İçeriğe geç

Ben de Halimce Bedreddinem Kitap Alıntıları – Radi Fiş

Radi Fiş kitaplarından Ben de Halimce Bedreddinem kitap alıntıları sizlerle…

Ben de Halimce Bedreddinem Kitap Alıntıları

Su, mum, günlük, haç, yağ, tespih satıcıları, sattıkları mal ne kadar kıymetsiz bir şeyse, o kadar yükses sesle bağırıyorlardı
Bildiğim kadar, dedi, yakında pek çok köy aşar vermeyi reddedecek. Tabii, Osmanlının valisiyle adamlarını iyice kudurtacak bu
Taçlar, tahtlar hep ahmaklar üzerine kılıç zoruyla yükselir
Dediğine göre, Avancuk köyünde bir derviş ortaya çıkmış, saf köylülerin kafalarını karıştırmaya başlamış. Haşa, sultanlar ve beyler hiçbir iş yapmayan asalaklar ve dahi zorbalarmış ve de özgür Müslümanları boğaz tokluğuna çalışan kölelere dönüştürmek istiyorlarmış.
Halbuki, toprak, güya, onu işleyen kim ise, ona ait olmalıymış. Toprağın verdiği ürün ise, onu elde etmek için ter dökenin hakkıymış. Eğer beyler de bu üründen pay almak istiyorlarsa, köylülerle birlikte sabahtan akşama ter dökmeliymişler. Bu da yetmezmiş gibi, güya kendini Tanrı yoluna adamış bu kafir, bu herifi naşerif, aşardı, cizreydi diye gelecek olan devlet görevlilerine ve mültezimlere karşı, orakla, çekiçle, kazmayla, kürekle karşı koymaya çağırmış köylüleri.
Yığın yığın çürümüş cesetler, leş gibi kokan yakılmış, yıkılmış kentler, başlarına gelen inanılmaz felaketten, katlanılmaz acıdan çıldırmış insanlar
Timur’un Hindistan’dan getirdiği fillerin, Beyazıd’ın süvarilerini ezip geçmesi zor olmadı.
Bu arada, Altın Ordu’dan Yıldırım Beyazıd’a kaçan kimi Tatar önderleri, dil ve kültür olarak Timur ordusunu kendilerine daha yakın buldukları için onun saflarına geçtiler.
Şu anda ben bir yere gidemem, gidebileceğim hiçbir yol yok.
“kendi kendini tanımanın uçsuz bucaksız deryasına gömüldü.”
Bir zamanlar bir kitapta okumuştum. Bir münzevi söylemiş: “İnsanoğlu, kendi kalıbının içinde yaşam boyu yalnızlığa tutsak edilmiştir”
Mekke’ye hacca gidişi sayılmayacak olursa, Bedreddin tam on beş yıl hiç ayrılmadan Kahire’de yaşadı.
Bizi hayırla yadedenlere, “Şeyh Bedreddin geliyor!” deyin.
Hiçbir yerde yürünecek yol kalmadı, dedi.
Dağlarda haydutlar, kentlerde mollalarla kadılar
Bir türlü bağışlayamıyordu Bedreddin’i Mehmed Çelebi. Bağışlayamıyordu, çünkü taht için kapıştığı kardeşleri arasında en tehlikeli olanın, Musa’nın kadıaskeri olmayı kabul etmişti Bedreddin.
Her yan Timur ordularınca yakılıp yıkılmıştı. Yollar beller, ağlaya inleye göçeden, açlıktan sürünürcesine ilerleyen perişan insanlarla doluydu.
Yüzyıllardan beri dönüp durmakta olan zulüm tekerleğinin dönüşünün yavaşlatılması, baskının hafifletilmesi bir şeyi değiştirmezdi; baskı ve zulüm tümden yok edilmeliydi.
Bilirdi ki iktidar demek, yalan demekti, baskı demekti.
Mecnun heyecanla atıldı:
-Geç başımıza, mürşidimiz, sür götür bizi! Senin şanın bizim şanımız, senin yaşamın bizim yaşamımız! Hepimiz hakikat uğruna ölmeye hazırız!
– Sağ olasın, Mecnun, dedi Bedreddin. Ne var ki, bugüne dek nice bin insan ölmüş, ama ölümleriyle bir şeyleri değiştirememişlerdir. Hakikatın olanca canlılığıyla ortaya çıkabilmesi için ölmek değil, muzaffer olmak gerekir. Zafer içinse güç gereklidir.
Bizim varlığımızı dolduran, var oluşumuza anlam veren hakikat, Osmanlı sultanı olsun, Bizans imparatoru olsun; İslam beyleri olsun, Hristiyan prensleri olsun; ve ulema olsun, papazlar olsun; rahipler, hahamlar olsun, bunların hepsi için aynı ölçüde iğrençtir, ürkünçtür ve kabul edilemezdir. Çünkü hakikat, birliktedir; onlara güç veren, zenginlik veren iktidar ise, bölünmüşlüğün üzerinde yükselir
Egemenliğin gerçek nedeni, ülkenin ve halkın erincidir. Ama eğer hükümdar ülkeyi ve halkı düşüneceği yerde, ülkeler fetheden bir cengaver olmak ve ne pahasına olursa olsun egemenliğini sürdürmek hevesine düşerse, ardındaki arabada ne taşıdığının ayırdında olmadan, değnek korkusuyla koşup duran bir eşeğe benzer
