanlardan korkuyordum
Artık sadece yaşayanlardan korkuyordum
Yabancı sermaye, kendi çıkarını hesaplar yalnız!
Merhamet ve adalet beklemeyeceksin ondan
Merhamet ve adalet beklemeyeceksin ondan
İnsan dediğin zayıf mahluk
toplum, aynı zaman da sana ve bana benzeyen insanlar çıkarmaya başladığı zaman, yaşamak çok keyifli bir şey olacak!
Hürriyet için savaşırken, aklın sesini dinlemeyeceksin.
Savaş, barbar silahlarını bizim ellerimize vermişti şimdi; kuvvet bizim tarafımızdaydı, efendi bizdik
Hayatı hüzne bulanmış kadınlar nasıl sevilmek isterse,
öyle sevmek isterim seni
öyle sevmek isterim seni
Bütün benliğimle savaştım.
Tesadüfe bırakmadım hiçbir şeyi.
Ve bir tek kere olsun ölmeyi düşünmedim.
Tesadüfe bırakmadım hiçbir şeyi.
Ve bir tek kere olsun ölmeyi düşünmedim.
Her halükarda, hayatta da gizli birer yolcuyuz
korkusuz bir adam belirdi. Bütün suçları döktü ortaya.
Türkiye’nin dirildiğini ilan ediyordu.
İsmi Mustafa Kemal’di.
Uzun zamandır Türk anası, böyle bir evlat getirmemişti dünyaya .
Türkiye’nin dirildiğini ilan ediyordu.
İsmi Mustafa Kemal’di.
Uzun zamandır Türk anası, böyle bir evlat getirmemişti dünyaya .
Hiçbir zaman yarı yoldan dönmeyeceksin; gerilemeyeceksin hiçbir zaman!
Hemcinsine saygı gösteren, kendine de saygılı demektir ..
Taş gibi katı yürekli yap kendini; biz öyle yaptık işte.
Çünkü yaşamak zorundayız çünkü yaşamak zorundasın kardeşim
Çünkü yaşamak zorundayız çünkü yaşamak zorundasın kardeşim
Keşke şu dünyaya hiç gelmeseydim,
Dünya tersine dönüyor, şimdi anladım artık.
Batmaya yakındır bu dünya, batmazsa şaşarım
Batmaya yakındır bu dünya, batmazsa şaşarım
Yarabbi ne oluyor bize böyle, diye mırıldandı sonunda. Nereye gidiyoruz biz? Yoksa insanlıktan çıkıp vahşi hayvan mı olduk!
Gülmek kurtarır bizi! Gülmek besler, gülmek kuvvetlendirir!
Her zaman acelecidir sevinç..
Üniforma ve savaş, bu cömert yürekten insanlık duygularını söküp atamamıştı. ..
Ah bir yaşayabilsem!
Ölüm saatlerinin yaklaştığını sezen bir fil sürüsü, önceden ölmüş yoldaşlarının
cesetleriyle dolu bir büyük çukura doğru yol alıyorlardı
cesetleriyle dolu bir büyük çukura doğru yol alıyorlardı
Barış içinde yaşamayı isteyen cömert yürekli insanlar tükenmemişti henüz.
Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır, amma yalan söz de kuzuyu kurda döndürür.
İnsan dediğin zayıf mahluk .
İnsan dediğin zayıf mahluk .
Böyledir yüreği insanoğlunun: Küçücük bir felakette duracak gibi olur, ama sonuna kadar dayanır büyük felaketlere.
Çocuklar,
ölmüşlerinin sadece iyi yanını hatırlar .
ölmüşlerinin sadece iyi yanını hatırlar .
Kölelik insanı uyuşukluktan kurtarıp
kurnaz hale getirir
kurnaz hale getirir
Biliyordum ki, hakarete uğrayıp dayak yemeden, canımın istediği kadar hayal kurabilirdim burada
Daha yeni tanıyordum İzmir’i ama, on altı yılımın on altısını da bu şehirde yaşamış gibiydim.
Deli gibi oradan oraya dönüp durdum Yatağımda, İzmir’ e aşk ilan ettim.
Deli gibi oradan oraya dönüp durdum Yatağımda, İzmir’ e aşk ilan ettim.
Aslında Türkler de bizim dostluğumuza muhtaçtı. İki halk, aynı toprak üzerinde bir arada doğmuş büyümüştük ve yüreğimize sorarsanız, ne onlar nefret ediyordu bizden, ne de biz onlardan nefret ediyorduk
-Ne emredersen onu yaparım baba. Yalnız bilmeni istiyorum ki, ben öğrenim görmek arzusundayım. Hani çok susadığın vakitler serin bir su içip de şöyle bir oh çekersin ya, her yeni öğrendiğim şeyde, işte ben de öyle bir oh çekiyorum.
“Yabancı sermaye, kendi çıkarını hesaplar yalnız! Merhamet ve adalet beklemeyeceksin ondan. Temsilcileri, Londra ve Paris’teki bürolarına kurulup haritayı yayarlar önlerine, şöyle bir göz atarlar ve eğer menfaatleri tehlikeye girmişse, kendi kaderlerini kendi tayin etme hakkını hatırlarlar halkların, hürriyet ve bağımsızlık aşığı kesilirler. Ama menfaatleri öyle gerektirdiği vakit de; kırmızı kalemi alıp yeni bir çizgi çekerler haritanın üzerine, güzelim memleketleri ve koskoca halkları siler geçerler.”
“Hayatımda ilk defa olarak karşı karşıya kalıyordum iktidarın o basiretsiz körlüğüyle; dehşete uğramıştım. O çağımda nerden bilebilirdim ki ben, bütün ömrüm boyunca, hep bu körlükle savaşacağım?”