İçeriğe geç

Başaklar ve Ayrık Otları Kitap Alıntıları – Tage Lindbom

Tage Lindbom kitaplarından Başaklar ve Ayrık Otları kitap alıntıları sizlerle…

Başaklar ve Ayrık Otları Kitap Alıntıları

&“&”

Yaratılmış eserin mukaddes karakteri, insanın cezadan muaf tutulup ezemeyeceği, onun başlangıç safiyetinde masumiyetidir.Tabiatın mahrem bir varlığı, onun en engin bir ‘gizi’ vardır ve bu insan bilgisine açık değil , perdelidir.
Yeryüzü yaşantımızda biz hakikati olduğu gibi değil, aynadaki gibi görürüz, yani bütünsel değil parçalı olarak.
Tüm kötülükler, acizlikten gelir.Tıpkı çocuğun yaramazlığının güçsüzlüğünden gelmesi gibi.
Kimlik bilincimizin yeryüzü zemininde gelişebilmesi için şahsi bir olgunlaşma süreci şarttır.Ancak bu, bir boşlukta üretilemez.Genç bir mahlukun adamakıllı bir kimlik bilinci kazanabilmesi için gerekli olgunluğa erişebilmesi, yetişkin ve olgun bir ortamın varlığına bağlıdır.
İrademiz, Cenab-ı Hakk’ın iradesine boyun eğiyorsa ve içimizdeki ‘ben’e köle değilse iyi olabilir.
Hayat, insanların nuruydu.
Dini şuur ve insan aklı arasındaki çelişki sekülerleşmenin bir sonucudur.Büyüyen ruhi kibri takiben idraki şuurun zayıflaması, rasyonel zihni yetiler için muazzam bir hareket alanı sağlamıştır.
Cennet Krallığı’na kişi sadece çocuklar gibi olursa girebilir; o halde çocuk , ebedi hayatı kazanmak için sahip olmak zorunda olduğumuz masumiyetle eşleştirilmektedir.
Bugünün insanı gitgide ‘şeylerin’ dünyasında hem de daha yoğun olarak yaşar ve bu,objektivite olarak algıladığı basit duyumsal ve zihni alanlara alçalmasıyla onun algılama kapasitesini ve iman kabiliyetini dumura uğratır.Giderek büyüyen manevi fakirliğini yücelttiğinin ise farkında değildir.
İnsan Krallığı’nda bir tercihin kriteri iki belirleyici motivden oluşur:iktidar arzusu ve duyumsal iç güdülerin doyumu.Bu şartlar içindeki bir tercih ise bir tavır almak için yeterli olmadığı gibi kısa mesafeli kısır arzulara ve uyarılara mahpus parçalı bir hareket olmaktan da kurtulamaz.
Çağdaş insanın yaşadığı yalnızlığın nedenlerinden biri, suçluluk duygusu şeklinde ortaya çıkan Yaratıcı ile olan iletişimi koparmasıdır. (kat-ı intisap)
Sekülerleşme, insanın nesnelleştirme kabiliyetini ve gerçeği illüzyondan, hakikati yalandan mutlakı göreceliden ayırma gücünü kaybetmesi anlamına gelir.
Marksizmin görmediği veya görmeyi reddettiği şey, marksizmin kendi eserinin, metodolojik olarak tam da kendi temelini yıktığıdır. Maddesel dünya ile birlikte tamamen sekülerleşmiş duyumcu insan, gerçekte hakim olduğunu sandığı duyumsal dünyanın yalnızca bir parçasıdır. Durum bu iken, bir parça içinde bulunduğu tüme nasıl hükmedebilir? İnsan hakikaten madde tarafından emilimiştir ve kendisine okyanusun ortasında boğulmak üzere olan ama hiç kimsenin yardımı olmadan kurtulabileceğini düşünen bir insanla aynı duruma düşürmüştür.