Bir gün öğrencilerine şöyle demişti: Bilmenin sonu ikiyüzlülüktür.
Kavrayışları en güçlü diye bildiği, kendine en yakın yoldaşları bile şaşırmışlardı. Olacak şey miydi: Onlar bilmenin bereketine, iyiliğine ulaşmayı düşünürlerken, onca çileli bir yolun sonunda karşılarına yine şu nalet ikiyüzlülük mü çıkacaktı?
Açıklaması gerekmişti: Bilgili, bilinçli olan, görülmeyeni görür, duyulmayanı duyar, bir yüreğe sığmayacak şeylerden haberi olmakla kalmaz, haberdar olduğu şeylerden dinleyicilerine ancak onların anlayabilecekleri, kavrayabilecekleri kadarını açar, geri kalanı kendine saklar. Bildiği her şeyi insanlara açayım dese, hiç düşünmez öldürürler onu. Bu çelişki sizi şaşırtabilir, ancak şaşıracak bir şey yok bunda: Her şeyin bir yeri, bir zamanı vardır
Bedreddin için özgürlüğü oluşturan şey, varlığın ve ona uyumlu hayatın bilincinde olmaktı.
Felsefe, başkalarının felaketleri karşısında metin olmamızı sağlar.
Gerçek egemenlik, insanlar üzerinde kurulan değil, yürekler üzerinde kurulandır.
Senin ilacın sende. Ama sen bunu bilemezsin. Ve senin hastalığın da sende; ama sen bunu görmezsin. Sen, kendin, yüceler yücesi bir kitapsın; harfleri kapalı olanı açan bir kitap. Sana dışarıdan hiçbir şey gerek değil. Çünkü yüreğinde bütün bir evren var senin. Ama sen kendini minik bir kum taneciği gibi görürsün.
Duygularını paylaşan kimse bulunmadığında, insanın kendi haklılığına inanması da zor oluyor.
Bir buyruğun altındaki mühür kime ait olursa olsun, sen o buyruğun gereğini yerine getirmeden önce vicdanına danışacaksın!
Şair, yüreğini kafasında taşır, bize gerekense yürekteki akıldır.
İyi ama yasalar önünde eşit olma, gerçek yaşamda da eşit olma anlamına gelmez ki! Bir timara sahip olsa bile, sıradan biri, bir beylerbeyi eşit olabilir miydi? Bir timar sahibiyle aşarcı bir köylü yasa önünde bin kez eşit olsalar ne olacaktı?!
Şu adil hükümdar, biricik umuduydu. Umutsa, cellatların en sadık yardakçısıydı: Senin de duymak istediğin en gönül çelici sözleri fısıldar ve böylece seni cellat kütüğüne sürüklerdi. İşte Musa Çelebi de canından olmuş, tahta kardeş katili Mehmed Çelebi geçmişti. Kendisi de hükümdarlardan bütün ümidini kesmiş olarak, bir yılı aşkın bir süredir İznik’te sürgündeydi.
Fakih, yasaların sözüne değil, özüne eğilmeli, yöneticilerin etkisinde kalmamalı; yalnızca yasanın özüne ve vicdanının sesine kulak vermeliydi.
Sinekler için vızıltı neyse, egemenler için de demir şakırtısı o
Akıl, diyordu Mevlâna, zorunludur. Ama insanda aklın sınırlı olduğunu anlayacak kadar akıl bulunulmalıdır. Doğru, insan aklı sınırlıdır. Ama bu sınır nerede bitiyor? Hangi çizgide sonra genişlemeye başlayacak akıl?
Baskı iktidarı, iktidar zenginliği getiriyor, zenginlikse baskının daha da artmasına katkıda bulunuyordu. İşte seksen küsür yıl vardı ki müezzinler İznik minarelerinden günde beş halkı kurtuluşa çağırıyorlardı Tıpkı yüzyıllar önce çeşitli ibadethanelerin gonglarından, kiliselerin çanlarından aynı çağrının yapıldığı gibi Oysa baskı, soygun ve yağmanın tekerleğinin dönüşünde değişen bir şey yoktu.
Peki ne uğrunaydı bütün bu didişme, çatışma? Eski egemenin yerini alan yeni egemenin de, tıpkı eskisi gibi, toprağın ve suyun, bağların ve bahçelerin, otlakların ve yaylakların tek sahibi olması, tüccardan ve çömlekçiden, demirciden ve balıkçıdan, rençberden ve çobandan tıpkı eskisi gibi haraç alması için değil mi?
Mehmed Çelebi gibi yemininden dönenler ve kardeş katilleri içinse, iktidarı ele geçirdiklerinde, hiçbir şey bağışlayıcı, haksever, dindar görünmekten daha önemli değildir.
Sultan Mehmed Çelebi’nin de istediği tam da bu değil miydi: Tutsağından yükselebilecek inlemeleri kimseler duymamalıydı.
Bedrettin şöyle söylüyordu: Bilinçli kişi, kimsenin bilmediğini yapıp yürüten, kimsenin görmediğini görendir. Böyle bir insan bildiği her şeyi söyleyecek olursa, onu yaşatmazlar. Ve müridlerine şu öğüdü veriyordu: Karşınızdakilerin bilmedikleri şeyleri, onların bildikleri deyimlerle ve kavramlarla açıklayın.
Şeyh Bedrettin; çağının en önemli düşünürlerinden biri olarak, yeryüzünde eşitliğin sağlanmasının biricik yolunun toprağın ve tüm zenginliklerin ortaklaşa kullanılmasından geçtiğini görüyordu.
Şeyh Bedrettin; eşitliğin öbür dünyada değil bu dünyada, gökyüzünde değil yeryüzünde olduğunu göstermek için kendisine verilen mürşitlik, şeyhlik gibi bütün ünvanları reddetmişti.
Bilinçli kişi, kimsenin bilmediğini yapıp yürüten, kimsenin görmediğini görendir. Böyle bir insan bildiği her şeyi söyleyecek olursa, onu yaşatmazlar.
Bir savaşta çarpışarak ölmekle, elleri bağlı ölmek aynı şey değildir.
Ama insan bir sinek, bir böcek değildi. Bir başka yaşamı vardı onun: Ruh yaşamı. Ve bu yaşam, o insanın yapıp eyledikleri ne kadar yaşarsa, o kadar sürecek bir yaşamdı.
İnanç düzeyinde kutsal görülen her ideoloji kendisine tarihten bir kök bulduğu zaman daha kutsal bir alanda hareket alanı sağlamış olur. Hele ki Anadolu halkı gibi tarihe karşı muhafazakâr ve kutsayıcı bir yaklaşıma sahip bir millet için tarihi kökler daha büyük önem arz etmektedir. 
Küllerle örtülmüş bir köz, yüreğini yakan, bilincini ışıtan bir ateş tutuşturmuştu. Artık her şey açıktı. Anlıyordu : Vakit gelmişti.
En zorlu hapishane, insanın kendi kafasının içinde kendisinin kurduğu hapishanedir
Sinekler için vızıltı neyse, egemenler için de demir şakırtısı o Her zaman egemenliğin ayrılmaz bir parçası, onun simgesi olmuş demir şakırtısı.
Baskı iktidarı, iktidar zenginliği getiriyordu, zenginlikse baskının daha da artmasına katkıda bulunuyordu.
Yıkıyor ama yapmıyorlar..
Celaleddin Rumi’nin sorusu geldi aklına: Kadın nedir? Ve yanıtı: Dünyanın ta kendisidir!
Önyargı, yanılgının anasıdır.
Düşünebilmek, insanın öğrendiği son şeydir. Düşünme denen işini zorluğu, çetinliği de buradan gelir. Zorlu bir kol çalışmasından duyulan acılar, düşünme sırasında duyulan acıların yanında hiç kalır: Çünkü düşünme, insanda ne var ne yoksa hepsini soğurur, insanın tüm gücünü, tüm zamanını tüketir.
Boşuna dememişler, dünyanın penceresi kitapla kapatılır diye.
Çünkü gerçek egemenlik, insanlar üzerinde kurulan değil, yürekler üzerinde kurulandır.
İnsanlar bana yıldızlar sana
İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar. Dirlik düzenlik değil zorbalık var bu yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar dunya nimetlerinden en az pay alanlar değil tam tersine bütün zenginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey her şeylerini kaybetmis olanlar, silkin üzerinizdeki ölü toprağını ve ayağa kalkın!..
İnsanlar üzerinde egemenlik kurmak istiyorsan önce insan olduğunu unutman gerekir.
Kan vardır hamurunda iktidarın ve onu elinde tutmak isteyen, kan dökmeye hazır olmalıdır.
Türk topraklarında güvenli bir yer kaldı mı? Kaldıysa neresi olduğunu bende bilmek isterim.
Bütün insanlar birbirleriyle öz kardeştir. Aralarında ne efendi, ne de köle vardır!..
Uzun lafın kısası, topraklar beylerin elinden alınacak Ama kime verilecek?
– Hiç kimseye Amacımız bir zorbayi defedip yerine başka bir zorba getirmek degil. Zorbalığı ortadan kaldırmak
Bizim kanla işimiz yok Biz insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde egemenlik kuracağız Ve bu egemenliği kılıç değil, adalet ayakta tutacak!..
Unutma kardeş, en büyük düşman içimizdeki düşmandır. Çünkü görülmez ‘
“Ağır bir uykunun donakalmışlığından silkinip uyanırcasına İznik Kalesi üzerinde ağır ağır güneş doğuyor, Hicri takvimle 818 yılı Cemadi-el-âhir ayının, Milâdi takvimle 1415 yılı eylül ayının yirmi sekizinci günü başlıyordu.

Derken dört bir yanda minarelerden müezzinlerin sesleri yükseldi:

— Haydi namaza! Haydi kurtuluşa!

Kurtuluşa mı? Hangi kurtuluşa? Neden kurtuluşa? İki bin yıldır”

“burada duran şu kent Büyük İskender’in kahramanlıklarından Roma konsüllerinin lejyonlarına, Arap halifelerinin ordularından Bizanslıların açtıkları ve karadan gölün içlerine uzanan savaş galerilerine ve Haçlı ordularından Selçuklu süvarilerine, muzaffer Osmanlı sultanlarının cengaverliklerine kadar neler görmemişti. Bu arada adı da üç kez değişmişti: Antigoniya, Nikeya, İznik. Üç kez farklı devletlere başkentlik yapmıştı. Kenti ele geçiren her fatih, kimi Zeus, kimi İsa, kimi de Muhammed adına adalet ve kurtuluş vaat etmişti. Dünyanın dört bir yanından insanlar burada toplaşmışlar, Hıristiyan kilisesinin biri diğerinden daha bilge”“din adamları, kurtuluşa giden gerçek yolu sahtesinden ayırma tartışmalarında birbirlerinin sakallarını burada yolmuşlardı. Müslüman din adamları birbirlerinin ağzını burnunu yine burada dağıtmışlardı. Peki ne uğrunaydı bütün bu didişme, çatışma? Eski egemenin yerini alan yeni egemenin de, tıpkı eskisi gibi, toprağın ve suyun, bağların ve bahçelerin, otlakların ve yaylakların tek sahibi olması, tüccardan ve çömlekçiden, demirciden ve balıkçıdan, rençberden ve çobandan tıpkı eskisi gibi haraç alması için değil mi?”“Baskı iktidarı, iktidar zenginliği getiriyor, zenginlikse baskının daha da artmasına katkıda bulunuyordu.”
“İşte seksen küsur yıl vardı ki müezzinler İznik minarelerinden günde beş kez halkı kurtuluşa çağırıyorlardı Tıpkı yüzyıllar önce çeşitli ibadethanelerin gonglarından ve kiliselerin çanlarından aynı çağrının yapıldığı gibi Oysa baskı, soygun ve yağmanın tekerleğinin dönüşünde değişen bir şey yoktu.”

“ Kan vardır çünkü hamurunda iktidarın ve onu elinde tutmak isteyen , her an kan dökmeye hazır olmalıdır. “
Tahtta otururken Tanrı’yı aramak,çölde yitmiş deveyi sarayın çatısında aramaktan farksızdır

(şeyh ahlati)

“ Merhamet iyilikten farklı olarak çoğu kez gaddarlık olarak görülür.Ekleminden çıkmış bir kemiği düzelten hekimin yarattığına benzer bir sızı yaratır insanda merhamet. Bir aptal hatta suçlu kişi bile iyi olabilir. Ama cahil bir insan merhametli olamaz. İşin özünü anlamak gereklidir merhametli olabilmek için.”
“ İnsanda zeka sınırlıdır. Aptallığınsa sınırı yoktur.”
Hem, duygularımızı bastırmak, onlara yön vermekle harcayacağımız zamanı bilgimizi çoğaltmak için harcasak daha doğru olmaz mı?
Kadın nedir?
Dünyanın ta kendisidir!
+Her birimiz bir bütünün parçasıyız. Allah bütün insanları kendi suretinde ve tıpatıp kendine benzer yaratmıştır.
-Ama ben, kadınım
+N’olmuş kadınsan?
-Allah erkek değil mi?
+Allah cinslerin ötesindedir, Cazibe!..
Ruhu nicedir çok iyi eğitilmiş bir savaş atı gibiydi, nereye ne zaman atılacağını çok iyi bilen Atın böylesini mahmuzlamak, sıkıştırmak yarar değil zarar verirdi.
Hakikatin karşısında hepimiz eşitiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir