İçeriğe geç

Ben ve Hayat ve Ölüm Kitap Alıntıları – Rasim Özdenören

Rasim Özdenören kitaplarından Ben ve Hayat ve Ölüm kitap alıntıları sizlerle…

Ben ve Hayat ve Ölüm Kitap Alıntıları

Susan kişinin hali konuşma diline nasıl tercüme edilebilecektir? O “susuyordu” demenin yetmediği ya da maksadını aşan veya maksadının berisinde kalan durumlar için elden gelen bir şey olabilir mi? Acaba susmak kayıtlara nasıl geçirilecektir? Hiç konuşmamış ve hep susmuş bir münzevinin, diyelim ki, altmış yıllık inziva hayatı: “O altmış yıl inzivada yaşadı ve hep sustu” cümlesiyle anlatılmış olsa, bu cümle, bütün bir hayat karşısında nasıl bir anlam yüklenmeye güç yetirebilir? Ve böyle bir cümle ne ifade etmiş olur? Bu kelimeler o münzevinin hayatı nezdinde zavallılaşmış olmaz mı?
Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı anı, terceme-i hal karışımı kitabı “ne çok acı var” cümlesiyle başlar. İşte yaşanan hayatın bir kesiti Daha doğrusu bu cümleyle tercüme edilmesi. Biz, bu ne çok acı var cümlesini hızla okuyup geçeriz. Bu cümle, bize, ancak, bizim acıdan çıkardığımız anlama göre bir anlam ifade eder. Acı üstünde daha önce düşünmüşsek ya da hayatımızda “acı adını verdiğimiz bir yaşantının deneyinden geçmişsek, bu cümlede ifade edilen acı bizi etkiler. Tecrübemizden geçen, hayatımıza yerleştirdiğimiz anlamı içinde o acı, kemiklerimize işler. Fakat eğer acıdan hiçbir şey anlamıyorsak, anlamamışsak, bu cümle artistik bir ifade olarak gözümüzün önünden akıp gider ve bizde hiçbir etki bırakmaz. Fakat buna rağmen, biz, bu ne çok acı var cümlesinin arkasında bütün bir hayat serüveninin konumlandığını biliriz.
Hayatın kendinde boşluk yoktur. Hayat çalışırken ve uyanıkken yaşandığı gibi, uykudayken de yaşanmaktadır. Beyhude diye telâkki edilen yaşam parçacıkları bile yaşanmaktadır: Hayatta boşluğa yer yoktur. Çünkü yaşanan her ân nefes alıp vermekle, bir şey yapmakla veya yapmayı ihmal etmekle, düşünmekle veya dalgınlıkla, uyanıklıkla veya gafletle doldurulmuş olarak geçmektedir.
Ben, nasıl oluyor da, insan, barış içinde yaşarken bile savaşma duygusundan kurtulamıyor, sorusunu öne çıkarmak istiyorum. İçinde, çeşit çeşit sevgiler yeşerten insan nasıl oluyor da, savaşabiliyor? Yoksa savaşın sebebi de sevgi midir? Yoksa savaşın sebebi herkesin kendi barışını kabul ettirmedeki ısrarı mıdır? Yoksa savaş insanın varlık yapısında, bütün bu sebeplerden bağımsız olarak mı vardır? Bence düşünmeye değer.
Kirlendiğini hisseden kimsenin yapacağı iş, arınmaya girişmektir. Arınmaya girişirken de, kirin niteliği göz önünde tutulur. O kiri arındırmaya yeterli olmayan yöntemlerde ısrar etmek boşuna vakit yitirmekten başka bir işe yaramaz. Lady Macbeth, cinayetlerinden arta kalan kanı elinden arındırmak için sık sık ellerini yıkar. Daha önce kocası Macbeth “bütün okyanuslardaki suların bile ellerini arıtmayacağını” söylediğinde onu azarlayan ve biraz su ile bu işin kolayca üstesinden gelinebileceğini söyleyen Lady, şimdi, kanla kirlenmiş ellerini durup durup yıkıyor ve fakat onları arındırabildiğine bir türlü kani olamıyor; yaşlı bir adamın (öldürdükleri yaşlı kralın) vücudunda bu kadar bol kan olabilmesi onu ürkütüyor, umarsızlığa sürüklüyor: “Çık elimden korkunç leke, çık diyorum sana! Bu bir.. bu iki.. tamam: haydi şimdi. Cehennem karanlıkmış. ( ) Kimin haddine bizden hesap sormak? Bu ihtiyardan bu kadar kan akacağı kimin aklına gelirdi? Ve devam ediyor, çünkü kanın kokusundan da bir türlü kurtulmayı başaramıyor: “Kan kokuyor hâlâ şurası: Arabistan’ın bütün kokuları temizleyemeyecek bu ufacık eli.” Ve zaman gelir ki, artık nerdeyse sayıklamaktadır: Hep kirli mi kalacak bu eller?
Güneşin her gün doğduğuna ve her gün battığına tanık olunmasında şaşacak ve bizi hüsrana uğratacak ne var? O, zaten öyledir. Bir şeyin zaten kendiyle özdeş olmasında, dikkatimizi çevirmeye değer hiç bir şey bulmak mümkün değildir. Ona dikkatimizi yöneltmek için onun gidişatında bir değişikliğin, bir aksamanın vuku bulmasına ihtiyaç hissederiz. Güneşin her gün, beklenen bir vakitte doğması ve beklenen bir vakitte batması, bizim beklentimize uygun düşmektedir. Bu uygun düşüş, bizim içimizdeki ahenkle de örtüşme halindedir. Dışımızdaki olayın ritmiyle, içimizin ritminin uyuşması bir ahenk hâsıl etmekte ve biz o ahengi -farkında olmaksızın yaşamakta ve ahengin sürüp gitmesinden hoşnut olduğumuz için, itminan içinde seyredip durmaktayızdır.
Böylece doğrulukla dürüstlüğün çeşitli düzlemlerde ve çeşitli düzeylerde çatışmasından hüsran doğacağını söyleyebiliriz. Olması gereken durum her ne kadar doğrulukla dürüstlüğün örtüşme halinde bulunması olsa da, bu mutlu buluşma her zaman ortaya çıkmıyor. Üstelik doğabilecek hüsranın nerelere uzanabileceğini önceden kestirmek de her zaman kolay ve mümkün olmuyor. Sadece doğruluğa veya sadece dürüstlüğe sahip çıkmak veya böyle bir almaşıkla karşılaşıldığında birinden birini seçmek yeterli olmuyor. Böyle bir seçme mecburiyetiyle karşılaşan insanın düşeceği hüsran yeise (mutlak umutsuzluk) bile dönüşebilir ve o anda insan sıfırı tüketebilir.
Ebu Cehil aslında dürüst bir insandı. Onun Hakk’a inanmayı reddedişi dürüstlüğüne halel getirmiyor. Nitekim Allahın Resulü (sav) hakkında ona büyücü, yalancı gibi yaftalar yakıştırılmasını reddediyor ve O’nun (sav) büyücü de, yalancı da olmadığını ilân ediyor. Ama mukaddes saydığı şeylerin birer taş parçası olduğunun ilânına da karşı koyuyor; çünkü kendi dürüstlüğü ile doğruluğun örtüşmediğini kabule yanaşması onu onmaz bir hüsrana sevk edecektir. Ebu Talib’in durumuysa daha da trajiktir. O, Resulullah’ın (sav) doğru söylediğini de kabul ediyor, hatta bunu ikrar etme dürüstlüğünü de gösteriyor. Fakat bu doğrunun itiraf edilmesiyle toplum nezdinde maruz kalacağı kınamayı göze alamıyor.
Kişinin, yaşayıp da kendi kendine bile dile getirmekte aciz düştüğü nice içyaşantılar mevcuttur.
Hayatta boşluğa yer yoktur. Çünkü yaşanan her an nefes alıp vermekle, bir şey yapmakla veya yapmayı ihmal etmekle, düşünmekle veya dalgınlıkla, uyanıklıkla veya gafletle… doldurulmuş olarak geçmektedir.
Duyabilsem, yıldızların sesini dinlemek isteyeceğim.
Yaşamayı sevmesini beceremeyen için ölüm de anlamını yitiriyor; ölümün anlamını yitirdiği yerde hayat da anlamını yitiriyor ve saçmaya dönüşüyor.
İnsanın uygarlığa kavuşmakla belki eskisinden daha iğrenç bir hal aldığı yüzde yüzdür. Eskiden hak uğruna kan dökülürdü, bunun İçin lüzum görülen kimseler rahatça temizlenirdi. Zamanımızda öldürmeyi suç saydığımız halde gene de kötülük yapmaktan kendimizi alamıyoruz. Hatta işi eskisinden de çok azıttık.
Çevrenize bakın bir kere: kan gövdeyi götürüyor; hem de keyifli keyifli, şampanya gibi akıyor.
İnsan madem uygarlaşmıştı, öyleyse onun savaşma duygusu da yatışmış olmalıydı.
Sevginin kurulmasında bir kişinin tek taraflı çabası yeterliyken, dostlukta bir kişinin çabası bir başına yeterli olmuyor. İnsan, bir kişiye, tek taraflı olarak sadakat duyguları besleyebilir, ama bu durum dostluk ilişkisinin kurulması için yeterli olmaz; dostluk ilişkisi birbirine dostluk duygusu besleyen iki kişinin varlığını zorunlu kılar.
Nihayet bir insan sesi:Çay mı istersiniz, kahve mi? İnsanın kendine hitap eden bir sese muhatap olmasının ne büyük bir nimet olduğunu o anda algılıyorum.
Bir insanın artık gideceği hiç bir yeri olmaması ne demektir, anlıyor musunuz? Hayır! Siz bunu henüz anlayamazsınız!
Her insanın, hiç olmazsa gidebileceği bir yeri olması lâzım, değil mi? Zira öyle zaman oluyor ki, mutlaka hiç değilse, bir yere gitmek gerekiyor..
Dost kendine yazıp da postalayamadığınız bir mektubunuzun bulunduğunu bilir ve sizin onu postalamanızı beklemeden kendine yazılmış olan o mektubu bizzat almak üzere bir sabah kapınızı çalabilir.
Dostluk, gelişigüzel bir arkadaşlık değil. Dostluk bir arkadaşla sık görüşmüş olmakla da oluşmuyor. İnsanın sabah akşam birlikte olduğu niceleri vardır ki, onlarla ilişkileri, bırakınız dostluğu, arkadaşlık düzeyine bile çıkmayabilir; sadece bir tanışıklık çerçevesinde kalabilir. Öte yandan dost insanlar, birbirleriyle akşam sabah birlikte olmasalar bile, insan, işte o kritik anda dostunu yanında görmek ister. Çünkü o şeyi yalnızca onunla paylaşabileceğini hisseder. Kimselere söyleyemediği o şeyi, bilir ki yalnızca ona söyleyebilecektir. Çünkü yalnızca o, kendisini anlayabilecektir. Öyle hissediyorum ki, insan yalnızca dost bildiği kimse tarafından yanlış anlaşılmayacağından emin olur. İnsanı, yalnızca dostu dosdoğru anlayabilir. Eğer birisi hakkında, acaba benim bu durumumu anlayabilir mi, diye aklımızdan geçiriyorsak, bu o kimsenin henüz bizim dostluk çerçevemizin içinde bir yeri olmadığına delalet etmelidir.
Hayata belki saygı duyduğumu söylemem daha doğru olurdu, ama ben yaşamayı sevdiğimi ilan etmek istiyordum.
Aslında sen varsan ben yokum, ben varsam sen yoksun.
İnsanı yalnızca dostu dosdoğru anlayabilir.
Hata yapmaktan korkuyorum, çünkü başkası var. Kibirleniyorum, çünkü başkası var. Tevazu gösteriyorum, çünkü başkası var. Başkası var olduğu İçin bütün bunlar anlam kazanıyor. Ben melek değilim. İNSANIM.
İnsan denilen yaratığın yüceliğini meydana getiren niteliğin, bizatihi onun zaaflarının içinde barındığına dair fikrimi söylemeliyim.
Hayattan ürken birisi, hayatın acemisidir.
Öyle bir gezelim ki, içimiz hayat dolsun
Aslında, bir bakıma, insanın hayatını anlamlı kılan belki de ayrıntı dediğimiz olgulardır. İnsan yaşadığını başka nasıl hissedebilirdi yoksa?
Sadece dış dünyaya ait gerçekler değil insanın hayali de kendine mahsus bir mantığın zorunluluğu içinde hareket edebiliyor: keyfiliğe boyun eğmiyor ve onu reddediyor!
aslında hayatta birçok şey, bu kadar basittir. Onu biz zorlaştırıyor ve dolaştırıyoruz. Kendiliğinde basit olan şeyleri, insanın entelektüel hevesi karmaşıklaştırıyor. Üstelik de hayatı kendine zehir ederek
Prens Mışkin’e sevgilisi, aşkı uğruna elini yanan bir mum üzerinde ne kadar süre tutabileceğini sorduğunda, o bunun mümkün olamayacağı cevabını verir. Sevgilisi(Aglaia), buna rağmen ısrar eder ve ondan mutlaka elimi şu kadar zaman yanan mumun üzerinde tutarım, cevabını almak ister. Mışkin ise böyle bir cevabı vermeyi reddeder ve her defasında, insanın elini yanan bir mumun üzerinde tutamayacağını söyler ve kendisine niçin böyle saçma bir soru sorduğunu merak eder. Aglaia, Mışkin’in cevabı karşısında sukutu hayale uğramış olarak, kendisi hakkında Mışkin’in rakibi olan Gavrila’yı hatırlatıp: Şimdi bu soruyu ona sorsaydım, bana, aşkı uğruna elini yanan bir mumun üzerinde ebediyen tutacağını söylerdi der. Mışkin itiraz eder : Ama bu doğru olmazdı: hiç kimse elini yanan bir mumun üzerinde bir saniyeden daha fazla tutamaz. Aglaia’nın da bu itiraza cevabı şudur: Bunu bende biliyorum, ama istiyorum ki, senin için elimi ölünceye kadar, ebediyete kadar yanan bir mumun üzerinde tutabilirim diyesin!
Ataç’ın harika bir tespiti vardır. Diyor ki: Çocukluğunu yaşamayan gençliğini yaşayamaz, gençliğini yaşamayan da ihtiyarlığını yaşayamaz.
Hayata belki saygı duyduğumu söylemem daha doğru olurdu, ama ben yaşamayı sevdiğimi ilan etmek istiyordum.
Ben, sıkış tıkış yerleri kendi yaradılışıma daha yakın buluyorum. Kalabalık caddeleri, sinema dağılmalarında caddeleri dolduran insanlar, o insanlar arasında kendini kaybetmiş olarak, kendi esrikliğime gömülmüş, kendimle bir başıma olmanın benim talep edebileceğim gezme’ye daha denk düştüğünü hissediyorum.
Üste para da verseler, ben, bir ay seyahatine çıkmayı reddederim.
Gerçek yalnızlıksa hem umutsuzdur hem de umarsız.
Delilik: kişinin başkasıyla ve gerçekle ilgisini tümüyle kopartarak kendi yalnızlığının içine düşmesi hali.
Delilik: kişinin başkasıyla ve gerçekle ilgisini tümüyle kopartarak kendi yalnızlığının içine düşmesi hali.
Dürüst insanın her halükarda dürüstlüğünü korumasına rağmen ona inanılmaması.. bu durumdan, ortaya trajik olan çıkıyor.
Ben, eriştiği her merhalede (veya menzilde) hasmını tanımakta zorlanmayacaktır: çünkü o, kendisidir.
Şeytan mı dünyanın içine sızmıştır; dünya mı şeytan suretine girmiştir, kestiremediğin anlar olur.
İnsanı yalnızca dostu dosdoğru anlayabilir. Eğer birisi hakkında, acaba benim bu durumumu anlayabilir mi, diye aklımızdan geçiriyorsak, bu o kimsenin henüz bizim dostluk çerçevemizin içinde bir yeri olmadığına delalet etmelidir.
Birbirleriyle akşam sabah birlikte olmasalar bile, insan, işte o kritik anda dostunu yanında görmek ister. Çünkü o şeyi yalnızca onunla paylaşabileceğini hisseder.
Tövbe eden kimse, kendi kendini affetmiş olmuyor. Bilakis tövbe eden kimse kendini affetmediği için tövbeye müracaat ediyor.
“iş işten geçince” o işi kendi haline
bırakabilmek öyle kolay bir iş değildir.
Ölümün, insanlara öğretebileceği daha neler var kim bilir!
Ölüm ihanet etmez. Bilakis o, hayatın sadık yoldaşıdır.
Herkes sıradandır. Kendi sıradanlığını
keşfedenler, sıradan olanların arasında bir ayrıcalık kazanır.
“Çalışıyorum. Çalışmaz olur muyum? Düşünüyorum.”
Asıl yalnızlık insanın kendinin bilip de, başkasının bilmediğini bildiği bir hal üzerinde bulunmasıdır.
Kibrini itiraf eden biri mi tevazu göstermektedir, yoksa mütevazi biri olduğunu söyleyen mi kibirlenmektedir?
Kibrini itiraf eden biri mi tevazu göstermektedir, yoksa mütevazi biri olduğunu söyleyen mi kibirlenmektedir?
Sen, kibirli olmadığını düşünerek övünebilirsin. Kibirli olmanın ne kadar kötü bir duygu olduğunu, bu hastalıklı duyguya Cenabı Allah’ın seni duçar etmediğini düşünerek şükredebilirsin? Senin değil de, benim kibirli olduğumu öğrenmek ne kadar sevindiricidir!
Başkasının varlığını hesaba katmadığını söylemek bile, başkasının varlığı hesaba katılarak söylenmiştir.
Ancak bir çocuğun saffeti içinde bazı gerçeklerin hakikatini tanıyabileceğimizi düşünüyorum. Yalın, duru, arı algılamanın, ancak çocuğun gözüyle yakalanabileceği kanaatindeyim.
Yaşamayı sevmesini beceremeyen için ölüm de anlamını yitiriyor
Kendiliğinden basit olan şeyleri, insanın
entelektüel hevesi karmaşıklaştırıyor. Üstelik de, hayatı kendine zehir ederek…
Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı anı, terceme-i hal karışımı kitabı ne çok acı var cümlesiyle başlar. İşte yaşanan hayatın bir kesiti..
Dostluk, gelişigüzel bir arkadaşlık değil. Dostluk bir arkadaşla sık görüşmüş olmakla da oluşmuyor. İnsanın sabah akşam birlikte olduğu niceleri vardır ki, onlarla ilişkileri, bırakınız dostluğu, arkadaşlık düzeyine bile çıkmayabilir; sadece bir tanışıklık çerçevesinde kalabilir. Öte yandan dost insanlar, birbirleriyle akşam sabah birlikte olmasalar bile, insan, işte o kritik anda dostunu yanında görmek ister. Çünkü o şeyi yalnızca onunla paylaşabileceğini hisseder. Kimselere söyleyemediği o şeyi, bilir ki yalnızca ona söyleyebilecektir. Çünkü yalnızca o, kendisini anlayabilecektir. Öyle hissediyorum ki, insan yalnızca dost bildiği kimse tarafından yanlış anlaşılmayacağından emin olur. İnsanı, yalnızca dostu dosdoğru anlayabilir. Eğer birisi hakkında, acaba benim bu durumumu anlayabilir mi, diye aklımızdan geçiriyorsak, bu o kimsenin henüz bizim dostluk çerçevemizin içinde bir yeri olmadığına delalet etmelidir.
Ben şayet bazı argümanlarla öte dünyanın var olduğuna önümde duran daktilonun var olduğunu gördüğüm gibi gördüğümden emin olabilseydim insanın sınanılabilir olmasının hikmetine yer bulamazdım.Çünkü burada sınanılabilirlik öte dünyanın gayb olmasıyla mümkün olmaktadır. Benim onun varlığından emin olmam, sözü edilen argümanlara dayanmıyor. Şayet bu tür argümanlarla onun var oluşu güvence altına alınabilseydi, onun varlığına inanmamızı öngören yükümlülük üzerimizden kalkmış olurdu. Çünkü nesnel olarak bilinmesi gereken bir şey herkes tarafından bilinmiş olurdu; buna rağmen bazıları onu inkâr etmekte (ve dolayısıyla bilmemekte) mazur sayılacak idiyse, onların da mazereti şayanı kabul telâkki edilirdi.
Hata yapmaktan korkuyorum, çünkü başkası var. Kibirleniyorum, çünkü başkası var. Tevazu gösteriyorum, çünkü başkası var. Başkası var olduğu için bütün bunlar anlam kazanıyor. Ben melek değilim. İnsanım.
Şair: Biz inkar eder, şah inkarları severiz * derken insanoğlunun bir niteliğini vurguluyordu. Oysa melek ve hayvan böyle bir imkanla, yani inkar edebilme imkanıyla donatılmış değildir. İnsanda, böyle bir imkan varken, yani inkar edebilecekken inkar etmeyip teslim olmasıdır onu yücelten.
Birileri, vaktiyle, benim ürkek biri olduğumu söylemişti. Doğrudur. Hayattan ürküyorum.
İnsan yalnız yaşamasa da, yalnız ölüyor.
Ben, Müslüman insanın, mutlak yalnızlık içine düşebileceğine ihtimal vermiyorum. Çünkü Müslüman kültürü Buna müsaade etmez.
Geçmişi olmayanın geleceği olmaz; bunu herkes biliyor. Fakat ben geçmişi olmayanın şimdisi de olmayacağını düşünüyorum.
İnsanın en köklü duygularından biridir korku.
Çünkü hakikati, bu yerin yüzünde bulmak marifettir; yerin altında o, istemesen de karşısında duracaktır.
Silah taşıyan mı korkaktır, taşımayan mı?
Ve ne kadar acizdim Yarabbim!
Durduk yerde başıma iş açıyorum. Kendi kendime mesele icat ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir