Yıldız Ecevit kitaplarından Ben Buradayım… kitap alıntıları sizlerle…
Ben Buradayım… Kitap Alıntıları
Pakize’nin, Atay’ın ölümünden sonra Ondan kalan her şeyi- buna bir miktar para da dahil- Atay’ın bir önceki evliliğinden olan kızına devretmiş olması nasıl yüce gönülü bir insan olduğunu gösteriyor.
Okur bir tüketici değil, bir üreticidir.
Aklına geleni yazmış bu romancı!
Onun aydınları, taşıdıkları maskelerden kurtulup kendileri olmaya çalışırlar; toplumun dayattığı kimlikleri reddederler.
Bizleri yazıyorum
Düşünce sürek avlarıyla susturulurken, her gün televizyon aracılığıyla dağıtılan pembe gözlüklerle kendilerine sunulan sanal bir dünyada yaşayan, ama bu dünyanın bir yerlerinden sızan endişenin/yalnızlığın/yabancılaşmanın etkisiyle kendi iç dünyasına dönen aydının, Atay’ı ve onun tutunamamak imgesini kendine yakın bulduğu söylenebilir.
Oğuz Atay’ın iç dünyasında olup bitenleri anlayabilmek, duygularını, düşüncelerini kavrayabilmek için, onun kurmaca adamları selimler – Turgutlar – Hikmetler Coşkunlar’ın ardına düşmek, onları metinlerin içindeki davranışlarını, sözlerini mercek altına almak gerekir: Atay’ın en güvenilir iç dünya tanıklarıdir onlar.
Hayatta İki şeyi çok sevdim:
Birincisi düşünmek ve yazmak, İkincisi ise zevkli bir yemek yemek;Birincisinde kafamdaki ur, ikincisinde de ilaçların neden olduğu ülser engel.
Uyum sağlayamadığı ortamdan yine kitapların soyut dünyasına sığınıyor, orada yaşayabileceği yeni bir boyut oluşturuyordur kendine.
Biz harp çocuğuyuz hiçbir şeyi atamayız kolayca, Ona da bir müşteri çıkar.
Tek başıma yarattığım cehennemden çıktım:
kalabalık bir cehennemin içine düştüm.
Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde:
Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin çalışkan bir öğrenci olduğum halde bu çocuk kitap yüzü açmıyor diye homurdanırdın; üstüme uyumayan kötü dikilmiş elbiseler giydirdin, istemediğim okullara gönderdin beni, sızlamalarımı daha hiç dinlemedin bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımından!
Oğuz Atay’ın, yaşamı süresince suskunlukla karşılanan yazarlık serüveni, kitapçı raflarında eskiyen kitaplarıyla ölümünden sonra da aynı biçimde sürüp gidiyor görünmektedir. Henüz sağken yaşarken unutulup gitmek, (G.262) diye tanımlıyordur kendisine büyük acı verdiği anlaşılan bu durumu. Belki de bazı şeylerin anlaşılmasını sağlamak için de sonunda ölmek gerekiyordur.
O gün saçını kestirdikten sonra Altay Gündüz’lerin Mecidiyeköy’deki evine gider. Pakize ile birlikte çok sık gidiyorlardır Özcan ve Altay Gündüz’ün evine. Hele son dönemde onlara güçlü omuz veren bu ailenin evi ikinci evleri olmuştur. Her zaman konuğu bol olan bir evdir burası. O gün akşamüstü saatlerinde Oğuz Atay geldiğinde çay içiliyordur. Bir süre yanlarında oturup sonra arka odaya giderek uzanmak gereği duyan Oğuz Atay’daki durumun olağandışılığını Pakize’den başka algılayan olmamıştır. Devinimleri yavaşlayan, sesi güçsüzleşen, tutması için kendisine sessizce elini uzatan Oğuz Atay’ın durumu, özellikle doktorların verdiği bir yıllık sürenin eriyip sona dayandığı o günlerde kaygı ve kuşkuyu dorukta yaşayan Pakize’nin aklını başından alır. Telefonla arayıp kendisine durumu anlattığı İstanbul’daki doktoru Ayhan Songar ise, bir şey olmaz, diyordur, yatıştırmayı amaçlayan soğukkanlı sesiyle. Daha sonra, ilaçlarımı alıp banyoya kapanıyorum; ( ) durumumu kimse görmesin diye kapıyı kilitliyorum, (T.568) diyen kurmaca ruh ikizi Selim Işık gibi o da banyoya girer ve -Pakize’nin kaygılı bakışları arasında- kapıyı kilitler. İçeride kalınan süre, dışarıdaki bekleyişin içerdiği kuşkuyu doğrular uzunluğa eriştiğinde, banyonun kilitli kapısı Altay Gündüz tarafından kırılır. Ölmüştür.
Soğuk bir günde ölürsem de kimse gelmeyecek. Bir kaç kişi bulunacak cenazede, (T.571) diyordur Selim Işık Tutunamayanlar da. Gerçekten, Selim lşık’ın yazarının cenazesi de çok soğuk bir günde kaldırılır. Ama Selim lşık’ın dediği gibi, birkaç kişinin olduğu bir cenaze töreni değildir bu. Sultan Ahmet Camii avlusu belki de en kalabalık günlerinden birini yaşadı. (. . .) Üniversiteden çok kalabalık gruplar geldi. Öğrencileri, arkadaşları. Onun hakkında tek satır yazmayan eleştirmenler, edebiyat çevreleri Orada, aslında ona çok değer verdiklerini anladım ama yaşarken neden o sanki bir yazar olarak hiç yokmuş gibi davrandılar, bunu anlayamadım, diye anlatır Barlas Özarıkça. Cenaze töreni çok soğuk bir gündeydi. Orada herkesi üzgün gördüm. Oğuz Atay’ın sahici dostları vardı besbelli. Çünkü yazarların, sanatçıların cenazeleri hemen her zaman kokteyl partisine dönüşür bizde. Ama Sultanahmet Camisi’ndeki insanların ağzını bıçak açmıyordu. Neyi yitirdiğimizin bilincindeydik, diyordur Selim İleri de.
Londra’dan dönüşünde, mutlu bir Avrupa gezisinden gelen biri gibi herkese ayrıntılı armağanlar getirmiştir. Özen Ünel’in, hastalık öncesi dönemde bir sohbet sırasında sözünü ettiği, Türkiye’de olmayan bir mobilya cilasını bile unutmamıştır. Arkadaşları onun ölüm karşısındaki ana tutumunu ‘dervişane’ diye adlandırıyorlardır. O dönemde yirmili yaşlarında olan Pakize Barışta ise, daha gerçekçi bir yaklaşımla, ‘üzgündü’ sadece, ama sakindi, demektedir. Kuşkusuz her ölüm yolculuğu gibi hüzün dolu, buruk bir dönemdir bu; ama bir o kadar da dingin, mütevekkil ve filozofçadır. Hayat oyunlarını gereğinden fazla ciddiye alan (OY. 104) oyun kişisi Coşkun Ermiş gibi o da ölümü de aynı ciddiyetle karşılıyordur (OY.104). Belki de Tutunamayanlar ın Turgut Özben’inin dediği gibi ölümü bilerek yaşamak (T.314) gerekiyordur: Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamı ( ) karanlıkta kalmamalıdır. (T.314) Ölmeden ölmek zormuş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil, (T.609) diyordur Tutunamayanlar ın Selim lşık’ı da. Belki de yalnızca ölümü beklemektir zor (T.609) olan.
Oğuz Atay 1976 yılı aralık ayının ikinci yarısında, daha sonra bir beyin ameliyatı geçireceği Londra’ya gider. Londra’ya giderken uçakta, ‘sonuç ne çıkarsa çıksın, bana doğruyu söyle,’ demişti, diye anlatıyordur Pakize Barışta: Ben de başka türlüsünü düşünemezdim zaten. Royal Marsden Hospital’de henüz tıbbi analizler yapılmadan önce gözünü muayene eden genç bir doktorun, durumun ciddi olduğunu, Christmas tatilinin bitmesi beklenmeden ameliyatın yapılması gerektiğini söylemesi üzerine, hemen 22 Aralık günü hastaneye yatar Atay. Ameliyat 24 Aralıkta Wimbledon’daki Atkinson Morley’s Hospital’de gerçekleşir. Beynin iki yanında oluşmuş olan tümörlerden yalnızca bir tanesini çıkarabilirler, diğerine ise dokunmaları mümkün olmaz. Daha sonra büyüyerek Atay’ın ölümüne neden olacak olan tümördür bu. Ameliyatı yapan Dr. Allen Richardson en fazla bir yıl ömrü olduğunu söyler Pakize’ye.
1976 yılı kasım ayı sonlarında grip olur, ateşi yükselir; antibiyotik kullanmasına karşın durumunda tam bir düzelme sağlanamaz; baş ağrısı geçmiyordur. Hassas bir bünyesi vardı; üşütür, nezle olur, hep bir sorunu olurdu. Hiçbir zaman yanağından kan damlayan, sağlıklı bir yapısı yoktu, diyordur, uzun yıllar birlikte olduğu arkadaşı Uğur Ünel. Ansiklopedide çalıştığı dönem yakın bir dostluk kurduğu Nezihe Araz da doğruluyordur bunu: Bazen başı ağrır, yüzü sararırdı. Hastalığı ortaya çıkmadan kısa bir süre önce bir toplantıda kendini iyi hissetmemiş. Sonra bir ölüm lafı başladı. Bir kitap yazıyordu. Şu kitabı bitirsem de sonra ölsem, deyip duruyordu. Bedenin verdiği sinyaller dozunu artırarak sürmektedir. Bir gece, çok sık görüştükleri Özcan ve Altay Gündüz’ün evinde ani bir rahatsızlık geçirir. Güçlü bir baş ağrısı ve alışılmadık türde bir bulantı kendisini de çevresini de endişelendirir. Bu olayı izleyen günlerde Atay, Hayat Hastanesi’ne yatarak iki üç gün süren bir çekaptan geçer. Sonuç sevindiricidir: ‘Fiziksel düzlemde hiçbir sorunu yoktur. Acaba son zamanlarda kendisini üzen bir olay mı yaşamıştır? Belki de beden,
yoğun yaşanmış bir stresi bu biçimde dışa vurmuştur. ‘ Evet, pek de yanlış değildir söylenilen. Son zamanlarda profesörlük başvurusu kapsamında yapmayı tasarladığı çalışma ile ilgili olarak bağlantı kurduğu İngiliz üniversitesinden beklenen yanıt bir türlü gelmiyor, çalışmalarını İngiltere’de tamamlama planları aksayacağa benziyordur. Belki de bu bekleyişin yol açtığı strestir tüm bunların nedeni.
Ancak, baş ağrısını gidermek için yapılan bir iki iğne işe yaramış görünmüyordur. Üstelik yürürken ayakta bir sekme de başlamıştır. Bir sabah çift görüyor olduğunu söylemesi, yaşanan olaylara eşlik eden ürkütücü kuşkuların doruğa tırmanmasına neden olur. Olayın kendisine iletildiği aile dostu Dr. Cezmi Kazancıgil için ise artık kuşkuya yer yoktur: ‘derhal İngiltereye gitmeleri gerekmektedir’. Her şey iki hafta içinde olup bitmiştir. ‘İngiltereye nasıl gidilecektir? Acaba Oğuz’la Uğur arabalarını satsalar, elde edecekleri para bu işi nereye kadar götürebilecektir?’ Nörolog Dr. Kemal Sungurbey’in, bundan sonraki ‘tetkikler ve tedavinin Türkiye’de yapılmasının mümkün olmadığını belirten raporu, olayın parasal yönüyle ilgili sorunu çözer: tedavi masraflarını devlet üstlenir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Atay’ın 1976 yılına ait günlük notları mutluluk pırıltıları içermekten çok uzaktır; yaşamdan bezmiş, kendine güvenini yitirmeye başlamış birinin elinden çıkmış izlenimi verir: Günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok v.s. Belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim, o kadar.
Atay’ın tüm metinlerinde yer alan yalnızlık yaşantısı, burada okurun ilgisizliği demektir, doğrudan ‘okunmamak’la özdeştir. Demiryolu hikayecileri , Oğuz Atay’ın okur düzleminden aldığı tepkinin -ya da tepkisizliğin- imge düzlemine taşınmış yansımalarıyla doludur. Yazdıklarımızın ( ) değeri bilinmiyordu, (KB.177) diyordur ‘hikaye satıcısı’; [u]zun hikayeleri ( ) [Belki de Atay’ın uzun romanları] hiç satmıyordu[r} (KB.181); gerçi hikayelerin de [Atay’ın metinleri gibi] açık ve seçik olduğu söylenemezdi (KB.181); oysa o pek alıcı bulmamakla birlikte, [giderek] daha iyi hikayeler yazdığı[n]ı sanıyordu[r] ( ) onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe daha büyük değer taşıdığını seziyordu[r} (KB. 181). Kimi kez kızıyordur kendisini anlamayan bu okurlara, onları anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir müşteri kalabalığı (KB. 1 79) olarak görüyordur. Artık trenin de geçmediği bu istasyonda öykülerini satacağı tek bir müşteri-okuru kalmamıştır. Öylesine yalnızdır ki, bildiği tek bir adres bile olsa, gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak (KB. 182) istiyordur ama öyle bir adres yoktur. Ölesiye yalnızdır, iletişim özlemi ise doruktadır ve kimse bu duygulan Atay’m ‘hikaye satıcısı’ kadar yalın ve içten anlatamazdır: Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba? (KB. 182)
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Atay’ın 1972 yılında Soyut dergisinde yayımlanan ikinci öyküsü Unutulan , yine onun ilk öykülerine egemen olan kafkaesk atmosferin içinde soluk alıyordur. Ama bu öykünün, Atay öyküleri içinde farklı bir konumu vardır: Unutulan , onun tüm yapıtları içinde, akıldışı ögeyi en uçta kullandığı metnidir.
Beyaz Mantolu Adam -öyküsünün yaşamdaki esin kaynağının, Çiçek Pasajı’nda kemer satan bir adam olduğunu söylüyordur yakın çevresi. Saçı sakalı birbirine karışmış yarı meczup garip bir adamdır bu. Çiçek Pasajı’na her gelişlerinde, meyhanelerin kalabalık/gürültülü dünyasının ortasında, koluna astığı kemerlerle hiçbir canlılık belirtisi göstermeksizin bir portmanto askılığı gibi orada öyle dikilip duran bu adam Atay’ın çok ilgisini çekiyordur. Beyaz Mantolu Adam öyküsünün ana kurgu planı olan: ‘arı kovanı gibi kaynayarak birlikte hareket eden bir dünya ve onun tümüyle dışındaki aykırı insan’ karşıtlığıyla oluşan imgenin yaşamdaki fotoğrafında, Çiçek Pasajı ve bu kemercinin yer alıyor olması büyük bir olasılıktır.
Atay’ın, zamansız sona eren yaşamı yüzünden gerçekleştiremediği projelerinin en kapsamlısı, gücünü kaybetmiş bu ‘soylu topluluğun’ kolektif bilinçaltı nı (G.240) ortaya çıkarmayı amaçladığı Türkiye’nin Ruhu başlıklı roman üçlemesidir. Beni ilgilendiren Türk insanının yabancı etkilerle en az bozulmuş birimlerini inceleyebilmek, (G.256) diyordur günlüğünde. [K]işilerin yok olmasıyla ya da toplulukların dağılmasıyla onların ruhu kaybolmaz, bir bayrak yarışı gibi düşünceler ve duyarlılıklar kuşaktan kuşağa geçirilir, (G.240) diye düşünmektedir. Amacı, tarihsel-sosyolojik verilerin ışığında bir dedektif’ (G.216) gibi iz sürerek, Türk insanının ruhunu oluşturduğunu düşündüğü, kolektif bilinçaltından kopup gelen ve bayrak yarışında elden ele aktarılan o en gizil birime inmek ve bu birimin çevresinde adım adım romanını dokumaktır. İlk kez 25.3.1974 tarihinde yeni roman dizisi diye günlüğünde söz ettiği ve üzerinde düşünmeye başladığı yeni kitap projesinin adını 15.8.1975 tarihli notunda koyar: Türkiye’nin Ruhu . Romanı bir üçleme olarak düşünmüştür, [ü}çlü bir roman olursa, insan-devlet-toplum temalarına göre ayarlabilir, (G.104) diyordur.
Oyunlarla Yaşayanlar ı kaleme aldığı günlerde günlüğü ne şöyle yazıyordur Atay: [H]alka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. (G. 142) Oyun metnin de de, halkına yabancılaşmış aydının kendisiyle hesaplaşmasını, yaptıklarından pişmanlık duyup ‘doğru yola girişini’ kurmaca düzleme taşır Atay: [M]illetime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. Yazmaya çalıştığım yarım yamalak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendimle, (OY. 5 1 ) diyordur Atay’ın oyun kişisi: Aşktan da üstün şeyler var artık benim için. Milletim için çalışacağım artık. ( ) Ona gerçek oyunlar yazacağım artık. (OY.70) [Eskiden] şu zavallı milletime yabancı gelen oyunlarla uğraşıyordum, (OY.55) demektedir; bundan böyle halka dönük, yerli oyunlarla uğraşacaktır. Atay’ın oyun kişisi, gençlik yıllarının toplumsal hizmet görevlisi Oğuz Atay’ım anımsatan bir dille konuşmaktadır. Yeşermekte olan bu yeni bilinci, yaşamındaki en büyük kazanım olarak gördüğünü söyletiyordur metninin ana kişisi Coşkun’a ölümünden önce: [B]azı şeylerin, mesela zavallı milletimin farkına varmaya başlıyordum.
(OY. 103)
Tutunamayanlar , Atay’ın ilk metni olması nedeniyle, onun tüm yapıtlarına yayılmış olan motiflerin tümünü aynı yoğunlukta içerir. Tehlikeli Oyunlar ın yazımı sırasında Sevin Seydi’den ayrılmış olan Atay, bu metninde roman kişisine karşı cinsle ilişkisini sorgulatır, onu yalnızlığın burgacında kendisiyle amansız bir hesaplaşmaya iter. Üçlemenin son ayağı olan Oyunlarla Yaşayanlar daki ana motiflerin belirlenmesinde ise, o sırada çok yakın bir ilişkiye girdiği Halit Refiğ’le birlikte oluşturdukları entelektüel gündem rol oynamıştır: Aydın-toplum ilişkisi ve Doğu-Batı sorunsalı. Üçlemenin bu son metninde, bireysel sorunsallar, daha güçlü toplumsal renklerle çevrelenmiş olarak verilir.
Mustafa İnan romanını bitirdiği günlerde, Oğuz Atay yeni bir kitap projesinin ortasında bulur kendini. Son beş yıl içinde art arda üç roman yazmış, birkaç öyküsü de edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır. O güne değin verdiği ürünlerin hepsi düzyazı-anlatı alanındadır, epik metinlerdir. 9.12.1974 tarihinde, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ndeki görevinin gereği olarak rotasyonla ders vermek üzere gittiği Konya’da şöyle yazıyordur günlüğüne: Biyografik romanı yeniden yazdım, kafamda duran üç hikayeyi bitirdim. Şimdi bir oyun yazmak durumundayım. (G.106) Günlüğünde sanki bir zorunluluktan söz eder gibi bir ifade kullanarak değindiği bu oyun, bir önceki romanı gibi sipariş bir metin değildir. Bir tiyatro oyuncusu arkadaşının, eğer bir oyun yazarsa seve seve oynayacağı yolunda kendisine verdiği sözden kaynaklanan güçlü motivasyon, Atay’ı bir oyun yazmaya yönlendirmiş; bu metin, yaşamının o dönemindeki ana amacı durumuna gelmiştir. O günlerde tiyatroda bir Türk yazannın oyununu izlemişti. Tiyatrodan çıktıktan sonra ‘bu oyun kötü bir oyun,’ demişti. Rahmetli Alpay İzer de vardı, birlikte içiyorduk. Ben de yaz daha iyisini, ben oynayacağım, sana söz veriyorum,’ demiştim, ” diye anlatıyordur Ali Poyrazoğlu.
Tehlikeli Oyunlar ın 15. bölümü En Büyük Hazinemiz Aklımızdır başlığını taşır. Büyük oyun -ya da yaşam oyunu- bizlere bugüne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın -daha doğrusu, akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin- zincirlerinden kurtu[lu]narak (TO.351) oynanacaktır. Kartezyen akıl kategorisi ya da matematiksel akıl, bu bölümde eski akıl (TO.417) olarak adlandırılır; kurtulunması gereken bir insan özelliğidir. Hikmet’in gerçekleştirmeye çalıştığı soyut içsel devrimin en değerli amaçlarından biridir bu. Eski aklı yıkıp yeni aklı egemen kılmak, Hikmet ve Albay’ın en önem verdikleri düşleridir (TO.416). Devrim sonunda kurulacak bu yeni Akıl Cumhuriyeti nin (T0.417) bir milli marşı bile vardır metinde: Kurtulduk, başka akıllar bize yük/Aklımızdır hazinemiz en büyük, (T0.417) diyordur marş. Egemen akıl kategorisini devirmek için Hikmet’e devrim yaptırmaya çalışan Atay, Ey ruh proletaryası (T0.352) diye başlayan devrim atmosferine uygun bir de konuşma ekler metnine: Bu uğurda gerekiyorsa bütün gerçekleri çiğneyiniz! Bir oyunda bile gerçekleri dile getirmek gerektiği yalanına inanmayınız. Sizleri uyarıyorum? Gerçekler sizden yana değildir! ( ) Onlarla, onların hükmünde olan akıl alanında boy ölçüşmeyiniz. Biraz da kendi sahanızda oynayın canım. Başka alan olmadığını söyleyenlere inanmayınız. Sizleri, sonunda aklınızı kaybetmek tehlikesiyle korkutanlara aldırmayınız. Geleceğin yaratıcısı bizleriz! (T0.352)
Tehlikeli Oyunlar romanı; ‘düşmek’ ve ‘düşünmek’ sözcükleriyle yapılmış bir sözcük oyunu çerçevesinde, yukarıdaki konu ile sıkı sıkıya bağlantılı çok sayıda yoruma açık bir sonla noktalanır. Düşüş, roman kişisi Hikmet’in -belirsiz- ölümünün anlatıldığı bölümün başlığıdır. Bu bölümde Hikmet’in – balkondan- düşmeden önce söylediği son söz düşünüyorum (T0.462), ölümcül bir olaya eşlik eden felaket haykırışı gibi yankılanır metinde. Salt akılcılığın edimi olan düşünmenin, hep uzak durmak istediği katıksız bilinçliliğin içine düşmek tedir roman kişisi belki de. Bir sanatçı için ise; sezgi boyutunun, duygusal aklın -EQ’nun-, giderek ilhamın dışında, yalnızca katıksız bilincin egemen olduğu bir boyutta varolmak olanaksızdır; ölmekle eşdeğerlidir. Bu aynı zamanda oyunların da sonu anlamına gelmektedir. Çünkü homo ludens yani oynayan insan, duygusal akılla davranan insandır. Oyunların sona ermesi ise, yalnızca Hikmet’in değil, adı Tehlikeli Oyunlar olan romanın da sonudur.
27 Nisan 1970’de, henüz Tutunamayanlar ın son düzeltileri ve yeniden daktilolanma işlemleri sürerken, günlüğüne bir sonraki romanıyla ilgili ilk düşünce tohumlarını ekmeye başlamıştır Atay: ikinci kitabımda, herkesin saldırdığı ve saldırmakta haklı olduğu bir adamla (. . .) herkesin hor gördüğü bir kadının macerasını yazacağım. (G. 10) Gerçi roman bu düşüncenin izlerini taşıyan bir bölüm içeriyordur ama daha sonra Tehlikeli Oyunlar adını alacak olan ikinci romanının ana motifi bu olmayacaktır. 1970 yılının nisan ve kasım ayları arasında tuttuğu günlük notlarında, romanının motif ve kurgu örgüsünü oluşturmaya çalışırken birkaç kez vurguladığı bir noktayı ise hiç bir zaman aklından çıkarmayacaktır Atay: Tutunamayanlar gibi sayfa bir diye başlamak olmaz.Çok dağılıyorum. (G.16) Bu sefer, formu daha esaslı düşünmeli ve yoğun, sıkışık bir şey olmalı bu hikaye. Çok uzun olmayabilir. Özellikle dağınık olmamalı. Onun için ne yapacağımı iyi bilmeliyim başından. (G.12) Günlüğüne bu satırları yazdığı sırada Tutunamayanlar da dizginsiz gelişerek kurgunun sarkmasına neden olan kimi bölümleri ayıklama uğraşı içinde bulunan Oğuz Atay, bir sonraki romanında aynı yanlışı yinelemek istemiyordur.
Yitirdiği en iyi dinleyicisi Sevin Seydi’nin ardından, ilk sayfaya yazdığı ‘ kimseye söylemeden, içimde kaldı, kayboldu’ dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun, sözleriyle tutmaya başladığı günlük sayfaları, daha üçüncü gününden, onun yeni romanının oluşum tutanağına dönüşmeye başlar. Gerçi Sevin Seydi’ye de toplumla, sistemle ve günlüğün ilk paragrafında ironik bir biçimde yöneldiği Canım insanlar la (G.6) ilgili, yakınmayla harmanlanmış düşüncelerini aktarıyordur ama onunla tartıştığı konuların başında yine de kurgu sorunları gelmektedir. Yeni romanla ilgili düşüncelerini ilk kez 27 Nisan l970’de günlüğüne yazmaya başlar.
Tutunamayanlar ın rötuş çalışmaları nedeniyle günlüğüne üç ay ara verdikten sonra kaleme aldığı ilk satırlar, onun bu süre içinde yeni romanı düşünmeyi hep sürdürdüğünü gösteriyor. Yapmak istediklerini daha ayrıntılı anlatıyordur artık. Adamın adı: Hikmet, kadının adı: Sevgi (sonradan değişebilir, şimdilik kolaylık sağlasın da.) Aynı günlük sayfasında, düşüncelerinin büyüsüne kapılıp romanın ilk satırlarını oracıkta kaleme almaya başladığını, birkaç sayfa yazdığını, sonra da endişeyle kalemi elinden bıraktığını görüyoruz: Bilmiyorum, gene bu şekilde mi yazmalıyım, yoksa bir ‘uzun plan’, senaryo mu yapmalıyım önce, (G.22) diye soruyordur kendine. Bu roman farklı olmalıdır.
Aynı yılın kasım ayının başında, Tutunamayanlar ile ilgili redaksiyon çalışmaları sona ermiştir: Eski kitap bitti ve yarışmaya gönderildi. ( ) Ben de belli belirsiz yeni kitabı düşünüyorum. (. . .) Biraz gerginim, pek iyi düşünemiyorum, düşünmeye çalışıyorum. ( ) Biraz okumalıyım gibi geliyor bana. (G.24) Tutunamayanlar ın yükü gerçi omuzlarından kalkmıştır ama şimdi de TRT yarışmasının sonucuna kilitlenmiştir tüm benliğiyle. Ayrıca, bu yeni romanın bir önceki roman gibi başını alıp gitmesini engellemek için yazım aşamalarını ön çalışmalarla disipline etme düşüncesi ve amaçladığı ön okumalar, romana başlamasını geciktirmektedir: Bu deftere her ‘Chapter’ için bir cümle veya bir iki cümle şeklinde bir synopsis yaza bilsem iyi olacak, (G.34) diyordur. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanına başlaması 1971 yılının ilk aylarını bulur. Bu arada Tutunamayanlar ın TRT ödülünü alan romanlar arasına girmiş olması, henüz çiçeği burnunda bir yazar olan Atay’a kuşkusuz moral ve güç verir. 16.3.1971 tarihinde kendisiyle yapılan söyleşide, yeni bir romana başladığını ve 30-40 sayfa kadar yazdığını söylüyordur: Sanıyorum bu romanın kahramanı da tutunamıyor. Bu konudaki yakınmalannı pek ciddiye almıyorum. Selim kadar haklı değil galiba. Hikmet de (yeni romanın kahramanı) bunun farkında olacak ki tatsız sıkıntılarını dindirmek için oyunlara başvuruyor. Kitabın adı ‘Tehlikeli Oyunlar’ olacak.
Oğuz Atay Tutunamayanlar ı 1970 yılı başında bitirir. Onun, kendisini tümüyle adadığı bu yazarlık serüveninden ailesinin de yakın çevresinin de haberi olmaz: büyük bir gizlilik içinde yazar romanını. Bir tek, Beyoğlu/Yeniçarşı Caddesi çevresini mekan tutmuş olan klanın sınırları içinde söz ediyordur yazma uğraşından. Oğuz Atay’ın, yazmakta olduğu romanın kurgusal çatısının adım adım oluşumunu ve motifsel düzlemde atılan her ilmeği, aynı evde birlikte yaşadığı Sevin Seydi ile anında paylaştığından, girdiği kurgu darboğazlarından onun moral desteği altında çıktığından hiç kuşku yoktur.
Romanı ilk olarak, Cevat Çapan ve Vüs’at Bener okur. Vüs’at Bener, onun roman yazdığından haberi olmamasına karşın hiç şaşırmadığını söyler: Onun zekasını biliyordum, içinde taşıdığı yaratıcı gücü seziyordum. Müteahhitlikle falan olacak iş değildi bu. Bir gün Kızılay’da, Kızılırmak Sokağı civanndaki evime, elinde metinle geldi. Benim ilk tepkim, ‘bu nasıl bir şey böyle,’ demek oldu. Metin çok kalındı çünkü. ‘Bir roman,’ dedi, bu kitaba ben bütün birikimimi koydum, bundan bir kelime bile çıkarmam. Böyle anlatır Vüs’at Bener, Oğuz Atay’ın 1970 yılında Tutunamayanlar ı kendisine getirişini.
Oğuz Atay’ın romanı bir kez elden geçirdiğini arkadaşı Uğur Ünel de doğrular: ‘Tutunamayanlar’ vahşi bir tarla gibiydi; elden geçirildi, ayıklandı, kısaltıldı. Romanı her okuyan, bu alışılmadık metin karşısında önce şaşkınlığa düşüyor, sonra da başını alıp gittiğini düşündüğü kimi bölümlerin dizginlenmesi yolunda çeşitli öneriler getiriyordur. Atay, yakın çevresinin önerilerini göz önüne alarak metni kısaltır, kimi yerleri yeni baştan yazar. 6.8.1970 tarihli günlük notunda, Bu arada kitabı bitirdim, yani üç yüz sayfa yazdım; onun telaşı vardı, (G. 14) diye sözünü eder bu çalışmasından.
Tutunamamak etik bir kategori değildir. Tutunamayan olmak iyi midir, kötü müdür diye bir soru sorulamaz. Çünkü tutunamayanlar başka türlü olamadıkları için öyle olmuşlardır. ( ) [B]ir tek bu açıdan birbirlerine benzerler.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar ın içinden, romanın hem güldürücü hem trajik özelliklerine, karşıt yapıda iki yazarın adını birlikte anarak göndermede bulunur: Dostoyevski ve Mark Twain oturuyorlar: hem acıklı hem gülünç bir roman yazıyorlar. ( ) Ender rastlanan bir edebiyat olayı. (T.358) Roman kişisi de kendi kişilik özelliğini, yazarının ve içinde yer aldığı metnin ana eğilimiyle koşutlamak istiyor gibidir: Ben en acıklı anda bile güldürücü sözler bulabilen bir insanım. (T.45)
Tutunamayanlar romanının bir başka önemli özelliği de onun anlatımındaki ana renklerden biri olan ironidir. Motifsel düzlemde içinde son derece ciddi bir varoluş sorunsalının yer almasına, konusal düzlemde ise bir intihar öyküsünün odakta olmasına karşın bu roman, ironinin ve gülmecenin, dokunun önemli bir parçası olduğu bir metindir. Edebiyat bilimci Gürsel Aytaç’a göre, romanın anlatım tutumu çoğunlukla eleştirici, hicivci ve alaycıdır .Romanda yer alan kültürel, tarihsel ya da otobiyografik kökenli tüm ögeler, yazarın kişilik yapısının da bir parçası olan ironinin merceğinden geçer, alayın prizmasında biçim değiştirir. Atay’ın ironisi, kimi yerde can acıtıcı dikenleri olsa da, kimi yerde groteskleşse de çoğunlukla yumuşak tonlar içeren bir ironidir. Oğuz Atay’ın alayı kızgınlık ya da öfkeden beslenmiş bir alay değil. Ondaki alay, nesnesinden bir türlü kopamayan, onun doğrudaki payını bir türlü unutamayan, haksızlığı ve aczi bir türlü kendi dışına atamayan, karşısındakini haksız kendini haklı göremeyen, çoğu kez onunla özdeşleşen, onu içselleştirmeye çalışan bir alay, diyordur eleştirmen Nurdan Gürbilek. Atay’ın hiçbir zaman yıkıcı/sar kastik özellikler taşımayan mizah tonu göz önüne alındığın da Gürbilek haklıdır. Ancak Oğuz Atay, ondaki mizah boyutunun -ki çoğu ironiyle bütünleşir- öfkeden beslendiği konusunda ısrarlıdır: Bence buradaki mizah, alışılmış bilinmiş mizah değil, roman kahramanlarının taşıdıklan öfkenin mizaha dönüşmüş şeklidir.
Tutunamayanlar romanını fazla ses çıkarmadan uzaktan izlemesinin ana nedenlerinden biri de kuşkusuz Atay’ın bu tabu tanımaz ironik anlatım tutumudur.
Metinlerarası düzlem Tutunamayanlar ın çok işlek, çok verimli bir katmanıdır, yazarının yaşamı boyunca metinlerin dünyasına yaptığı sayısız yolculuktan yoğun izler taşır; dört bir yana yayılmış yazar ve kitap isimleriyle romanın içinde kendi doğasını oluşturur. Dostoyevski’nin başı çektiği ve Gorki, Wilde, Kafka, Nietzsche, Spengler diye uzayıp giden bir liste dolusu yazar ismi metin dokusunun içinde dal budak sarar. İçin de insanların yaşayarak değil, okuyarak büyüdüğü bir romandır Tutunamayanlar .
Tutunamayanlar ın bu metinlerarası dünyasında, isimleri mitleşmiş üç roman kişisi renkli bir konuma sahiptir: Don Kişot, Hamlet ve Oblomov. Bu üç aydın arke tipini Atay, kurmaca kişilerinin kimi karakter özelliklerini vurgulamak amacıyla kullanır metninde. Hamlet, onun ikinci romanı ve tiyatro oyununda da yer alır. Shakespeare’in bu en ünlü kahramanı, okuyan, düşünen, içinde yaşadığı düzenle uyuşamayan biridir, modern edebiyatın ilk bilinçli aydını, ilk birey-insanıdır.
Ben herhalde Hamlet’e yakınım, (T.255) diyordur roman kişisi Turgut. Gerçekten de yer yer patetik kişiliği, düzendeki çarpık ilişkilere karşı -tıpkı onun gibi geç de olsa- tavır alışıyla Turgut’u Hamlet anıştırması içinde kurgulamıştır Atay: Romanın -Atay’ın kendi deyişiyle- Climax ı olan genelev sahnesinde Ben, Turgut Özben, Danimarka kralının oğlu, (T.236) diyordur roman kişisi.
Cervantes’in zararsız deli, toplum dışı pikarosu Don Kişot da çıkar gözetmez, dürüst ve yürekli kimliğiyle bir ‘tutunamayan’ aydın arketipidir; 16. yüzyılın, emperyalizme açılmaya başlayan ve hızlı bir toplumsal değişme süreci içine giren İspanya’sında öz değerlerini koruma savaşı veren, topluma yabancılaşmış birey-insandır Don Kişot. Atay, romanında Turgut’u da Selim’i de Don Kişot imgesiyle çevrelemekten hoşlanır. Don Kişot aynı zamanda Tutunamayanlar daki serüvenci ruhun da bir simgesidir. Düzeni terk edip iç dünya yolculuğuna çıkmakta olan Turgut, Don Kişot’u da almalıyız, çok iyi ni yetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric, (T.532) diyordur. Çıktığı iç dünya yolculuğunda -tıpkı o sırada Tutunamayanlar romanını yazmakta olan yazarı Oğuz Atay gibi- düzen değiştirip yazmaya başlamayı düşleyen Turgut’un, dünya edebiyatının bu ilk modem roman örneğini yanına alması simge sel bir anlam taşır.
Gonçarov’un Oblomov’u da Atay’ın, Selim’in çevresinde yaratmaya çalıştığı imge ağının metinlerarası düzlemde yer alan düğümlerinden biridir. Gonçarov’un, [y]üksek düşünce erin zevkine varmıştı; insanlığın dertlerine ortak olmuştu. Zaman zaman yüreği derinden derine sızlayarak insanlığın çektiklerini düşünür, üzülürdü. (. . .) Başka bir gün insanların ahlak sızlıklarına, sahteliklerine, iftiralarına, dünyayı saran kötülüğe karşı bir isyan duyar, insanlara çürük yanlarını göstermek dileğiyle yanardı, diye anlattığı Oblomov’un incelikli ruhundan birçok özelliğin, Selim’i oluştururken Atay’a ufuk açtığı su götürmez.
Tutunamayanlar nasıl yer yer Oğuz Atay Sevin Seydi aşkının ışıltılı yansımalarıyla doluysa, Tehlikeli Oyunlar a da ayrılıklarının hüznü sinmiştir: Bilge gitti albayım. Biliyorum, bir daha geri dönmez. Her şey benim yüzümden albayım. ( )
Oğuz Atay’ın -Bir Bilim Adamının Romanı dışında yer alan tüm metinleri, üzerindeki yoğun Dostoyevski etkisinden izler taşır. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısındaki edebiyatın odağına oturan varoluş sorunsalını, Dostoyevski motifleri ve kaynağını sinik bir mazoşizmden alan yine Dostoyevski türü bir coşku eşliğinde kurmaca düzleme taşır Atay. Türk edebiyatındaki en yoğun Dostoyevski etkisidir bu. Onun kurmaca kişilerinin neredeyse tümü, Mişkin’in içtenlikli/saf dürüstlüğünden, Raskolnikofun coşkulu başkaldırısından ve çıldırmak üzere olan yeraltı insanının kendisiyle hesaplaşmalarından esintiler taşır. En fazla otobiyografik özellikle donattığı roman kişisi Selim lşık’a, Dostoyevski’nin roman başlıklarından türettiği niteliklerle seslenir Atay; ona yeraltında yaşayanların ve ecinni tayfasının kaptanı sensin, (T.432) der.
Oğuz Atay’ın Dostoyevski ile olan yakınlığı, yıllar içinde, bir romancı ile okuru arasındaki ilişkinin sınırlarının ötesine taşar, gerçek anlamda bir ruh dostluğuna dönüşür. Dostoyevski ve onun iç dünyalarındaki çelişkiler ortamında diplerde bunalımlar yaşayan, kendilerini acımasızca sorgulayan kahramanları; genç Oğuz Atay’ın ruhsal çalkantıları, ergen Oğuz Atay’ın varoluşsal iç hesaplaşmaları ve yazar Oğuz Atay’ın kurmaca dünyadaki arayışları sırasında en güçlü tutamak olurlar.
Oğuz Atay’ın, kendisini bu Rus yazarına böylesine yakın hissetmesinin bir nedeni de, ikisinin yaşam yollarının ve kimi kişilik özelliklerinin benzer çizgiler ve renkler taşımasıdır. Her şeyden önce ikisi de, yaşamı salt sanatçı konumundan izleyerek ve dünyadaki duruşlarının doğal sonucu olarak yazar olmuş değillerdir; teknik dalda eğitilmişler, dünyayı matematik ve fizik bilimlerinin süzgecinden geçirerek farklı bir disiplinin verileriyle tanımayı öğrenmişler, yaşama mühendis olarak başlamışlardır. Bu durum, iki yazarda da varolan çelişkili/kutuplu/parçalı kişilik yapısının temel taşlarından birini oluşturur.
‘Yarım bırakılmışlık’ Atay’ın bu ikinci romanının en önemli motiflerinden birini oluşturur. Hikmet fakülteyi bitirmemiştir, üç dersten takıntılıdır; yazdığı oyunları da yarım bırakıyordur; ölümü bile yarım kalmıştır, ölüp ölmediği belli değildir; onun yaşamında rüyalar da yarım bırakılmışlıktan payını almaktadır: {b]elki de hiçbir şeyin sonuna katlanamadığım gibi bu rüyanın da sonuna katlanamadım ve seyretmedim sonunu, (T0.264) diyordur Hikmet. Yarım kalmışlık giderek, ‘yarım’ bir futbol karşılaşmasının betimlendiği bölüm de ete kemiğe bürünür; soyut kavram somut dünyada cisim kazanır: Yarım kalmış hayaller gibi, yarım kalmış insanlar, tekerlekli kutularının içinde sahaya çıkıyorlardı. Bellerinden aşağısı olmayan bu işkence insanları, tahta sandıklarının küçük demir tekerleklerini elleriyle çevirerek yeşil çimenlerin üstünde geziniyorlardı. (. . .) Tekerlekli iskemleler üstünde onlar gibi yarım idareciler, yardımcılar, gazeteciler ve fotoğrafçılar da sahayı doldurmuştu. Yarım futbolcular yarım kalelerin önünde çalışıyordu. ( ) Bir gol yarım gol sayılıyordu. Sonuçlar hep kesirli çıkıyordu. (T0.159)
Yarım kalmışlık Atay’ın tüm metinlerinin dokusuna sinmiştir. Jale Parla Tutunamayanlar kasten yarım bırakılmış bir metindir, dedikten sonra, romanın kendisinin içindeki eksik kalmış metinleri de satırlar boyunca art arda sıralar. Gerçekten de Tutunamayanlar yarım bırakılmış metinler cümbüşüdür. Turgut da içinde bulunduğu metnin genel eğiliminin bir parçasıdır. İç dünya yolculuğuna çıkmadan önce, {h]ayatımda ilk defa, bir işi sonuna kadar götürmeliyim, (T.523) diyordur, yaşamı boyunca her işi yarım bırakmıştır. Turgut’un yarım bıraktığı yaşantı çeşitleri yazarınınkilerle koşutluk içerir: Meyhane arkadaşlarını da meyhanelerde bıraktım, ülkü arkadaşlarını da ülküleriyle başbaşa. Bir yerde durmasını bilemedim. (T.611)
Atay’ın ruh dostu Dostoyevski’nin yeraltı adamı ise yarım kalmışlık olgusuna Schopenhauer tonlaması içeren bir açıklama getirir: Evet, insan ömrünü iki kere ikinin peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, yaşamını harcar, ama aradığını eline geçirmekten inanın ki korkar. Çünkü onu bulur bulmaz, artık arayacak başka bir şeyinin kalmayacağını bilir. Bu da ölüm benzeri bir sondur. Atay ise bir işi bitirmenin ölümle eş değerli olduğu düşüncesini Korkuyu Beklerken öyküsünün sayfalarında da sürdürüyordur: Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gidemiyordun. Böyle küçük çalışmalarının üst üste eklenmesiyle doluyordu zaman. (KB.59) Metinleri içinde ayrıksı bir konumu olan Bir Bilim Adamının Romanı nda, kişiliğinin yarım bırakma edimiyle pek bağdaşmadığını düşündüğümüz Prof. Mustafa İnan’ın makaleleştirilmemiş kimi notları için bile, yarım kalmışlığın güzelliğini taşıyor, (BR. 162) demekten hoşlanır Atay.
Yarım bırakmak, varoluşsal bir içeriğe de sahiptir. Heiddegger’in varoluş felsefesinde insanın varoluşu, kişinin yaşamındaki olasılıkların gerçekleşmesiyle oluşur. Olasılıkların bitmesi ise ölüm demektir. İnsan, içerdiği olasılıklardan yalnızca birinin yaşama geçirilmesiyle kimliğine kavuşmaz. Varoluş, kişinin bünyesinde gizli durumda barınan olasılıklar çoğulluğunun yaşama dönüşmesiyle pekişir. Bu açıdan ele alındığında; kimlik parçacıklarıyla oyunlar kurgulayan Hikmet, her şeyi yarım bırakıp içindeki bir olasılıktan diğerine atlayan Tutunamayanlar ın roman kişileri bir yandan ölümden kaçarak yaşama tutunmaya çalışırlarken, öte yandan içlerindeki çoğul çelişkiler dünyasıyla yüzleşip kendilerini tanıma yoluna girerler.
“Oğuz Atay hiçbir zaman Oblomov türü bir tutunamamayı savunmadı, diyordur Barlas Özarıkça; yeteri çabayı göstermedikleri için kaybeden insanların değil, kazanmayı hak ettikleri halde çarpık düzenin kurbanı olmuş insanların tutunamamasıydı onun anlatmak istediği .
Atay’ın, soyut dünyanın insanı olan, maddeye/yaşama yabancı kurmaca kişileri her şeyi beyinlerinde yaşarlar. Bir öykü kişisi, bir ağacı, kuşu filan seyrederken değil, düşünürken sevmiştim, (KB.62) diyordur. Hikmet, anlamdan da arınmış salt bir soyutlaşma içindedir: Yalnız sesleri dinliyorum, anlamlarla ilgili değilim. (T0.387) Somut acıları da beyninin içinde yaşamaktadır, düşüncelerimin acısına bazen ( ) dayanamıyorum, (T0.340) diyordur. Dış dünyanın/doğanın betimlenmediği, ağaçların/kuşların/sokakların/koşuşan çocukların olmadığı soyut bir coğrafyada tüm yaşam beyinde/düşüncede yaşanmaktadır: Ne acıklı bir maceraydı bu. Belki de değildi; belki de, bunun acıklı bir macera olduğunu da bir yerden öğrenmiştim, bir yerde okumuştum. (KB.58)
Ölümünden iki ay on gün önce günlüğüne yazdığı şu not, onun ölüm karşısında bile yaşama tutunmaya çalıştığının, en büyük tutamağı olan yazma edimine sarıldığını anlatıyor: Geleceğini kaybetmek, yaşanan zamanı da boşlaştırıyor. Ne yapalım, henüz biraz daha ayakta duracak gücüm var; deneyelim, sonuç almaya çalışalım. (G.280)
Oğuz Atay’ın gerçek yaşamında olduğu gibi, kahramanının yaşamını evrelere ayıran basamaklı bir şema kullanır.
Karşıt yaşam evreleri arasında ise dorukta bunalımlar yaşar Oğuz Atay. Ancak ikinci evre diye adlandırdığımız evlilik döneminin sonuna doğru yaşadığı bunalım, en yüksek dozda olanıdır. Yakın çevresi evliliğinin son yıllarında onda bir kişilik değişimi olduğundan söz eder. Genellikle suskundur. Yalnızca belirli insanlarla konuşuyor ve yaşamının daha önce ki yıllarında, iç dünyasının yalıtılmış uzanımda kimseye duyurmadığı yakınmalarının dizginlerini artık boşaltıyor ve onları dış dünyaya akıtıyordur. 1967 sonrasının Oğuz Atay’ı, ne yaşamının ilk evresinde olduğu gibi ülkücü coşkularla doludur ne de evlilik dönemindeki gibi büyük ve uzun bir suskunluğun içine gömülmüştür. Yeni Oğuz Atay, yaşama karamsar yaklaşan ve içinde bulunduğu koşullardan sürekli yakınan biridir artık.
Yaşamının yazma edimiyle bütünleşen üçüncü ve son evresi, kendini yoğun bir karamsarlık olarak dışa vuran bir bunalım yaşantısının burgacında geçer. [B]in dokuz yüz altmış beşten sonra kafamın düzgün gitmediğini, bin dokuz yüz • altmış sekizden sonra da iyice çileden çıktığımı, on yedi ocakta karımdan ayrılarak sayın hastanenize düştüğümü belirterek, benden korkmanızı yazdım, (T0.344-345) diye anlatıyordur Oğuz Atay’ın romanında çoğullaştırdığı Hikmetler’den çıldırmış olanı.
Çetin geçen bir iş görüşmesinden sonra roman kişisi Selim Işık’a şöyle dedirtir Oğuz Atay: Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? insanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım? (T.557) Tutunamayanlar sonrası yakın çevresinden Barlas Özarıkça, Oğuz Atay için şöyle diyordur: Yaşama acemisiydi o. Böyle bir insanın bu iklimde yaşaması zor: Yalan söyleyemez, yırtık değil, yağ çekemez Selim Işık ise kurmaca düzlemden açıklık getiriyordur konuya: Her zaman olduğu gibi dışında kalıyorum düzenin. Bu benim kaderim. (T.615) Sonra, yine başka bir sayfada yakınmasını sürdürüyordur Selim Işık: Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkansız bu. (T.334) Oğuz Atay yaşamının bundan sonraki on yılında, somut yaşam cangılının kanlı canlı dünyasının daha yan bölgelerinde barınmaya çalışacak, öğretim üyesi olarak hayatını kazanacak, çoğunlukla da yazının evreninde kendisine soluklanabileceği bir dünya oluşturacaktır.
Tehlikeli Oyunlar ın hoşgörülü bir disiplin içinde roman kişisi Hikmet’e güven veren albayı Hüsamettin Tambay’ın kurmaca aurasında da, kaynağını Vüs’at Bener’den aldığını düşündüğümüz olumlu bir elektrik dolaşır. Hüsamettin Tambay’ın da Vüs’at Bener gibi asker kökenli olması, Tambay soyadının taşıdığı ‘gerçek kişi/gerçek insan’ içerikli çağrışım yükü ve içinde bulundukları kesintisiz edebiyat tartışması ortamı, bu koşutluğu destekleyen özellikler arasındadır.
Dostoyevski, kendisiyle ilk tanıştığı lise yıllarından başlamak üzere, yaşamının her döneminde Oğuz Atay’ın en sadık kaldığı yazardır. O günlerde edebiyat çevrelerinde, ‘Dostoyevski mi yoksa Tolstoy mu daha güçlü yazar?’ tartışması gündemdedir. Yaşar Kemal Tolstoy’u, Kemal Tahir ise Dostoyevski’yi savunmaktadır. Arkadaşı Cevat Çapan Oğuz Atay’ın bu tartışmalarda ateşli bir Dostoyevski savunucusu olduğunu anımsıyordur.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanında Selim’in soluk soluğa içini döktüğü, noktalama imi kullanılmadan kaleme alınmış 76 sayfalık metin kesitinin bir bölümünde, oğul Oğuz ve baba Cemil Bey ilişkisini olanca çıplaklığıyla sergiler: kornolar birinci temayı verirken viyolonsellerde babasının karakterine uygun bas sesler duyulur ince bir flüt kahramanımızın şikayetlerini fagotlar refaketinde gittikçe hızlanan bir tempo içinde duyurur (. . .) baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllardır ruhumuzu öldürdün bu evde hayatında bir roman okumadın bir sinemaya gidip heyecanlanmadın beni ve annemi bu çirkin eş yanın içine hapsettin yemekten ve uyumaktan başka bir şey düşünmedin bende bütün duygular senin bu inatçı duygusuzluğuna karşı gelişti kuru mantığınla içimizi kuruttun sana benzeyen taraflarımdan ellerimden ayaklarımdan utanıyorum ihtiyarlayınca sana benzemekten korkuyorum kötülük edemeyecek kadar kısır kafanda yalnız bizim için yaptıklannın defterini tuttun bana aldığın ilk elbiseden verdiğin son harçlığa kadar hastalığımda uykusuz kaldığın gecelerin hesabına kadar kaydettin bu ağır havalı evin içini güzel bir müzik sesiyle bir kitapla süslememe izin vermedin ( ) yaptığım resimler için ağzından çaktığın çivilere dikkat et duvarları berbat ediyorsun sözünden başka bir söz çıktı mı (.. .) radyoyu kapatın başım ağrıyor roman okuyup gözleri nizi yormayın boşuna elektrik yanıyor okuduklarınızın hepsi yalan. (T.457-458)
Şiir sevmeyen, roman okumayı zaman kaybı olarak gören, müzik başını ağrıtan, resmi yok sayan bir baba imgesi çizer Oğuz Atay Tutunamayanlar ve Babama Mektup ta. Oysa edebiyat da müzik de resim de genç Oğuz’un gelişme süreci içinde tinsel dünyasının ana belirleyicileri olurlar her zaman. Baba figürü, Oğuz Atay’ın kişiliğinin oluşmasında çok önemli bir rol oynar. Yaşamı boyunca babasının değer ölçütlerine karşı dış ya da iç dünyasında savaşını verir. Gelişme çağında ki Oğuz’un kimi özellikleri, babanın yarattığı aykırı evrenle girişilen çatışma içinde ortaya çıkar: Birlikte yaşadığımız günler de, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. (KB . 1 64) Olgunluk çağının ürünü olan Babama Mektup ta, görünürdeki tüm aykırılıklara karşın, özde yatan değerlerde yine de onunla özdeş olduğunu kavrar Atay.
20.1.1974 tarihli günlük notu, Babama mektup için diye başlar. Daha sonra, Babama Mektup başlığıyla Korkuyu Beklerken adlı öykü kitabının içinde yayımlanan bu metin, onun, babası Cemil Atay’la hesaplaşmasını içerir. Franz Kafka’nın 1918 yılın da babasına yazdığı mektupla hem biçim hem de içerik düzleminde koşutluk gösteren bu metnin, öykü kitabının için de yayımlanmış olmasına karşılık, kurmacadan çok otobiyografik yönü ağır basar. Son derece içtenlikli bir tonda önce babasıyla sonra da kendisiyle hesaplaşır Oğuz Atay Babama Mektup ta. Kafka’nın, tümüyle babasına yönelik suçlamalardan oluşan metnine karşılık; Atay’ın kırk yaşındayken yazdığı bu metninde, gençlik döneminin coşkulu yakınmaları ile olgunluk döneminin, babayı kimi yerde haklı çıkaran, onun değerinin ayırdına varmış bilinci birlikte yer alır. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde, ‘Bu çocuk kitap yüzü açmıyor,’ diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin ( ) bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan. (KB.167)
Üniversite yılları baba-oğul çatışmasının dorukta yaşandığı bir dönemdir. Tutunamayanlar da bana hep isyan ettin, küçümsedin beni, (T.130) diye tepinen Selim’in babası, büyük bir olasılıkla Cemil Bey örneğinden yola çıkılarak kurgu düzlemine taşınmıştır. Yine aynı romanda Turgut akşam eve dönünce babasıyla çatışıyor ve yemek yemeden sokağa fırlıyordu[r] (T.362). Aynı sahne Babama Mektup ta da yinelenir: Biliyorsun seninle de çok çatışırdım, kapıları filan vurup giderdim, (KB.167) der metnin anlatıcısı babasına. Cemil Bey’le genç Oğuz Atay arasındaki kuşak çatışmasının yan bölgelerinde ise kişilik savaşımı yapılmaktadır.
Oğuz Atay’ın Ankara yılları, 1940 ile 1951 arasında, onun ilk, orta ve lise öğrenimini yaptığı ilk gençlik dönemini kapsamına alır. Büyük bir olasılıkla, baskıcı okul yıllarıyla özdeşleşen Ankara, onun yaşamında özlemle anılan bir mekan olmamıştır.
Resim öğretmeni Eşref Üren’in de yüreklendirmesiyle gelecekte yapacağı işi bulduğunu düşünmektedir lise öğrencisi Oğuz: ressam olacaktır. Bir gün Eşref Üren, ailene söyle, çok yeteneklisin, seni Güzel Sanatlar Akademisi’ne göndersinler, dediğinde, coşkuyla eve gider, en yetkili ağızdan kanıtlanan yeteneğinin doğrultusunda eğitim görmek istediğini söyler anne ve babasına. Babasının yanıtı kararlıdır: Güzel Sanatlar’ı bitirenler aç kalmaktadır. Onun için düş dünyasını bir yana bırakıp gerçekleri görmelidir Oğuz, kendisine para kazanabileceği bir meslek seçmelidir: doktorluk, mühendislik gibi. Eşref Üren bunu duyduğunda şöyle der: Babana söyle, sana köşe başında, işlek bir yerde bir bakkal dükkanı açsın o zaman. lyi para kazanırsın.
…
Ressam olmaz; yaşamdaki duruşunu sağlamlaştıracağı düşünülen, para kazanmaya yönelik bir meslek seçer. Yıllar sonra Tutunamayanlar ın Selim’ine şöyle dedirtecektir Oğuz Atay: Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi. (T.326)
Tehlikeli Oyunlar romanı üzerine çalıştığı dönemde günlüğüne şöyle not alır Oğuz Atay: Bir kadın daha olmalı kitapta: Asuman. Hikmet’in gelişiminde payı var bir bakıma (.. .) Hikmet’e kitaplar veriyor ( ) Bu kitapta aile içi ilişkilere çok yer vermeli. (G.36) Gerçi Asuman romanda, başlangıçta planlanmış olduğu gibi önemli bir yere sahip olmaz ama Oğuz Atay’ın, Asuman’ı, Furuzan ismiyle olan ses uyumu da dikkate alındığında, yaşamının sonuna kadar dostluk ilişkisini sürdürmüş olduğu söz konusu kuzeninden esinlenerek oluşturmak istediğini düşünebiliriz.
Oğuz Atay’ın çocukluk dönemini anımsayan aile üyeleri, onun okumayı öğrendikten sonra sürekli odasına kapanıp çocuk kitapları, çocuk dergileri ve gazete okuduğunu, hoşuna giden bölümleri ezberlediğini; bu durumun ondaki zeka potansiyelinin gücüyle ilgili olarak çevrede yorumlara yol açtığını; onun -olumlu bir anlam taşıyor olsa da- normal dışı bir çocukluk geçirdiği yolunda konuşmalara neden olduğunu anımsıyorlardır. Normal, anormal. Bu kelimeleri çocukluğumdan beri sevmem. Daha o zamanlar, bazı akrabalarım bana anormal derlerdi. Bu sözler insanın yüzüne söylenmez. Gene de duyar insan. Anormal. Bu çocuk anormal. Bu çocuk normal değil. Onlara göre, durmadan kitap okuduğum ( ) ve misafirlerin yanına çıkmadığım ( ) ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için ( ) anormaldim. (T.560)
Diğer çocuklar gibi davranmayan küçük Oğuz’un, aile içinde bir tür harika çocuk olarak görülmesinin ve parlak bir geleceğinin olduğunun düşünülmesinin, Tutunamayanlar daki kimi metin kesitleri göz önüne alındığında, onu huzursuz etmiş, manevi baskı altına almış olduğu düşünülebilir: Genellikle, bu çocuk büyük adam olacak gibi sözler dolaşıyordu ortada. Ne olacağını kimse söylemiyordu; fakat büyük olacağı hususunda herkes birleşiyordu. (T.648) Bu büyük adam olma meselesi ve bunu başaramama korkusu, Tutunamayanlar romanının birçok yerinde çelişkili duygu ve düşünce çemberleri içinde kendini gösterir: Selim büyük adam olamayacağını hissediyordu. Belki Türkiye savaşa girerse, Selim’in büyük adam olma meselesi unutulur ve Selim de bu kadar insana karşı mahcup olmazdı. (T.649) Bir başka yerde ise Selim’in endişesinin iyice arttığı görülür: Bütün mahalle dedikodusunu yapıyorlardı. Selim’in bu korkaklıkla hayatta başarıya ulaşmasının zor olacağını söylüyorlardı. (T.647) Ama yine de çevrenin beklentisini doyurmak zorunda olduğunu düşünmektedir Selim: Onu harika çocuk bulmalarından şikayetçiydi: ‘Şımarıyorum, sonra öyle aptalca bir söz ediyorum ki hepimiz pişman oluyoruz. Oysa ben hiç yanlışlık yapmak istemiyorum. Yüzdeyüz saf bir harika çocuk olmak istiyorum. (T.325)
Oğuz Atay’ın ilk romanı Tutunamayanlar ın, kimi yerde yazarın yaşamıyla neredeyse bire-bir ölçüde çakışan otobiyografik ögelerin kullanımıyla oluşturulmuş olduğunu biliyoruz. Bu romanda özellikle Selim’in çocukluk ve gençlik dönemlerinin anlatıldığı metin kesitleri, yazarın yaşamıyla en çok örtüşen kurmaca bölümler arasındadır: Selim’in çocukluğunda yaşadığı bu korunmalı dönemi, [b]ünyesinin zayıf olduğu ileri sürülerek,ortaokulu bitirinceye kadar annesi tarafından yün fanila giydirildi ve muska takıldı, (T.645) diye anlatır Atay. Sağlığına böylesine titizleniliyor olunmasının nedeni zatürre hastalığından ise Tutunamayanlar ın Selim’i de zor kurtulmuştur: Zatürre. Geceyi atlatırsa ümit var./Kışın olsa giderdi. (T.98) Metnin kimi yerinde zatürre Selim’in iki yaşında geçirdiği sıtma ya (T.645) dönüşür.
Tutunamayanlar da kendi sini öldürmüş olan arkadaşı Selim’i böyle bir eyleme yönlendi ren içsel nedenleri bulup çıkarmaya çalışan roman kişisi Tur gut gibi soruyordum ben de kendime: Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim? (T. 72) Selim’in çevresiyle konuşmalar yapmak ta olan Turgut gibi yakınıyordum: Seni nereye kadar tanıdıkla nnı bilmiyorum. Belki de seni olduğundan çok başka türlü tanıtı yorlar bana. (. . .) Bu insanlan ne kadar sevmiş olduğunu bile bil miyorum. Hepsi de (. . .) belirli bir yönüyle tanıyorlar seni. Birçok Selim [birçok Oğuz Atay] var ortada. Bunları nasıl birleştirsem? (T.342)
İnsanın somut yaşamı: biyografisi, onun içinde banndırdı ğı çok sayıdaki olasılıktan, yaşama dönüşmüş olan yalnızca bir tanesiydi. lç dünyanın dehlizlerinde, çok sayıda farklı yaşamı oluşturmaya yetecek ölçüde bastırılmış gizil yetenek, uç ver memiş duyarlık, kavuşulmamış özlem, bir o kadar da bunlarda ki soluksuz bırakılmışlığın neden olduğu, acı ile kotanlmış bir ruhsal karmaşa bannıyordu. Yaşam bunlann tümüydü. Bu gizil güçlerin iç dünyadaki devinimlerini hesaba katmadan, insanın salt dış dünyada bıraktığı ‘biyografik’ ayak izlerinin kalıbını çı kartarak bir yaşam anlatılabilir miydi?
Belleğin güvenilir bir yapısı olmadığını, aramakta olduğum ‘geçmişteki gerçek’in ise bu güvenilmez kaynağın koridorların dan bize biçim değiştirerek ulaştığını kendi deneyimlerimden de biliyordum. Üstelik ruhbilim de, son yıllarda büyük aşama yapmış olan beyin araştırmacılığı da belleğin güvenilmez bir yapısı olduğu gerçeğini doğruluyordu. Insanların yaşadıkları olayları, birçok ayrıntıya dikkat etmeksizin, kendi ilgi alanla rının süzgecinden geçirerek belleklerine kaydettikleri; zaman la ise bu kayıtların, insanın kendi içinde geçirdiği dönüşüme uygun olarak yeniden biçimlendiği, başka belleklerin aktardığı öznel ek bilgilerle sürekli renk değiştirdiği doğruydu. Anıları mızın: ‘gerçeğimiz’ olduğunu düşündüğümüz bu bellek kayıtla rının büyük bir bölümü kurmacaydı.
Demokrasi geleneğinin hiç bir zaman tümüyle yerleşmediği bu toplumdaki belge eksikli ğinin en önemli nedenlerinden birinin, -Oğuz Atay’m deyişiyle- ‘kapalı sistem yaratıklan’nın ardında iz bırakma korkusu ol duğunu söyleyebiliriz. Kendisi de biyografik bir kitap yazmış olan Atay, Bir Bi lim Adamının Romanı nda şöyle diyordur: Biz biyografik bir iş yapmaya çalışıyoruz kendi özel durumumuzda; ama çok bel ge yok elimizde. Daha insanlanmız arkalanndan belge bırakma ya alışmamışlar. (. .. ) Kalıcı bir şey bırakmaya korkar gibi bir ha limiz var. (BR.259) Kendisiyle yapılan bir söyleşide de insanla rın, yakınlan ile ilgili olarak, ‘ çok iyi ve üstün bir insandı, herkes onu çok severdi’nin ötesinde fazla düşünmediği için ‘ (Yeni Ortam, 31.10.1975) yaptığı araştırmada çok zorlandığını söylüyordur.
Bir yaşam öyküsü yazmak isteyen biri, her şeyden önce kendi ne şunu sormak zorundadır: Yaşam nedir?
Oğuz Atay’ın yaşamına giren bütün kadınlarda, alıştığı bu anne sıcaklığını aradığı ve ilk evlilik birlikteliğini kurarken de çevresinin karşı çıkışlarını dikkate almaksızın kendisinden daha büyük, mazbut görünümlü bir kadını bu nedenle kendisine eş olarak seçtiği düşünülebilir. ( ) zorlu yaşam yürüyüşünde kendisine destek olacak güçlü bir omuz arayışı olduğunu görürüz.
Çevresine ve oluşturdukları birlikteliğe olan inancı ne ölçüde güçlüyse, yaşadığı olaylar sonucunda dibe vuruşu da diyalektik olarak o ölçüde güçlü olur Atay’ın: ülkesinin aydınına olan güvenini yitirir.
“Belgelere dayanan, gerçeklere dayanan bir roman olduğu için klasik bir roman türünün ağır basmasını ben tabii buluyorum. Bununla birlikte, benim çalışmalarım ilerledikçe, yani Mustafa İnan’ı ben daha yakından tanıdıkça, onun ruhuna, yani onun iç dünyasına, düşündüklerine, hissettiklerine de nüfuz etmeye çalıştım. Bu bakımdan bilinç akımı dediğimiz, yani insanların bilincinin akışını bütün tabiiliğiyle veren yöntemi uyguladım. Bunu yaparken de Mustafa İnan gibi hissetmeye ve Mustafa İnan gibi düşünmeye çalıştım.”
Yazmak Atay için ontolojik bir edimdir; varolmak demektir; bedeninin her hücresiyle hissederek yazar o. Bu nedenle, yabancılaştırma estetiğinin de, her söze mesafe koyan ironinin de işlemediği bir aura ile çevrilidir onun metinleri: insan Oğuz Atay’ın okuruyla buluştuğu yerdir orası.
Türk edebiyatında, arkaik bir estetiğin geleneksel/gerçekçi anlayışıyla kotarılmış toplumcu içerikli köy romanlarının baş tacı edildiği o günlerde, Oğuz Atay bu anlayışın tümüyle dışında yer alan yeni bir roman estetiğinin dünyasında yol almaya başlamıştır. Bu, Atay için, anlaşılamamaktan kaynaklanan bir yalnızlığın da dünyası olacaktır.
Tek başıma yarattığım cehennemden çıktım:
kalabalık bir cehennemin içine düştüm.
MEB/Fransız Klasikleri Dizisi’nden, Halit Fahri Ozansoy’un çevirisiyle 1952 yılında yayımlanan Henri Lenormand’ın romanının Türkçe adı Atay’ınkiyle aynıdır: Tutunamayanlar .
İnsanlar tarafından anlaşılmadığını düşünen kişinin, insanların yer almadığı bir dünyada kendisini daha mutlu duyumsaması doğaldır.
Çoğunlukla buyurgan, otoriter bir öğretmenin güdümünde aktarılan ezber bilgilere dayalı ilk, orta ve lise eğitimi ile bunun bir parçası olan, çocuğu ezmeye yönelik eti senin kemiği benim mantığının; sevimsiz, zorla izlenen, giderek karabasana dönüşen bir sistem yarattığı ve bu sistemin öğrenciye mutluluk vermekten uzak olduğu gerçeğini ülkedeki eğitim tezgahından geçmiş herkes gibi Oğuz Atay’ın da yaşamış ve acısını çekmiş olduğu su götürmez. Böyle bir eğitim sistemi içinde mutluluk ancak, öngörü ve empati yeteneğine sahip az sayıdaki öğretmenin kendi çabalarıyla yarattıkları vahalarda tadılabilmektedir.
Oğuz Atay üniversite yıllarında bir kızdan hoşlanıyor. Bu kız keman virtüözü Suna Kan’dır. Oğuz Atay, Suna’nın konserini dinlediğini görünce pijamalı oluşundan utanıp, dördüncü gece lacivert takım giyerek uyur.
“Deha aşırılıktır; özellikle sanatsal dehaya yoğun bir duyarlılığın da eşlik ettiği su götürmez.”
“O, filozof bir adamdı.”
“Hayata müthiş kırgındı.Gittikçe yalnızlığa itilen, kendinin değerli olmadığını söyleyen insanlarla birlikte olmaktan vazgeçmiş bir adamdı.”
“Senin oyuncu arkadaşların var, şu oyunu oynasınlar artık.”
“Onu bir tutunamayan olarak görme eğiliminde olan ve ‘Tutunamayanlar’ın yazarı olarak tanıyan ve öyle tanımayı sürdürmek isteyen okura,ondaki bu farklı yazar kimliği kuşkusuz aykırı gelmiştir.”
“Eleştirmenlerimizin kafasında belirlenmiş sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım, bir bakma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz bir kalıp bulamadılar.”
“ Ben kahramanlarının iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok.”
“Yaşam karşısında dayanmak güçtür.”