İçeriğe geç

Batıda Yeni Bir Şey Yok Kitap Alıntıları – Erich Maria Remarque

Erich Maria Remarque kitaplarından Batıda Yeni Bir Şey Yok kitap alıntıları sizlerle…

Batıda Yeni Bir Şey Yok Kitap Alıntıları

Onlar hâlâ yazıp söylerlerken, biz hastaneleri, can çekişenleri
görüyorduk; onlar devlete hizmeti en büyük fazilet diye vasıflandırırlarken biz artık ölüm korkusunun daha baskın olduğunu
anlamış bulunuyorduk. Ama yine de isyan etmedik, askerden kaçmadık, korkak olmadık. -Bütün bu sözleri onlar öyle bol kullanıyorlardı ki! – Biz vatanımızı onlar kadar seviyor, her hücumda cesaretle ileri atılıyorduk. – Ama şimdi ayırt ediyoruz; birdenbire görmeyi öğrendik, onların dünyalarından hiçbir şey kalmadığını
gördük. Ansızın, korkunç bir şekilde, yapayalnız bulduk kendimizi; ve bu işi bir başımıza halletmek zorunda kaldık.
İnsan düşününce komik geliyor! diye devam ediyor Kropp. Biz vatanımızı savunmak için buradayız. Ama Fransızlar da kendi vatanlarını savunmak için buradalar. Peki kim haklı?
Belki her iki taraf da! diyorum inanmaksızın.
Dövüşmek değil yaptığımız. Yok olmamak için kendi kendimizi savunuyoruz.
Kaçağız biz. Kendimizden kaçıyoruz. Hayatımızdan. On sekiz yaşında idik; dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz.
Gözyaşları yanaklarından aşağı akıyor. Silmek isterdim, fakat mendilim çok kirli.
Hepsi de tamamen emindirler ki dünyada doğru yol bir tanedir, o da kendi gösterdikleri yol!
On sekiz yaşındaydık, dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.
Hayatın korkunç hüznünü, insanoğlunun merhametsizliğini hissediyorum.
“Diyelim köpeğini sen sürekli patatesle büyütüyorsun.Bir gün getirip önüne bir et parçası koyar koymaz,hemen atılır,kapar.Çünkü doğası gereğidir.İnsanoğluna da günün birinde biraz yetki ver,hemen atılır kapar.Onun da doğası gereğidir.İnsan dediğin de aslında bir hayvandır.Ancak ekmeğe tereyağı sürer gibi biraz görgü ve gösterişle hayvanlığını kapatır.Ordu bu temel üzerine kurulmuştur.”
Fakat daha ötesi yok ki bunun; çünkü hepimizin kaderidir bu. Kemmerich ayağını on santimetre sağa alsaydı; Haic beş santim daha eğilseydi .
Yavaş sesle yalvarıyor: «Söyle bana, söylemelisin. Biliyorum, beni böylelikle teselli etmek istiyorsun. Ama görmüyor musun, doğruyu söylesen bu derece acı çektirmezsin bana! Bilsem dayanırım. Doğruyu söyle, çok korkunç bile olsa söyle! Daha kötü ihtimaller düşünmemden iyidir bu.»
Korkunç bir yabancılık duygusu, ansızın yükseliyor içimde. Eskiyi bulamam kayıp, ben dışında­yım buranın. Yalvarsam da, çırpınsam da hiçbir şe­yin kıpırdadığı bile yok; soğuk, üzgün, bir mahkum gibi oturuyorurum işte. Eski günler yüz çevirmiş benden. Bir yandan da korkuyorum, o günlerin üzerine bu kadar çok düştüğüm için korkuyorum; onlar geri geliderse neler olacağını bilmiyorum çünkü.
Yalnız kaldığım zamanlar pek memnunum; beni kimse rahatsız etmiyor.
Çünkü herkesin ağzında aynı temcit pilavı: Durum iyi, durum fena; kimine göre öyle, kimine göre böyle. Sonra da hemen kendi hayatlarını ilgilendiren konulara geçiveriyorlar. Ben de eskiden onlar gibiydim şüphesiz, ama şimdi öyle düşünmüyorum.
Galiba o gün bugün ben değiştim. O zamanla şimdi arasında uçurum var. Ben o zamanlar harbi tanımamıştım daha; sakin bölgelerde bulunuyorduk. Farkında olmadan yıpran­dığımı bugün anlıyorum.
Qorxuya hüzurunda boyun əydiyin müddətcə dözmək olar, lakin onun haqqında düşünməyə başlasan, o səni öldürəcəkdir
“Apolet üstündeki parlak bir yıldızın dört ciltlik Schopenhauer felsefesinden daha ağır çektiğini öğrendik.Önemli olanın düşünme gücü değil de,ayakkabı fırçası olduğunu,zekânın değil,sistemin sözünün geçtiğini,dünyanın özgürlük değil,eğitim üzerinde durduğunu farkettik.Önce şaşırdık bunlara,sonra epey acı bir hayal kırıklığına uğradık,daha sonra da aldırış etmez hale geldik. Coşkulu bir hevesle asker olmuştuk.”
Hayat, ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret.

Bazen eski hayatımın esrarlı akisleri, sakin saatlerde donuk bir ayna gibi şimdiki hayatımın sınırlarını gösterdikçe kendimi bir yabancı gibi seyreder, hayat denen o tarife gelmez diriliğin bu yeni biçime nasıl uyduğunu düşünüp şaşarım. Hayatın geri kalan bütün belirtileri kış uykusundalar;..

Bu hayat, Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye.. Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Öylesine yalnızım, öylesine bir beklediğim yok ki, .

karşılarına pervasızca çıkabilirim. Beni bu yılların içinden geçiren hayat, ellerimde, gözlerimde hala. O hayatı yenebildim mi, bilmiyorum. Ama var oldukça, içimdeki o “ben” diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.

Binlerce senenin medeniyeti, bu kan sellerinin akmasına bile mani olamadıktan, bu yüz binlerce işkence zindanını kapatamadıktan sonra, bütün o yazılanlar, hepsi boş, hepsi yalan..
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Medeniyetin bu derecesi benim ne haddime.
“Siz ki siperlerde kaldınız bu kadar; bir yatak çarşafını yıkamışız çok mu?”

Yatağa bir daha bakıyorum. Kar gibi çarşaflar kaplı, temizlik dersen bu kadar olur, kıvrımlarına varıncaya kadar ütülü, gıcır gıcır. Benim gömleğimse altı haftadır yıkanmamış, leş gibi.

Yine geleceğim! Yine geleceğim!” diye sesleniyor.
“Çokları böyle söyledi,”
“İnsan oraya bir girdi mi, bir daha çıkamaz.”
Tren yavaş gidiyor. Bazen duruyor, ölenleri indiriyorlar. Tren sık sık duruyor.
___
Yüzümü bu seslere, beni kurtarmış olan, bana yardım edecek olan o birkaç kelimeye gömmek istiyorum.

Manasız, karmakarışık bir mücadele anı yaşıyorum; çukurdan çıkmaya yelteniyor, ama yine içeri kayıyorum. Çıkmalısın, onlar senin arkadaşların, rastgele ve saçma bir emir değil bu! diyor, hemen peşinden şöyle düşünüyorum: Bana ne, canımı yolda bulmadım ya ben!

Gürültü arkamdan geliyor. Siperlerden doğru ilerleyen bizimkiler bunlar. Kısık insan sesleri de işitiyorum şimdi. Ahengine göre, Kat’ın sesine benziyor konuşanın sesi. Ansızın sonsuz bir sıcaklık yayılıyor içime. Bu sesler, yavaşça söylenmiş bu birkaç kelime, arkamdaki siperden ilerleyen bu adımlar, beni, çökertmesine kıl kalmış ölüm korkusunun müthiş yalnızlığından çekip kurtarıyor. Hayatımdan da üstün şeyler bu sesler; ana şefkatinden, korkudan da üstün şeyler; hepsinden, her şeyden daha güçlü, koruyucu şeyler: arkadaşlarımın sesleri bunlar.
Ben artık karanlıkta tek başına titreyen bir hayal parçası değilim. Onlarınım ben, onlar da benimdir; biz hepimiz aynı korkuyu, aynı hayatı yaşıyoruz; biz basit, fakat zorlu bir şekilde birbirimize bağlıyız. Yüzümü bu seslere, beni kurtarmış olan, bana yardım edecek olan o birkaç kelimeye gömmek istiyorum.

Al ömrümden yirmi seneyi arkadaş, al da kalk! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü.”

Affet beni arkadaş, biz bunları daima çok geç görürüz. Ne diye bize boyuna söylemezler, sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu, sizin annelerinizin de bizimkiler kadar endişe ettiğini, hepimizin ölüm karşısında hep aynı acıları yaşadığımızı ne diye söylemezler?.. Affet beni arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin,

Fakat aldığı her nefes, içime işliyor. Can çekişen bu adamın, bu saatler! Elinde görünmez bir bıçak, onunla boğazlıyor beni: zamanı ve düşüncelerimi.
Annemin tehlikelerden korunmamı söyleyen sesini işitiyorum;..

Azaplı ve müthiş bir hayal halinde, kül rengi ve soğuk bir silah ağzı görüyorum; başımı ne yana çevirsem pusuda, sessizce o tarafa dönüyor tüfek; Gözeneklerimden ter boşanıyor. Alnım ıslak, göz çukurlarını nemli, ellerim titriyor, hırıldar gibi hafifçe soluyorum. Korkunç bir korku krizinden başka bir şey değil bu; beni başımı dışarı çıkarıp ileriye sürünmekten alıkoyan basit, rezil, yaman bir korku..

Bir insan yüzü ne çok cepheli; daha bir saat önce yabancıydı, şimdi muhabbetlere eğilmiş.

Bu muhabbetin kaynağı bu yüz değil; o yüzde hep birden parıldayan gece, dünya, kan.

İmparator teftişe gelecekmiş,..
Üstelik yeni verdikleri eşyaların hemen hepsini tekrar geri alıyorlar, eski pırtılarımızı veriyorlar bize. Yenileri yalnız merasim içinmiş.
“Eee, o halde harb neden oluyor?

“Harbden çıkarı olanlar da bunların arkalarına saklanırlar şüphesiz!”

“Bazı adamlar var ki harb onların işine yarar.”
“Eh ben onlardan değilim!” diye sırıtıyor Tjaden. .
“Sen değilsin, buradakilerin hiç biri değil.”
Her büyük imparatorun en azdan bir harb geçirmesi lazım; yoksa adını duyuramaz. ..
“Generaller de harb yüzünden meşhur olurlar.” ..
“Hatta imparatorlardan daha fazla!”
“Harbden çıkarı olanlar da bunların arkalarına saklanırlar şüphesiz!”

“Devletsiz vatan olmaz.”
_____
“Geri gelmek olmasa! Hep bu düşüncedir zaten, iznin ikinci yarısını zehir eder.”
____
Şimdi harbte olduğumuz müddetçe taş gibi içimize oturan şey, harbten sonra tekrar başkaldıracak, ölüm kalım çatışması ancak o zaman başlayacaktır.
Cephede geçen günler, haftalar, yıllar tekrar geri dönecekler, ölmüş, arkadaşlarımız o zaman dirilecekler, bizimle yürüyecekler, kafalarımıza o zaman dank diyecektir, bir gayemiz olduğu. Bu düşünceyle yürüyeceğiz, ölmüş arkadaşlarımız yanımızda, cephede geçen yıllar ardımızda yürüyeceğiz kime karşı?
Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten, ölümden, korkudan, bomboş bir sathîliği ıstırap uçurumlarına zincirlemekten başka bir şey bildiğim yok. Milletlerin birbirlerine karşı itildiklerini; susarak, cahilce, delice, uysal ve masum, birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki kafalarının, silahları ve sözleri, bu işleri daha ustaca yapmak, daha devamlı kılabilmek için icat etmiş olduklarını görüyorum. Bunu burda, karşı tarafta yaşımın bütün insanları, bütün dünya da benimle birlikte görüyor; benim neslim bunu benimle birlikte yaşıyor. Günün birinde karşılarına dikilsek de hesap sorsak, ne derler babalarımız?
Kelimeler, kelimeler, kelimeler.. erişemiyorlar bana.

Sonra kitaplardan birini alıyorum, okumak için karıştırıyorum. Onu bırakıp bir başkasını alıyorum. Altları çizili yerler var kitaplarda. Arıyor, karıştırıyor, başka kitaplara bakıyorum. Yanımda bir yığın kitap birikiyor. Bu kümeye yenileri katılıyor, daha çabuk Kağıtlar, defterler, mektuplar.
Dilsiz, duruyorum önlerinde. Bir mahkemede
gibi.Cesaretsiz.

Eskiyi bulamam kayıp,.. Eski günler yüz çevirmiş benden..

Korkunç bir yabancılık duygusu, ansızın yükseliyor içimde. Eskiyi bulamam kayıp, ben dışındayım buranın. Yalvarsam da, çırpınsam da hiçbir şeyin kıpırdadığı bile yok; soğuk, üzgün, bir mahkûm gibi oturuyorum işte. Eski günler
yüz çevirmiş benden.

Bakışlarımla yalvarıyorum onlara: Konuşun benimle, alın beni ey eski hayatım, al beni ey tasasız, güzel hayat yeniden al beni!
Bekliyorum.
Var oldukça, içimdeki o «ben» diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.
Hem, anlamazlar da bizi, çünkü önümüzde bir nesil var; buradaki bu yılları bizimle birlikte geçirmiş; ama evi ocağı, mesleği olan, şimdi eski durumlarına
kavuşunca harbi unutacak bir nesil ve ardımızdan bir nesil yetişiyor; tıpkı evvelki bizler gibi; onlar da bizi yadırgayacak, bir kenara itiverecekler.
Bizler kendimiz için bile faydasız; büyüyeceğiz; bazımız devrana uyacak, bazımız kadere boyun eğecek, çoğumuz da perişan olacağız; yıllar geçip gider,
eninde sonunda mahvoluruz.
Kelimeler, kelimeler, fakat dünyanın dehşetlerini içlerine alan kelimeler..

Yaylım, baraj, perde ateşleri; mayınlar, gazlar, tanklar, makineli tüfekler, el bombaları

Bazen eski hayatımın esrarlı akisleri, sakin saatlerde donuk bir ayna gibi şimdiki hayatımın sınırlarını gösterdikçe kendimi bir yabancı gibi seyreder,
hayat denen o tarife gelmez diriliğin bu yeni biçime nasıl uyduğunu düşünüp şaşarım. Hayatın geri kalan bütün belirtileri kış uykusundalar; hayat,
ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret. Bu hayat, bizi, düşünen hayvanlar haline getirdi, elimize içgüdü silahını vermek için. Bizi vurdumduymazlıkla techiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye.. Ruhumuzda arkadaşlık
duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye . . Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye. Biz böylece gayet satıhta, kapalı, sert bir ömür sürüyoruz. Bazen bir olay kıvılcımlar saçıyor, ama o zaman da ağır ve korkunç bir özlemin alevi yalıyor içimizi.
Ölmeyeceğiz ama yaşayacak mıyız?
Kimsesiz çocuklar gibi bırakılmış, yaşlı insanlar gibi görmüş geçirmişiz; kabayız, üzgünüz, satıhtayız.. Galiba mahvolmuşuz.
Ben artık karanlıkta tek başına titreyen bir hayal parçası değilim . Onlarınım ben, onlar da benimdir; biz hepimiz aynı korkuyu, aynı hayatı yaşıyoruz;
biz basit, fakat zorlu bir şekilde birbirimize bağlıyız.
Her büyük imparatorun en azdan bir harb geçirmesi lazım; yoksa adını duyuramaz. Aç da bak okul kitaplarına
Biz onları mahvetmezsek onlar bizi mahvedecekler!
Onlar, geçmişte kaldılar, geri gelmezler bir daha, geçti gitti hepsi; kaybettiğimiz bir başka dünya.

Geçmiş zaman hayallerinin hüzünden daha büyük bir arzu uyandırmayışının sebebi, onlardaki bu sessizliktir.

Ne tuhaf, dönüp gelen bu hatıraların iki niteliği var: Birincisi sessizlikle dolu oluşları; bu, onların en kuvvetli tarafı. Sonra gerçek olmadıkları halde gerçek etkisi bırakmaları. Sessiz görüntüler bunlar; kelimesiz, hiç konuşmadan, bakışlarla, tavırlarla bana bir şeyler söyleyen görüntüler. Susuşları öyle dokunaklı ki,
Beni şu dermansız anımda bastırmış, içimi garip hüzünlerle dolduran hatıralar
_____
Birbirimize karşı bütün duygularımızı kaybettik; birimizin hayali, ötekimizin hızdan bitkin bakışlarına çarptıkça birbirimizi tanımıyoruz adeta.
Kalbura dönmüş delik deşik ruhlarımıza işkenceli bir ısrarla burgu burgu işliyor güneşte parıldayan esmer toprağın; can çekişen, ölmüş erlerin hayali. Ölen erler, ne çare kader, der gibi uzanmış yatıyorlar; biz Üzerlerinden atlayıp geçerken, bacaklarımıza sarılıp haykırmak ister gibi yatıyorlar.
Cephe bir kafestir; içinde sinirleriniz gergin bekleyeceksiniz ne olacaksa olsun diye. Mermi..Düşeceği yer ne malûmdur bence, ne de sözüm geçer mermiye.
___
Yaralar hep sonradan sızlamaya başlar.
Ufuktakiler çiçekler, askeri ağlatacak kadar sessiz sakin bir manzara değil mi? Ta oradakiler hiç malik olmadığı için kaybetmediği, karmakarışık, ama onun için yine de kayıp hayaller değil mi? Orada duran, onun o yirmi yılı değil mi?
Tatlı bir ses beni dinlendiren sözler söylüyor:

Bir asker olan bana, hantal çizmeleri, palaskası, ekmek torbasıyla yüce göklerin altında ufacık, önünde uzayan yolu yürüyen, çabuk unutan, artık pek seyrek hüzünlenen, koskoca gece göğü altında durmadan, boyuna yürüyen bana tatlı sözler söylüyor.

Birbirimize o derece yakınız ki, bunu ifadeye bile kalkışmıyoruz.

Tatlı bir ateşten etrafa duyguların parıltıları, gölgeleri saçılıyor, sağda solda oynaşıyor. Onun, benim hakkımda bildiği ne? Ya benim bildiğim, ona dair? Evvelce düşüncelerimiz birbirine benzemezdi hiç.

Pek konuşmuyoruz; ama birbirimize karşı öylesine muhabbetle doluyuz..Biz iki insanız, iki minik hayat
kıvılcımı; dışardaysa gece var, ve ölüm çemberi. ..
____
İşte bizim yapabileceğimiz şeyler: İskambil, küfür, harb. Yirmi yaş için çok bir şey değil
Yirmi yaş için pek çok şey!
___
_ Ey eski hayatım al beni
_ ey tasasız güzel hayat
_ yeniden al beni!
“Hesaplıyoruz: Yirminin yedisi öldü, dördü yaralı, biri tımarhanede. Olsa olsa on iki kişi.
Gencim ben yirmisindeyim. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk. ölüm, korku.
Ah, anne, anneciğim! Sen beni hâlâ çocuk sanıyorsun. Niye başımı dizlerine koyup uyuyamıyorum artık? Böyle kararlı olmam, sürekli kendimi titmam neden gerekiyor? Oysa içimden ağlamak geliyor. Beni teselli etmeni istiyorum. Yaşım çok mu büyük sanki? Kısa pantalonum hâla gardıropta asılı değil mi? Aradan o kadar az zaman geçti ki Neden bu kadar sessiz sedasız bitiverdi çocukluğum?
“Peki ama onların suçu ne?” Sonra yine geliyor; sesi heyecanlı, heybetli de adeta: “Size söylüyorum,” diyor. “Hayvanları harbe sokmak, alçaklığın daniskası.”

Oturuyor, kulaklarımızı tıkıyoruz. Ama o korkunç hırıltı, inilti, sızlanış yine de duyuluyor, ne yapsak duyuluyor.
Biz hepimiz her şeye az çok dayanabiliriz. Ama burada ter içindeyiz. Kalkıp kaçmak geliyor içimizden; bu iniltilerin erişemeyeceği bir yer olsun da neresi olursa olsun! Halbuki bunlar insanlar da değil, atlar sadece. Besbelli paniğe uğradılar; yoksa atlar hemen her zaman sessizce ölürler.

Yığınlar sallanıyor, yere seriliyor. Çok şükür! Ama bitmedi ki! Bütün acıları alabildiğine açık ağızlarında, ürkmüş kaçan atlara yaklaşılamıyor. Gölgelerden biri diz çöküyor, bir silah sesi..

Yalnız uzayıp giden, sönmekte bir iç çekiş hala asılı havada. Sonra yine sadece raketler, mermi türküleri, yıldızlar. .. Aklımız ermiyor adeta.

Atların inlediklerini hiç duymamıştım, inanamıyorum adeta. Sanki dünyadır aheden; canı yanmış yaratık; vahşetle, dehşetle dolu bir ıstıraptır bu inleyen! Sararıyoruz.

Sanki mahsus, ateş de kesiliyor şimdi; hayvanların iniltisi büsbütün duyuluyor. insan bilemiyor, şimdi bu derece sakin ve gümüşten arazide nereden geliyor bu ses? Bu sesin kaynağı görünmüyor, bir hayal sanki; gökle yer arasında, her tarafta, bitip tükenmez bir pınar kaynamakta sanki

Geçti. Küçük! Bu sefer de atlattık.”

Afallamış, bakınıyor. “Alışırsın!” diyorum
.. anlıyorum: Savaş nöbeti. Ben miğferi onun kaba etlerine korken bunu düşünmemiştim, ama yine de teselli ediyorum: “Ayıp değil. Senden daha metin niceleri ilk bombardımanda donlarına doldurdular. Hadi git, donunu çıkar, at, olur biter.”

Bir yerde kıyametler kopuyor.

Top gümbürtüleri arasında haykırışmalar duyuluyor.

Gündüz mü, yoksa gece mi, bilmiyor, alacakaranlığın solgun beşiğinde yatıyor, müşfik, koruyucu, tatlı sözler bekliyorum. Ağlıyor muyum? Elimi gözlerime götürüyorum; ne tuhaf, ben çocuk muyum? Yumuşacık bir deri Bir an sürüyor bu; Doğrulup oturuyorum; tuhaf bir yalnızlık içindeyim. İyi ki Kat yanımda. Dalgın dalgın cepheye bakıyor: “Ne güzel bir donanma!” diyor. “Yalnız bu kadar tehlikeli olmasa!”
..
kırık bir kol, karında bir delikten daha iyi. Bazılarımız sılaya dönmek için böyle bir fırsat gözetiyor adeta.
_____
Düşüncelerimle baş başa kalmak yoruyor
beni.
Zira değişmez kanun: Nefer muhakkak meşgul edilmelidir.

Disiplin Sen bunu bir çilingire, bir ırgata, bir işçiye, buradaki bu neferlere anlat gel de! Nefer, ancak, kendisine eza cefa edildiğini görür, sonra da cepheye gelir. Halbuki o, hangisi lüzumlu, hangisi lüzumsuz bunu da pekala bilir. Kışlada çektiği eza cefadan sonra neferin cephede bu derece dayanması, şaşılacak şeydir doğrusu.”
Bunun böyle olduğunu herkes teslim eder; çünkü talimlerin yalnız siperlerde sona erdiğini, ama cepheden daha bir iki kilometre geride, saçmalıkların, selam durmaların, merasim geçişlerinin tekrar başladığını herkes bilir.

Bir sivil her istediğini hodri meydan yapabilir mi, hangi meslekte olur böyle şeyler? Çenesini dağıtıverirler adamın. İnsan bunu askerlikte yapabilir yalnız! Görüyorsunuz ya, insanın başına vuruyor! Sivilken, borusu, ne kadar az ötmüşse asker oldu mu o kadar azıtıyor insan.”
Talim meydanından geliyoruz, leşimiz çıkmış, bitkiniz. Bir emir verilir: Şarkı söyleyin! Her birimiz silahlarımızı taşıyabildiğimize sevinirken şimdi bir de şarkı. Eh, gel de hayrını gör bu şarkının! Nitekim, bölük yüzgeri edilir, al sana bir saat ceza talimi! Dönüşte yine, şarkı söyleyin, denir. Söylenen şarkı, şarkıya benzer bu defa. Bütün bunlardan maksat? Bölük komutanı kafasına koymuş bir kere! Çünkü bu onun kudreti dahilinde. Kimse ona kusur bulmaz, aksine sıkı adam derler ona..
Bir şerit taktılar yahut bir kılıç kuşandılar mı, beton yutmuş gibi değişiveriyorlar.
_____
Bak, sen bir köpeği patates yemeye alıştırır da sonradan ona bir parça et gösterirsen, köpek yine de kapmak ister eti. Çünkü bu onun kanında var. Bunun gibi, insanoğluna da birazcık kuvvet, kudret ver; kapmak için atılır hemen. Bu tabii bir şey, çünkü insan aslında önce bir hayvandır, ancak sonradan olsa olsa bir ekmek diliminde yağ gibi, üzerine biraz görgü sürülür. Asker dediğin budur: Daima biri ötekine diş geçirir. Kötülük onların fazla güçlü olmasındadır sadece. Bir çavuş, bir neferin, bir teğmen bir çavuşun, bir yüzbaşı da bir teğmenin o derece iflahını kesebilir ki, adam çıldırır sonunda.
Odalar serindir.
Ey demir karyolalı, kareli yataklı, önleri dolaplı, tabureli loş, rutubetli koğuşlar, siz bile dileklerimizin amacı olabiliyorsunuz! Bu Allah’ın kırlarında bayat yemek, uyku, tütün, elbise kokulan dolu köşe bucaklarınızla siz bile yurdu hatırlatan masalımsı bir parıltı oldunuz!

Onlara dönebilmek için neler vermeyiz ki! Hayalimiz onlardan ötelere geçmeye cesaret edemiyor zira

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir