Gabriel Garcia Marquez kitaplarından Başkan Babamızın Sonbaharı kitap alıntıları sizlerle…
Başkan Babamızın Sonbaharı Kitap Alıntıları
&“&”
o dovurler ise, ömrunun payizi hele teze-teze qedem qoymagina baxmayaraq, o özunu öz iş, otaginda o sebebden tam tehlukesiz hiss edirdi ki, o dovurler ölke hele kifayet qeder çiçeklenirdi; belke de ele buna gore ölkeni de ele idare eleyirdi, ele bil qeti emin idi ki, hec vaxti ölmeyecek.
Kutlu haber,bütün dünyaya bildiriliyordu;sonsuzun bitmeyen süresi dolmuştu artık."
..başkan da, ihtiyar adamlara özgü müthiş sabrıyla, sınırsız gücünün sertleştirdiği kararlılıkla, bütün kalbiyle ayak uydurmuştu ona, bütün kalbimle canım, orkinos tavada, aklım havada, takke kafada, kafam bir karış havada, diye türkü söylüyordu bütün kalbiyle, anasının çığırtkan kuşlarının sesi arasında kimse duymuyordu söylediği türküyü, kendi bile, yerlinin çaldığı merhem, babanın içtiği tütün, ya Cecilia’nın sattığı? Soğan, sarmısak satar, sinameki, sardalye, sepetle salça satar, sanat satar Cecilia, diye basıyordu kahkahayı, Leticia Nazareno’nun zamanölçere uyarcasına dikkatle okuduğu parçayı, ağustosböceklerinin cayırtıları arasında yinelemeye çalışıyordu..
..bedeni öylesine zindeydi ki, ne zaman vasiyetname konusunu açsak, kaypak yanıtlarla, oyalamalarla karşılaşıyorduk, ben gittikten sonra dünyanın durumunu düşünmek, en az ölüm kadar uçucu bir fikirdir, Allah kahretsin, diyordu, çünkü ben öldüm mü politikacılar yine ortaya çıkacak, Gotlar dönemindeki gibi bölücülüğü yeniden yürürlüğe sokacaklardır, göreceksiniz, diyordu, malları rahipler, gringolar ve zenginlere dağıtacaklardır, yoksullara zırnık düşmeyecek tabii, çünkü o zavallıların anası oldum olasıya bellenmiştir, öyle ki, bir gün bok para edecek olsa, bunlar bok deliksiz doğar anladınız mı, demişti birine görkemli günlerden söz ederken, kendiyle dalga geçmişti, üç günlüğüne öleceğini söylüyordu katıla katıla, Kudüs’e götürmelerine değmezdi, kutsal topraklara götürmeye de, anlaşmazlıklara şöyle bir kanıt ileri sürerek son vermişti, neyin doğru olmadığını şimdiden kestirmek gereksizdir, nasılsa zamanla doğrulanır. Haklıydı da, çünkü bizim dönemimizde bile onun geçmişinin yasallığı konusunda kuşkuya düşen tek kişi olmadığı gibi bu geçmişi yadsıyan da yoktu, daha kimliğini bile saptayamıyorduk ki, hiçbir mutlu insanın konaklamadığı bu rezaletler yuvasında dolanırken, belleğinin en uzak köşelerinde yitip gitmiş bir dönemde kendi gönlünce yarattığı, mutlak istemine göre biçim verdiği, mekânını değiştirip zamanını yeniden ayarladığ bu ulustan başka ulus yoktu yeryüzünde, hamağının çevresine doluşan tavuklara mısır atardı o günlerde, aklına esen bitimsiz buyruklarla hizmetçileri canlarından bezdirirdi, bana buzlu limonatamı getirin, derdi, elini uzatıp bardağı tutmazdı, bu iskemleyi şuradan kaldırın, oraya koyun, üstelik o korkunç buyruk verme tutkusunu yatıştırmak için kaldırdıkları iskemleyi aynı anda yerine koymaları gerekirdi, avludaki ceiba ağacının altında uyuklarken, uzak çocukluk günlerinden uçucu anlar harmanlayarak gündelik egemenlik gösterilerine tatil verdiği de olurdu, önünde uzanan yurdun sonsuz çapraz bulmacasında ara sıra bir ipucu yakalar gibi olduğunda ansızın uyanıverirdi, bu koskocaman düşsel, kıyısız ülke, usul sallarla magrov bataklıklanı, onun saltanat döneminden çok önceleri, timsahı, ağza sopa sıkıştırarak avlayan cesur adamların yaşadığı sarp kayalar..
..aslında kendim can atmadım bu ulusa sahip çıkmaya, ulusumuzun, ezelden beri şu gözünle gördüğün gerçekdışılık duygusuyla, bu bok kokusuyla, hayattan başka hiçbir şeye inanmayan bu tarihsizleştirilmiş insanlarla birlikte ellerime yerleşik bir gerçek olarak sunuldu, bana hiç danışmadan, zorla kabul ettirdiler bu ulusu peder, başkanlık arabasında ısı gölgede yüz derecenin altına düşmez, nem oranı yüzde doksan dokuz, ciğerlerinize toz dolar, kalabalıkta fitiğin kaynayan bir çaydanlık fokurtusuyla kök söktürür, domino oyununda yenilebileceğin tek kişi yoktur karşında, senin doğru dediğine kimse inanmaz, yaa peder, kendini benim yerime koy, ama yüksek sesle söylemedi bunları, içini çekti, bir an gözlerini kırpıştırdıktan sonra Monsenyör Demetrius Aldous’tan, bu ikindi geçen kırıcı konuşmanın aralarında kalmasını rica etti, siz bana bir şey söylemediniz peder, doğruyu bilmiyorum, söz verin bana ve Monsenyör Demetrius Aldous, ekselansları tabii doğruyu bilmiyorlar, diyerek erkek sözü verdi.
..değil mi ki yayın izni verilmiş bir iki gazetede onun ölümsüzlüğüne övgüler düzülüyor, düzmece belgelerle büyüklüğü boyuna yüceltiliyordu, her gün baş sayfada, eski, görkemli günlerinde giydiği boynu bükük beş yıldız süslü göz alıcı üniformasıyla görünüyordu..
karanlık inerken insanın içine çöken derin hüzünle boy ölçüşebilecek bir şey yoktu dünyada..
senin yanında, var olma gücünü bile bulamıyorum..
hayat tepeden tırnağa aşktı generalim, siz bir tren penceresinden bakan hüzünlü, silik bir görüntüydünüz
kendisinde sevme yetisinin olmadığını suskun avuçlarının gizeminden öğrenmişti
aşk adına bir şey yokken, boyuna aşk aşk diye haykıran yalvaç körler..
… yeter ki ben senin adına bütün kaynaklarımı seferber edip tükettikten sonra sen acıdığın için sevme beni, senin yanında, var olma gücünü bile bulamıyorum…
..evet, bu ülkenin asıl derdi, insanların fazla düşünecek boş vakitleri olmasıydı, onları bir şeylerle oyalamak amacıyla mart ayı şiir şenliğini yeniden düzenledi, her yıl bir de güzellik kraliçesi seçilecekti, Antil Adaları’nın en büyük beysbol alanını yaptırdı, milli takıma, ya zafer ya ölüm sloganını verdi, her eyalette süpürgecilik öğreten okullar açılmasını buyurdu, başkanın öncü ruhundan şevk alan öğrenciler, evlerini süpürdükten sonra süpürgelere sarılıp sokakları, yakınlardaki kentlerarası yolları, ara sokakları süpürmeye başladılar, bir eyaletten öbürüne, durmadan çöp taşını yordu, kimse çöpleri nereye boşaltacağını bilmiyordu, çöp kamyonlarında ulusal bayraklarla, Tanrı Ulusun Temizliğine Bekçilik Eden Temizler Temizi Büyüğümüzü Korusun" yazıları göze çarpıyordu; general, hınzır bir hayvanın ağır adımlarıyla yol alıyor, sivil halkı iş üstünde tutmanın yeni yeni yöntemlerini arıyordu…
..yeter artık, her şeyi bilen felsefe doktorlarıyla her şeyi gören akıllı politikacılara da paydos..
aşk gerçi ölüm tohumlarıyla çürüyüp bozulmuştu ama hayat tepeden tırnağa aşktı generalim
..üstelik kral olma felaketine uğramadan krallar gibi yaşama ayrıcalığını da vermişti..
İlk ölüşünde, sonbaharının başlangıcında da bu durumda bulunmuştu, o zamanlar yatak odasının yapayalnızlığında bile, ölüme üstünlük tanımayacak kadar zinde bir ilgi duyuyordu ulusuna, yazgısı hiç ölmemekmiş gibi sürdürüyordu egemenliğini; o zamanlar burası, bir başkanlık sarayına değil bir pazaryerine benzerdi, küfe boşaltan, geçitlerde eşeklerin üstünden tavuk kümesleri indiren çıplak nöbetçileri, açlıktan kırılan torunlarıyla basamaklara çöküp devletten mucizevi bağışlar bekleyen dilenci kadınları yarıp geçmek, çanaklardaki gece çiçeklerini atıp yerlerine taze çiçekler yerleştiren, yerleri silen, balkonlarda halı döven, kuru daldan patpatların temposuyla düşsel aşk şarkıları söyleyen küfürbaz odalıkların sıçrattığı pis sulardan sakınmak gerekirdi ve bu şamatada, çekmecelerinde kuluçkaya yatmış tavuklar bulan tımarlı kamu görevlilerinin feryatları, helalarda orospularla askerlerin bitmeyen gitgelleri, kuş çığlıkları, ortalıkta hırlaşan sokak köpekleri; kapıları açık duran bu sarayda, hükümetin nerede olduğunu kestirmenin olanaksızlaştığı bu büyük kargaşada, kim kimin ne olduğunu, kimden yana olduğunu da bilmiyordu.
siz aklınıza en uygun geleni yapın, nasılsa emirleri ben veriyorum
tarihteki ünlü zorbaların çoğu gibi piç olduğunu biliyordu
güneş nasıl da hiç tökezlemeden bir
daha, bir daha doğabilmişti, şu pazar telâşı neydi ana, hava bensiz de sıcak olabiliyormuş demek
daha, bir daha doğabilmişti, şu pazar telâşı neydi ana, hava bensiz de sıcak olabiliyormuş demek
uzaklarda yoksullar arasında kutlanan bir düğünden gelen tok davul seslerini, içli tulumları dinliyordu, kendi ölümünü de aynı coşkuyla kutlarlardı mutlaka
anacığım derdi içinden, dünyaya artık katlanamıyorum, bir bilsen, nereye gitsem bilmem ki anacığım, bunca haksızlıktan
başımı alıp nerelere gitsem
başımı alıp nerelere gitsem
halkın adaleti âsiden hesap sorana kadar
başkanlık arabasının cenaze karanlığında gizlenen saltanatı karşılamaya koştular ve
arabaya yaklaşabilenler, yalnızca o titreyen dudakları ve nereden çıktığı belli olmayan şanlı bir elin araftan kendilerine doğru sallandığını gördüler,
arabaya yaklaşabilenler, yalnızca o titreyen dudakları ve nereden çıktığı belli olmayan şanlı bir elin araftan kendilerine doğru sallandığını gördüler,
düşünün bir, ulusal balkonumuzda bir inek, ne korkunç bir şey, ne boktan ülke
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
yalanın kuşkudan daha elverişli, aşktan daha yararlı, doğrudan daha kalıcı olduğuna ve kendisinin yönetme yetkisi olmaksızın ulusu yönetişine, yüceltilecek yanı yokken yüceltilişine yetkeden yoksunken söz geçirişine bu rezilce yalanlara hiç şaşmadan alışmıştı,
Ulus, kendi yolunda yürüyordu, hükümet, kendisiydi tek başına ; hiç kimse, keyfi yönetimini sözle de eylemle de bozmaya yeltenmiyordu, zaferinde öylesine yalnızdı ki düşmanları bile kalmamıştı..
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
onu yeniden ulusuyla ve saltanatıyla baş başa bırakıp gittiklerinde de yazılı hukukun ağır aksak yöntemleriyle kanının zehirlenmesine izin vermedi ; sesiyle, sözüyle, fizik gücüyle sürdürdü egemenliğini
Askerlerimizi ulus denilen şeyin bir alım satım sorunu, onur kavramınınsa, askerler bedavadan savaşsın amacıyla hükümet tarafından uydurulmuş bir nane olduğuna inandırdılar…
Bunlar gücün değil, rütbenin ardındaydılar, eskilerden çok daha kaypak, daha dalkavuk, daha işe yaramazdılar, hele, sonuna kadar sömürülmüş bu hüzünler ülkesinin neyini satsalar karşılayamayacakları bir borcun gözdağı altında…
Ama siz rahat uyuyun general hazretleri, öyle ya, ulusumuzun saygıdeğer yurtseverleri sizin hiçbir şeyden haberiniz olmadığını söylüyorlar, bütün bunlar sizin izniniz alınmadan olup bitiyormuş…
O günden sonra başkanımızın varlığı konusunda kuşkulara düşmüştük, hiç görünmez olmuştu, payandalanmış duvarları görebiliyorduk gerçi, efsanelere girmiş konuşmaların yapıldığı balkonuyla saltanat sarayını da…
Belleğinin en uzak köşelerinde yitip gitmiş bir dönemde kendi gönlünce yarattığı, mutlak istemine göre biçim verdiği, mekanını değiştirip zamanını yeniden ayarladığı bu ulustan başka ulus yoktu yeryüzünde…
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Bunca göz kamaştırıcı günler yaşamak neye yarıyor ki, insan onları anıp avunamadıktan sonra, onlarla beslenemedikten, ihtiyarlığa onların desteğiyle katlanamadıktan sonra.
“ … bakalım biz olmadan dizginleri elinde tutabilecek misin, o zamandan bu yana şu koltuktan kalkmamışsan, hiç de kalkmamak derdindeysen, canın çekmediğinden değil, kalkacak cesareti göstermeyişindendir anladın mı, biliyorsun ki, seni sokakta sıradan bir ölümlü kılığında gördükleri an, köpekler gibi üşüşecekler tepene, Santa Maria del Altar’daki cinayetlerin, kulenin hendeğine attırıp timsahlara yedirdiğin mahkûmların, derilerini diri diri yüzdürüp ders olsun diye ailelerine yolladığın insanların öcünü bir çırpıda alacaklar senden…”
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Eski cumhuriyetin yasama ve yargı organlarını yürürlülükten kaldırdı hemen, artık yönetiminin ilk yıllarındaki gibi görünüşü kurtarma zahmetine katlanmıyordu.
…kendisinden tek tek korktukları kadar birbirlerinden de korkuyorlardı, başkan, onların kendisine karşı işbirliği yapmalarından ne kadar korkuyorsa öyle…
…hükümetin nerede olduğunu kestirmenin olanaksızlaştığı bu büyük kargaşada, kim kimin ne olduğunu, kimden yana olduğunu da bilmiyordu.
…yazgısı hiç ölmemekmiş gibi sürdürüyordu egemenliğini…
Mutluluk dağıtarak, asker kurnazlığıyla ölümü tavlayabileceğine yürekten inanıyordu.
çektiği acının kapladığı yerden başka boşluk yoktu dünyada
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
İnsanoğlu yaşamıyor Allah kahretsin, atlatıyor, geçiriyor…”
Kendisini ve yönetimini desteklesinler diye silahlandırdığı, bakıp beslediği şu adamlar, eninde sonunda kendilerini besleyen eli kapmaktan da kaçınmayacaklardı tabi…
Cumhuriyetin yasama ve yargı organlarını yürürlükten kaldırdı, artık yönetiminin ilk yıllarındaki gibi görünüşü kurtarma zahmetine bile girmiyordu. Senatörlere, milletvekillerine, yüksek yargıçlara bol keseden para dağıttı. Başkanın verdiği kesin buyruklarla, ulus artık yerinden kıpırdayamaz hale geldi.
“Seni bir süre daha bu boklu dünyanda yalnız bırakacağım general” diyordu. “Çünkü içimden bir ses, çok yakında cehennemin yedi kat dibinde yine buluşacağımızı söylüyor.”
Dünyaya artık katlanamıyorum, bir bilsen, nereye gitsem bilmem ki, bunca haksızlıktan başımı alıp nerelere gitsem
kimse duymuyordu söylediği türküyü
bütün kalbiyle ayak uydurmuştu ona
Hayatı süresince beş bin çocuk, hepsi de yedi aylık doğan çocuklar peydahladığı hesaplanmıştı, sayısız, sevgisiz sevgilileri sırayla yer değiştirir, onun keyif anını kollarlardı, ama çocuklardan hiçbiri ne adını ve soyadını verdiği görülmemişti.
Diktatör ölüm döşegindeyken generaline içimden bir ses çok yakında cehennemin yedi kat dibinde yine buluşacağımızı söylüyor"
sesiyle, sözüyle, fizik gücüyle sürdürdü egemenliğini, her zaman, her yerde katı pintiliğiyle hazır ve nazırdı.
hükümet konağını gördük, dev bir yapıydı ve hüzünlüydü…
inandığı bir tek şey vardı
yıllardır yürüttüğü güçlü baskı dışında yönetici gücü kalmamıştı artık
düzmece belgelerle büyüklüğü boyuna yüceltiliyordu
yönetimini desteklesinler diye silahlandırdığı, bakıp beslediği şu adamlar, eninde sonunda, kendilerini besleyen eli kapmaktan kaçınmayacaklardı
en büyük düşmanın, insanın içinde, yüreğinin dibinde
ne kargaşalı dönemler görülmüştü
hiç kimse yoktu
içim gitti.
ah anam, bak ne yapıyorlar bana, dedi
zorbalığa karşı sınıf ayrımı gözetmeden hepimiz birleşelim
tam bir uyuşukluk içindeydi
Başka bir çağın havasına girmiş gibiydik
.. dünyadan öyle uzaklaşmıştı ki, iki kat var olmak adına gösterdiği yaman savaşın, tam karşıt bir kuşkuyu, gittikçe daha az var olduğu kuşkusunu beslediğinin farkında bile değildi, tam bir uyuşukluk içindeydi.
Kutlu haber, bütün dünyaya bildiriyordu; sonsuzun bitmeyen süresi dolmuştu artık
biz yoksul insanların sahici yüzünden gördüğümüz, sayısız acılı yıllarımızın sarı
yapraklarıyla, uçucu anlık mutluluklarımızla dolu sizin olmayan o hayat, aşk gerçi ölüm tohumlarıyla çürüyüp bozulmuştu ama hayat tepeden tırnağa aşktı
yapraklarıyla, uçucu anlık mutluluklarımızla dolu sizin olmayan o hayat, aşk gerçi ölüm tohumlarıyla çürüyüp bozulmuştu ama hayat tepeden tırnağa aşktı
…. hükümet falan da kurmayacağım, Allah belâsını versin, bir sağlık bakanı bulurum, zaten sağlıktan başka bir şeye ihtiyacımız mı var şu dünyada…
hani topluluğa kışkırtıcılar sızdı, birliklere ateş açıldı bahanesiyle halka ateş açmış, kalabalığı kırıp geçirmişlerdi
Çektiği acının kapladığı yerden başka boşluk yoktu dünyada.
yabancı, en ufak bir alçakgönüllülük bile göstermeden, insanın yurdu uğruna ölmesinden daha büyük bir onur yoktur ekselans, demişti, general gülümsemişti, acımıştı, eşeklik etme oğlum, demişti, yurt demek sağ kalmak demektir, hepsi bu.
kimse benden izinsiz yaşamaya kalkışmasın!
o dönemde siyasal tutuklular için yeni bir af çıkarmıştı, bütün sürgünler yurda geri dönebileceklerdi, tabii yazar çizerlerin dışındakiler, onlar asla, dedi, onların iliklerine işlemiştir ateş, yalazlanan cins tavuklar gibi, bir tek işe yaramazlarsa hiçbir boka yaramıyorlar, politikacılardan beter bunlar, papazlardan bile, siyah-beyaz ayrımı da gözetmeyin, bırakın sürgünler dönsünler, ulusumuzun yeni yönetimi herkese mâl edilsin.
kaygıları generali de etkiledi, neden bu batağa saplandın sanki, diye sordu, neden ölmek istiyorsun ki Allah kahretsin; yabancı, en ufak bir alçakgönüllülük bile göstermeden, insanın yurdu uğruna
ölmesinden daha büyük bir onur yoktur ekselans demişti, general gülümsemişti, acımıştı, eşeklik etme, oğlum demişti, yurt demek sağ kalmak demektir hepsi bu.
ölmesinden daha büyük bir onur yoktur ekselans demişti, general gülümsemişti, acımıştı, eşeklik etme, oğlum demişti, yurt demek sağ kalmak demektir hepsi bu.