Din boğucu bir nevrozdur denir ama; son dinsel fikirlerin yok edilmesi insanlığı son nevrotik izlerden kurtarmaya bir türlü denk düşmez. Tam aksine giderek artan manevi huzursuzlukla damgalanan sosyal hayatı çevreleyen seküler dünyanın ta kendisi olur; eğer din şimdi insanlara manevi bir huzur veremiyorsa bu da artan rasyonalizm etkisinden dolayıdır. Freud’un psikanalizini yalanlarcasına nevroz, şeytanî ışık ile aydınlatılan bir dünyada kaybolmak şöyle dursun daha da artmaktadır.
Aslına bakılacak olursa Orta Çağın insanları hakikat noktasında çağdaşlarımızdan çok daha objektif ve bilinçliydiler. Sekülerizasyonun sayesinde hurafe ve zalimliğin herhangi bir toplumda daha önce hiç görülmediği boyutlara ulaşmış olması modern zamanlara rastlamaktadır çünkü.
Dünyamız aynadaki buğu gibi ilahî hakikatin ters bir imajıdır ve bu nedenledir ki, hiçbir imaj, hakikatin kendi kaynağında olan berraklığına sahip değildir. Sekülerleşmenin devamlılığı aynadaki bu imajı daha da parçalı hâle getirmiştir.
Marksist yolda hakikat marksizmin iki sahte kutsalı olan Tarih ve Madde’ye bağlanır. Marksist materyal dünyada hakikat, maddi olarak belirlenmiş menfaatlerin savaşımını yansıtan ideolojik bir temsilden öte bir şey değildir.
Dolayısıyla insan ile sadece kutsal değil -potansiyel olarak- günah da yeryüzüne inmiştir.
Yavaş yavaş aklında zemin bulan bir cevapsa şu olmuştu: insan, üstün bir otoriteye boyun eğmeden temel arzularına ilişkin üstün kaderini başaramaz ve bu otorite de elbette Tanrı’dan başkası değildir.
– (…) Hakikati tecrübe ettiğimiz yer, idrak etme melekesine sahip şuurumuz ve hakikati nesnelleştirdiğimiz kalp gözümüzdür…"
– (…) Kalp, insan vücudunun merkezidir; ama aynı zamanda gerçek ve mecâzî anlamda manevî hayatın da merkezidir…"
Seküler insan, iddiasının aksine ütopik bir varlıktır. Dünyevi varlığa ilişkin kötümserlik ya da iyimserliğe rağmen ve kendisini bir realist veya idealist olarak tanımlamasına rağmen seküler insanın tim düşünce dünyası , varlık çelişkilerinin izin vereceğini umduğu bir düzeni yapıp bitirme ya da kurma ile meşguldür
…Eğer toplumun mutluluğu da isteniyorsa, bu hayırseverlik veya merhametle olmaz, çünkü seküler insana göre kendi bireysel refahının sağlam bir garantisi olarak sadece kendisi vardır. Dolayısıyla vazgeçebilme ve elini uzatabilme kabiliyeti yoktur bu insanın.
aşk, kendinden vermeyle birlikte sahiplenmeye de eğilim gösterir.
Tüm dünyevi aşkın başlangıç tezahürü üremeye matuf birleşmedir… Bizi cezbeden ebedi dişilikten bahsederken Goethe, aşkın yaratılmışlığı devam ettirdiği, dişilik ve erkekliğin yaratılmış eseri şartlandıran ve böylece sürekli olarak hayatın yeniden üretimini akıtan arketipik kuvvetler olduğu görüşünü ifade etmiştir.
Yunan mitolojisinde genç Narcissus prototipinin bir ben aşkı vardır, ama efsanede tasvir edildiği gibi hastalıklı bir durum vardır: kendi suretini aşkla tefekkür eden Narcissus erir ve ölür.
Şeytana imanın parçalarından birisi de şöyle: bilirsen, hiçbir şeyden korkmayacaksın. Dolayısıyla bilgi sadece iktidar değildir: bilgi ayrıca bize manevi huzur sağlar ve bu Şeytan’ın insanlığa en önemli ve en yalan mesajlarından biridir.
…dünyamızda doğru ve yalanın, iyi ve kötünün tek sesten tanımlanmış ve farkları açıkça gösterilmiş şeyler olarak buluşması pek nadirdir. Çok daha sıklıkla gözlemlenen şey, onların birbiriyle iç içe geçmiş olduğu ve bu karışıklıklar içinde iyi buğdayı ayrık otundan ayırmanın hiç de kolay bir iş olmadığıdır.
Her insanoğlu bir bireydir, ama onun ayrıklığına ve biricikliğine diğer insanların aynı anda birey olarak varoluşları eşlik eder. Psikolojik açıdan olduğu kadar biyolojik açıdan da biz diğer yaratıklarla dayanışma içinde bulunmadan yaşayamayacak bir çerçevede yaratılmışız. Bu noktada bireyin münferit mahpusluğu veya tam tecrit halinde yaşaması sadece bir saçmalıktan ibarettir.
Bir de aile ölçeğinde konuya eğilelim. Aile insanın sosyal hayatında en küçük birimdir. Sosyal hayatın temel hücresi olmasının yanısıra genel olarak mikrokozmu, hayatın “atomunu” oluşturur. Aile minyatür bir toplumdur ve toplumda geçerli hayatı oluşturan ne varsa hepsine potansiyel olarak erişme yeteneğine sahiptir…Aile ayrıca anne-babanın koruması altında büyüyen ve yetiştirilen yeni nesillerin doğduğu ve olgunlaştığı bir yuvadır. Böylece yuva Yaratıcı’nm merhametli babalığının dünyevi sureti olur ve ebeveynler tıpkı Yaratıcı gibi çocukları için korumacı ve eğitimci bir rol üstlenerek üretimlerinin önünde konumlanmışlardır. Bu yatay perspektife, sevgi sayesinde ebeveynin ve çoçukların birbirine bağlandığı dikey bir perspektif karşılık gelir. Aile böylelikle tüm yaratışın da mikrokozmik biçimi olan bir müessese olur.
Parçalamak, rahatsız etmek, yıkmak her zaman kolaylıkla ve çabucak başarılabilecek bir iştir.
Aktif hayatında insanın tek bir amacı vardır: bize verilmiş olan hayatı korumak. Bu çaba içinde kendiliğinden gelen bir diğer amaç ise tüm varlığa verilmiş hayatı korumaktır. İnsanın bu amaçlarının bize hayatı Bağışlayan’a riayet edilmediği takdirde hiçbir anlamı yoktur ve uzun süreli hiçbir tatmine de uygun düşmez. Dolayısıyla her bir sağlıklı insanın, hayatında yıkıcı kuvvetlere karşı koruyucu hizmet görecek bir parça ön yargıya sahip olması şarttır.
İçgüdü hiç şüphesiz insanın sahip olduğu ruhi bir donanımdır, fakat kökleri daha derindedir. İç güdüsel veya sezgisel kabiliyet, üstün gerçekliği idrak edici bilincimizde belli bir kaynağa sahiptir. Dolayısıyla İç güdü sanıldığının aksine bizi körü körüne hareket etmeye götürmez. İçgüdü sadece düşünce ve fikirlere bile tercüme edilebilecek ve biçim alabilecek bir hareket tarzını dikte eder bize; belirli bir mantalite içinde hareket eder. İç güdüsel ve sezgisel kabiliyetle, kendi güvenliğimiz için peşin hükümler ve ön yargılar olarak somut biçimde yapmamız gerekenler de oradadır. Adından da anlaşılacağı üzere önyargı, bir konum alma, muhakeme gibi zihinsel melekelerimizden süzülmemiş bir fikirdir. Ön yargı akıl-öncesidir, rasyonel bir teste tabi tutmadan aldığımız bir tercihtir ve rasyonel terimlerdeki motivlere yoramayacağımız bir sezgisel katiyet ve iç güdüsel heves ile belirlenir.
Korunma iç güdüsü, insanı sadece biyolojik bir yaratık ve varolma araçlarını donatan doğal çevre olarak ilgilendirmez. İnsan ayrıca ruhunu da korumak zorundadır.
Dikkatler, zaman içinde hakikat ve yalan biçimindeki kavrayışından insana yararlı olabilecek olanlara çevrilir. Bu zekice dönüş ile, ilgi, kendisini dünyevi nesnelere giderek daha fazla bağlar ve hissedilir olgular dünyasıyla sınırlanır. Niyetleri tavsif etme hizmeti gören bu ilgi, dünyevi ve elle tutulabilir alandan ileri gelir ve bu alan, iyiyi, duyumsal mutluluk ve zenginlikten yana tavır koyma olarak tanımlamıştır.
Bilim adamı mütevazi olduğuna inanır, çünkü yaptığı araştırmaların sonuçlarının ne kadar kırılgan ve tamamlanmamış olduğunu bilir. Samimi olduğuna inanır, çünkü akıldışı ifadelere bağlı olmadığını ve böylece faaliyetlerini peşin hüküm vermeden sürdürdüğünü düşünür. Yürekli olduğuna inanır, çünkü insanın önündeki uzlaşılamaz şeylerin peçesini açmaktan korkmaz. Öte yandan din savunucularını, dogmatik ve ortodoks sistemlerin siperi arkasında kendilerini muhafaza etme tarzında verimsiz ve hayatı olumsuzlayan aydınlık düşmanları olarak sunmaktan da geri durmazlar. Aynı zamanda “ışıktan korkan alçaklar” olmakla suçlanır iman savunucuları. Bununla da bitmez suçlamalar. Kibir ve tahmine dayanan hüküm vermeyle de suçlanırlar, çünkü onlar mutlak ve üstün bir hakikati tanıma taleplerini sürdürmüşlerdir. Bunu takiben sürekli olarak bir hizmetçi alçak gönüllülüğü ve Prometheus’un kahramanlığına atıfta bulunan profan bilim, insan Krallığı’nda kendisini, değerlerin bugünkü sistemden kaynaklanan tüm moral zaruretlerine cevap veriyormuş gibi sunar. Bariz bir şekilde cesur ve aynı zamanda tamamıyla pragmatik olan
hakikat araştırısındaki bu tavır, etkilerini müsamahasız bilimsel incelemeler alanından çok öteye genişletecektir. Modern toplumda, kuvvet ve zevk ilkeleri çerçevesinde güç ve refah, bütün düşüncelerin, faaliyetlerin ve özlemlerin amaçladıkları hedefler oluverirler. Bununla birlikte fikirler, bu amaçlara ulaşma araçlarında bölünebilir. Faaliyetlerimizin sonuçları feci de olabilir. Ancak bütün bunlar yeterince eksik ve yanıltıcı olsa bile tüm bu çabaların “iyi niyetler damgası taşadığına dair temin edileceğizdir. Böylece, sistemin bayraktarları ve yardakçıları için düzenbazlıkla ahlâki temelde bir meşruiyet sağlanıverir. Hepsi bu kadar da değil, dahası var. insan Krallığı’nın meseleleri
sorumluluk kavramının dönüştürülmesiyle de yumuşatılacaktır. Halk egemenliği, iktidarı ellerinde tutanlar haricinde, yani halk haricinde (iktidar=halk) hiç kimsenin sorumlu tutulamayacağını ima eder. Dolayısıyla halk denilen mefhum kendi kendini suçlayamaz ve mahkum edemez. Çünkü bir iktidar iştirakçisi, bir hüküm sahibi demektir aynı zamanda; o halde kendi kendisini suçlu görüpte hapse atması söz konusu değildir. Halk sadece egemenlik kanunları ve düzenlemelerini ihlal edenleri suçlayabilir ve mahkum edebilir. Demek ki, sadece halk egemenliğinden sadır olan kanun ve düzenlemelere tecavüz edenler ve saldıranlar adalet önüne çıkarılabilir. Krallık saltanatının teba’sını oluşturan bizzat halkın kendisi ise sorumluluk diye bir şey bilmez, devredilmiş sorumluluğun sorumsuzluğunda yaşarlar. Sadece iktidarlarının yüce sorumsuzluluğundan zevk almak durumundadırlar: Krallık senin için, iktidar ve ululuk, hepsi senin için. Altın buzağı etrafında yapılan dans, yasaksız devam edebilecektir. Kişi, “hayat ziyafetinde” kendi yerini almak, iyi yaşama burada ve şimdi girmek zorundadır. Hiç kimse ne bizden hesap sorabilecek ne de herhangi bir konuda bize sorumluluk yükleyebilecektir. Baştan çıkarmanın fantastik bir aracı, İnsan Krallığı düzenindeki işte bu yüce sorumsuzluktur. Bütün bu baştan çıkarmalara ve azdırmalara kim karşı gelebilecektir? Sorumluluğun ağır yüküyle yüklenmiş olan kimdir?
İnsan Krallığı’nda temel amaç, insanoğlunu yeryüzünde iktidarın nezaretçisi yapmaktır ve bu hedefe ulaşmanın en önemli araçlarından birisi bilimdir. Bilimin ilk elde iktidar iştahının hizmetinde olması bu nedenledir ve Descartes, bilimin misyonu kamu yararını teşvik etmektir" diyerek konumunu açıkça gösterecektir.
İnsanın, düşünce kapasitesine bağlı tüm duyargalarını açarak eşya dünyasına ait problemleri kuşatması ve kucaklaması sınırlıdır, insan düşüncesi bu hakikat dolayısıyla içinde yaşadığımız gerçekliğin bir objektif, tam ve bütün bilgisine ulaşma kabiliyetinden mahrumdur.
Akıl, yaratılmış dünyanın bir parçası olmaya “mahkum” olmaktadır, insan düşüncesi, dünyevi hayatta aktif olan zihinsel gücün bir parçasıdır, tıpkı bizatihi insanın, yaratılışın bir parçası olması gibi…
Düşünce o halde zaman boyutunda meydana gelen operatif bir süreç, geçmişi muhafaza eden, kuvveden fiile çıkaran ve ona bağımlı olan hafızanın zaman üzerinde akışıdır.
İnsan düşüncesi, zaman ve mekan boyutlarında gelişen objektif bir süreçtir doğrusu. Her ferdin fiziksel kapasitesine bağlı olarak operatif bir süreç içinde mekanda üretilir… Birey ile sınırlıdır.
Max Plane ise bilimsel nedensellik ifadesi, yani müsebbib (tesir sahibi) nedenselliğin neden ve sonucun ters bir ilişkisine bağlanması gerektiğini, bir başka deyişle, varlığın ayrıca nihai bir amaca, “nihai nedenselliğe” doğru bir eğilim içinde olduğunu düşünür. Böylece Aristo’nun Hıristiyan Ortaçağ insanları için biçtiği terminolojiyle söyleyecek olursak, bu düzen, hiçbir şüpheye izin vermeyen bir inanç ile şu şekilde tanımlanabilir: Tanrı oka yön verir."
Eğer madde dünyasını ihata etmeyi denersek, kendimizi sürekli olarak günlük hayatımızda hesaba katmak zorunda olduğumuz ve bilimin hiç tereddüt etmeden sistemi içinde köşetaşları olarak kullandığı olguların karşısında buluruz. Sıcaklıktan, elektrikten, enerji ve hayattan söz ederiz. Peki ama nedir bu sıcaklık, bu enerji ve hayat nedir? Belirli limitler içinde görüngüsel dünyanın farklı elementleri arasında ilişkiler kurabilir bilim. Tamam, ama başka ne yapabilir?
Aklın sınırları dışına çıkan her sorunun “absürd” ve
“anlamsız” olduğunu beyan eden pozitivistler objektivite düzenbazlığıyla ne yapabileceklerdir? Auguste Comte’un “entellektüel birlikte” de ele aldığı gibi, insanın ruhi cihazlarının, görüngüsel (phenomenal) dünya ile buluşturularak harekete geçirilmesi gerekmektedir.
Modern bilimin felsefi temellerinin dayandığı Descartes için gerçek, kendisini bize iki paralel formda sunar: biri ruhî, diğeri maddi. Ruhî olan, maddeyi gözlemleyen insan düşüncesi biçimindedir ve insan düşüncesi aynı zamanda ontolojik delili oluşturur: cogito ergo sum, düşünüyorum o halde varım.
Yargıçların ve kanuncuların kusurları bize adaleti terk etme hakkını vermez, tıpkı Tanrı’nın varlığı karşısında argüman haline getirilen rahiplerin günahları gibi. Rahiplerin günahları yargıçlarınkinden daha günah değildir.
Aşkın hakikatin idrak edici ve sezgisel bilincinden bahsetmiştik. Sembol, vahiy ve gelenekten de bahsettik. Demiştik ki, bunlar hakikatin ve yaşamın yollarıdır. Peki ama aklımız bütün bunları reddederse ne olacak? Bilincimizi biri mantıksal diğeri “irrasyonel” olarak ikiye mi bölmek durumunda kalacağız? Bu iki eğilim arasındaki çatışmayla içsel olarak gerilip şişecek miyiz? Yoksa bir credo quia absürdüm’a" sığınarak ruhumuzu korumayı mı deneyeceğiz? Cevap isteyen sorular bunlar.
Üç büyük Semitik din, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da vahiy kutsal metinlerde devam etmektedir. Başlangıçta Söz vardı ve Söz vücut giymişti.
Akıl ve vahiy, insanın Tanrı bilgisinin iki kaynağıdır. Biri içsel diğeri ise dışsaldır. İnsan, birini öz seviyesinde diğerini ise varlık seviyesinde kazanır ama ikisininde kökü aynıdır.
Sahibimiz, insana tabiatı bozmaması gerektiğini de söylemiştir. Sekülerleşmiş insanın özellikle endüstri çağında tabiatı sömürmesi köklü bir yıkım, orijinal paklığında İlahîce sembolik olan tabiata saldırmasından dolayı kör bir kullanımdır. Sömürü, kutsala karşı bir küfürdür, çünkü insanın benlik davasının ve kibrinin bir ifadesidir. Tabiatın sömürüsü ve yıkımının sadece maddi kazanım gibi bir motivasyonu vardır ve bu yıkıcı güçler bizatihi insana da yönelebilirler.
Dünyevi yaşamımız sekülerleşmeye maruz kaldıkça o nispette de manevî içeriği oyulmaktadır. Aşkın gerçeklik bilinci pas tuttukça, buna paralel olarak insana, evrenle dayanışma hissi veren yaratılış bilinci de tamamen kaybolur.
Francis Bacon’un yaratısı “Solomon’un Evi,” Bacon’un hiçbir surette gizlemeye çalışmadığı gibi, içinde araştırma bilginlerinin ve insan bilgeliğine sahip bilgelerin bahusus manipülasyon ile devasa güçleri tanzim ederek insanlığın yönetildiği genel bir kadro çalışmasına benzer.
(paradoksal görünse de) bitkiler ve hayvanlar dokunulmamış cennetsel başlangıçlarındaki gibi insanlarda bulunmayan bir kutsallığa sahiptirler.
…kardeşlik de anlamını yitirmiştir; çünkü kardeş olabilmek için müşterek bir babaya sahip olmak gerekir.
Şimdi sorulması gereken soru ise şudur: İnsan Krallığı’nın peygamberleri doğru kulvarda mı koştular?
…insan her yerde kültürel, sosyal yaşam ve politika alanlarında giderek artan iktidarın vaatleriyle taciz ediliyordu. Bir özgürlük zorlamasıydı sözkonusu olan…
“Yaşamak, bir zevktir” ibaresi yeni mutluluk krallığı bayrağının renklerini oluşturmuştu.
İnsan Krallığı evrensel bir beyanname olarak şu şekilde sunulmuştu: insan bundan böyle özgür, herşeye kadir bir varlık olacak ve kendini sadece kendi menfaatlerine adayacaktır. Ne kimsenin efendisi ne de kölesi’ olacak, eşitlik formu altında evrensel iktidarı kazanacak ve cismani ihtiyaçlarını doyuma ulaştırarak kendisini gerçekleştirecektir. Prensip olarak bu, insanoğlunun bundan böyle hiçbir üstün otoriteye karşı sorumlu olmadığı dolayısıyla insanın kendisini Tanrı’nın yerine koyduğu bir hükümranlığın beyanı anlamına gelmektedir.
Adalet böylece tüm yaratılmış varlığın itaat ettiği, varlığın tek başına kaçıp kurtulamayacağı bir &‘yargı’, suum cuique(herkesin hakkına)dır."
Arzuyu meydana getiren, &‘irade eden’ insan değil, irade edilen &‘hedef’tir."
Her devrim seküler bir acı çekme yeridir."
Aklı başında hiçbir yaratık fikirlerin değişim değerini sorgulamaz. Ancak bu değişim özgürlüğünü sağlamak için iki şartın yerine getirilmesi gerek: Birincisi farklı düşünenler aynı doğru toleranstan yaralanabilmeli ve ikincisi fikir teatisi temel konuların özünü ilgilendirmeli ve kalıcı sonuçlara götürmelidir."
Niyetlerimiz ya da gayretlerimiz halis olabilir ama her şey üzerinde eksiklik damgası taşır."
Tüm şeytani entrikalar her şeyden önce şüphenin oğul vereceği şaşkınlık ve karışıklığı amaçlar."
Dünyamız iptidai bir tecrübe değildir; zıtlıklar ve eksiklikler, çatışmalar ve karşıtlılarla doludur."
Onlara göre başlıca üç düşman kalesi vardı: Dinsel ve kiliseye ait ortodoksluk, geleneksel aile hayatı, ulusal ve etnik vatanperverlik."
Aile minyatür bir toplumdur ve toplumda geçerli hayatı oluşturan ne varsa hepsine potansiyel olarak erişme yeteneğine sahiptir."
Dolayısıyla her bir sağlıklı insanın, hayatında yıkıcı kuvvetlere karşı koruyucu hizmet görecek bir parça ön yargıya sahip olması şarttır."
Hristiyan topluluklar her zaman varolagelmiştir, ama Hristiyan bir devlet hiçbir zaman var olmadığı gibi, bundan sonra da var olmayacaktır."
Sekülerleşmenin seyri iki büyük akıma, rasyonalizm ve sentimentalizme(duygusalcılık) göre ilerlemektedir."
Hakikati tecrübe ettiğimiz yer, idrak etme yetisine sahip bilincimiz ve hakikati nesnelleştirdiğimiz &‘kalp gözümüzdür’."
Yeryüzü bilgimiz vardır, ama parçalıdır ve bu parçacıkların yaratılmış ve eksik dünyamızda doğru, objektif bir birlik içinde toplanması mümkün değildir."
Pozitivizm ve Marksizmin müşterek paylaştıkları bir şey vardır: Her ikisinin de hakikat araştırmalarındaki nesneleri duyumsal varlıktır. …Pozitivizmin farklı bir metodu vardır: Nihai sonlar sorununu hariç tutma."
Yargıçların ve kanun adamlarının kusurları bize adaleti terk etme hakkını vermez, tıpkı Tanrı’nın varlığı karşısında argüman hâline getirilen rahiplerin günahları gibi."

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir