İçeriğe geç

Başlangıçta Hidrojen Vardı Kitap Alıntıları – Hoimar Von Ditfurth

Hoimar Von Ditfurth kitaplarından Başlangıçta Hidrojen Vardı kitap alıntıları sizlerle…

Başlangıçta Hidrojen Vardı Kitap Alıntıları

Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmasının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız “ yeşil köle” bulunmasıdır ..
Bütün bunlardan çıkan asıl sonuç , Yeryüzünün en eski tarihsel dönemlerinde büyük sayıda değişik “ başlangıçların, “ çeşitli “ hayat tasarımlarının” ortaya çıkmış olduğu ve bunlar arasından tek birinin , en etkin ve güçlü olanın bütün öteki başlangıçlara ve tasarımlara üstün gelerek ayakta kalmış olduğudur ..
Kilise ve din otoritelerine bakacak olursak , kimi olayları hiçbir zaman anlamayacak ve açıklamayacak oluşumuzun nedeni , evrenin bütününün , insanın kavrama ve zeka gücünün yetenek ve kapasitesini kat kat aşacak kadar büyük ve karmaşık olması ve son kertede aşkın doğaüstü bir nedene dayanmasıdır.
Çünkü Doğabilimi, açıklamalar yapabilmek için yalnızca somut, ölçülebilir ve nesnelleştirilebilir etmenleri, süreçleri ve etkileri göz önünde bulundurarak evreni, Dünya’ yı ve doğayı kavrama girişiminden başka bir şey değildir..
Oksijen yeryüzünde ilk kez bu yoğunlukta ortaya çıktığında, bütün yeryüzü yaşamını tehtit eden öldürücü bir gazdı.
Bugün, burada betimlenen en yeni bilgilerin ışığı altında yerleşmeye başlayan görüşe göre ileri düzeyde gelişmiş hücreler, değişik alanlarda uzmanlaşmış çekirdeksiz ilkel hücrelerin ortak yaşam sürdürecek biçimde bir araya gelmelerinin sonucudurlar.
Daha iyi olan, iyinin düşmanıdır.
Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız gibi, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; “kendimizi gerçekleştirmeye”, “tarihi” yapmaya ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha çok, bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu gibi hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet ettiği konusunda en ufak bir fikrimizin bulunmadığı, bizden hiç etkilenmeden bizi çok çok aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız.
Geceleri orta­lığın kararmasına. Olbers gökbilim alanındaki inceleme ve düşüncelerinde, kendisinden önce kimsenin dikkatini çekme­diği belli olan tuhaf bir çelişkiyle karşılaşmıştı. Madem ki evren sonsuz büyüklükteydi ve bu sonsuz büyüklükteki evre­nin her bir köşesi, aynı oranda dağılmış yıldızlarla doluydu, öyleyse bütün gökyüzü Güneşin batmasından sonra da tıpkı gündüz olduğu gibi apaydınlık olmalıydı.
Bremenli doktorun başvurduğu ispatlama yolu aşağı yukarı şöyleydi: Sonsuz çokluktaki yıldızlar, sonuz büyüklükte bir aydınlık üretirler. Ama öte yandan da herhangi bir yıldı­zın parlaklığı, yıldızın Dünyamıza olan uzaklığı arttıkça azalır. Bu azalma uzaklığın karesine eşittir. Anlayacağınız Gü­neşimizin bugün bulunduğu uzaklığın iki katı bir uzaklıkta olduğunu varsayalım. Bu durumda Güneş bizi, şimdikinin dörtte biri bir güçle ısıtıp aydınlatabilecektir. Ya da gerçekte Güneş kadar aydınlık olan, ama ondan bin kez uzaklıktaki herhangi bir yıldız, bize Güneşin verdiğinin milyonda biri kadar ısı verebilir. (1 ÷ 1000x 1000 )
Buraya kadar her şey yolunda görünüyor. Sonsuz çokluktaki yıldızlardan doğan sonsuz büyüklükteki aydınlık, yıldızların gittikçe artan uzaklığı yüzünden uzaklığın karesi ka­dar azalıp bize ulaşamıyor, diye düşünmek mümkündür. Gel­ gelelim Olbers’in de saptadığı gibi bu yanlış bir çıkarsama­dır. Çünkü artan uzaklıkla birlikte bu defa yıldızların sayısı, aydınlıklarının azalmasından çok daha fazla artar. Bu artış, aydınlık gibi uzaklığın karesiyle değil; üçüncü kuvvetiyle orantılıdır.
Bunun ne anlama geldiğini gözümüzün önüne getirmeyi bir deneyelim. Gelişigüzel bir varsayımla, 10 ışık yılı bir alan içinde Dünya çevresinde hafif ışıklarıyla gecemizi ay­dınlatan 100 yıldızın bulunduğunu kabul edelim. Şimdi bir adım daha atalım ve bunun iki katı bir uzaklık içindeki bü­tün yıldızları göz önüne alalım Yani 20 ışık yılı içindeki yıl­dızları. Bu durumda işin içine katılan ve ortalama olarak öte­kilerden iki kat bize uzak olan yıldızlar, bu iki kat uzaklıklarından ötürü, ikisinin karesi oranında, yani önceki 100 yıldızı sağladiğının ancak dörtte biri kadar aydınlık sağlayacak­lardır. Şimdi gelelim işin can alıcı noktasına; Eşit aralıklı bir dağılım durumunda, iki kat daha uzaklıktaki yıldız sayısı ön­cekinin ne iki katı ne de dört katıdır. Uzaklığın üçüncü kuv­veti (n^3) hesabıyla bu sayı (2x2x2)x100 = 800’dür. Şimdi uzaklığı gene iki katına çıkaralım; 40 ışık yılı uzunluğundaki bir çapın oluşturduğu. Dünyayı da içine alan bir uzay küresi­ni inceleyelim. Bu durumda işin içine katacağımız yeni yıldızların sağladığı aydınlık, bu dört kat uzaklığın karesi oranında, yani 1/16 oranında azalacak, ancak bu varsayımsal küre içindeki yıldız sayısı da, dört kat uzaklığın üçüncü kuv­vetine 4^3 X 100 = 64 X lOO’e fırlayacaktır.
Uzaklık arttıkça bu sıçramalı artış da sürüp gider.
Gökbilimciler zaman ve mekanın sonsuzluğu düşüncesinin gerçek durumu yansıtmayıp eskiden olduğu gibi ancak bir Tanrının ayrıcalıklarından biri olarak anlaşılabilece­ğini radyoteleskoplar ve uydu-gözlem evleri sayesinde ispat etmektedirler. Tanrıya hala inanıp inanmamak ayrıbir konu.
Ama en azından içinde yaşadığımız bu evrende, sonsuzluk hiçbir biçimde gerçekleşmemiştir; gerçekleşmesi de mümkün değildir. Bu saptama bir bütün olarak tüm evren ve uzay için geçerlidir.
Penzias ve Wilson ise, bir rastlantı sonucu antene yakalanan şeyin ne olduğu bilmeden, öncekilerin yıl­lardır araştırdığı kozmik olayla karşılaşmışlardı. Aygıtlarının 7,3 cm. dalga uzunluğu üzerinde aldığı ve antenlerin hangi yöne ve nereye çevirirlerse çevirsinler, her yönden aynı anda ve aynı yoğunlukta geldiği belli olan bu tuhaf hışırtı, ne bir ses paraziti ne de bir bozukluğun sonucuydu. Bu, yaklaşık 14 milyar yıl önce evrenin doğuşuna yol açan ilk patlamanın , o dev şimşeğin elektronik yankısıydı.
Giordano Bruno, güneşimizin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer alan sayısız yıldızdan yalnızca biri olduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üzerinde yanarak öde­mişti.
Bu evrende hiçbir şey yitip gitmemektedir. Bir zamanlar bir yerlerde olmuş bitmiş bir şey, geriye kesinlikle kimi izler bırakmıştır.
Cansız doğanın canlıya doğru evriminde, daha doğrusu evrimin tam da bu iki basamağının ortasında, doğaüstü bir gücün müdahalesine bel bağlamanın hiçbir bilimsel dayanağı bulunmamaktadır.
İşte evrim dediğimiz süreç de budur. Belli çevre koşullarının gene belirli ve verili bir arz arasından seçerek belirlediği bir gelişme süreci.
Yeryüzünü verimli, bereketli, hayat taşıyan bir gökcismine dönüştüren toprak, kil, kum ve bütün öteki zemin öğeleri, hava ve rüzgârın ürünüdürler ve sadece bu atmosfer ve onun hareketinin özellikleri sonucunda ortaya çıkmışlardır.
Uzayın başka bir yerinde değil de özellikle tam bu bölgesinde hayata elverişli bir ortamı sağlayan eşsiz koşulların akıl almaz zincirler kuran rastlantılar sayesinde ortaya çıkmasıyla yeryüzü hayatla bezenmiştir, diye düşünmek yerine, yeryüzünde hayat vardır, çünkü hayat dediğimiz olay, kendisini gerçekleştirmek bakımından öylesine evrensel bir potansiyele sahiptir ki, proteinler ve nükleik asitler gibi sadece iki molekülün birer başlangıç basamağı oluşturdukları ilkel yeryüzündeki o alabildiğine zorlayıcı ve eşi örneği bulunmayan şartlarda bile biyolojik bir evrimin gerçekleşmesi mümkün olmuştur, diye düşünmek çok daha doğrudur.
Kısacası, morötesi ışınlar, ilk organik yapı taşlarının inşası yönünden vazgeçilmez bir enerji kaynağıydılar.
Başlangıç koşullarını tanımlayan bu nispeten alçakgönüllü hidrojen + mekan + zaman + doğa yasaları cümlesinde özetlenen gerçekler, bütün bilimler tarihinin en temel, en heyecanlandırıcı buluşunu oluşturmaktadır. Böyle bir
başlangıcın mümkün olmuş olması, evrenin en büyük sırrıdır.
Güneş sistemimize bir mikrobiyoloji uzmanı gözüyle baktığımızda
Dünyamız, sisteme sürekli mikrop saçan bir tür enfeksiyon
deposundan başka bir şey değildir.
Kendisi sonlu olan ve durmadan değişen bir evren, sonsuz ve değişmez herhangi bir şey içeremezdi.
Zaman ile mekan birbirlerine karşılıklı olarak bağımlıdırlar.
Michelson deneyi, Einstein’ın vardığı sonuca göre, ışık da dahil, hiçbir şeyin saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışıktan daha hızlı olmayacağı ilkesinin benimsenmesiyle açıklanabilirdi.
Penzias ve Wilson ise, bir rastlantı sonucu antene yakalanan şeyin ne olduğunu bilmeden, berikilerin yıllardır araştırdığı kozmik olayla karşılaşmışlardı. Aygıtlarının 7.3 cm. dalga uzunluğu üzerinde aldığı ve antenlerini hangi yöne çevirirlerse çevirsinler, her yönden aynı anda ve aynı yoğunlukta geldiği belli olan bu tuhaf hışırtı, ne bir ses paraziti ne de bir bozukluğun sonucuydu. Bu, yaklaşık 14 milyar yıl önce evrenin doğuşuna yol açan big-bang dediğimiz ilk patlamanın, o dev şimşeğin elektronik yankısıydı.
Mars atmosferi aşırı incedir ve atmosferin basıncı, yeryüzündeki 30-40 kilometre yükseklikte ölçülen basınca gelecek kadar düşüktür. Mars atmosferinin hemen hemen yok denecek kadar az oksijen içerdiği, bunun yerine karbondioksitin ve muhtemelen azotun bütün atmosferi oluşturduğu gerçeğini bir an için bir yana bıraksak bile, sırf bu düşük basınç yüzünden bu gezegenin yüzeyinde soluk almamız mümkün değildir denmiş.
Güneş sistemimize bir mikrobiyoloji uzmanı gözüyle baktığımızda
Dünyamız, sisteme sürekli mikrop saçan bir tür enfeksiyon
deposundan başka bir şey değildir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir