İçeriğe geç

Bane Günlükleri Kitap Alıntıları – Cassandra Clare

Cassandra Clare kitaplarından Bane Günlükleri kitap alıntıları sizlerle…

Bane Günlükleri Kitap Alıntıları

Camille’in yeşil gözlerindeki yaşları gördüğünde ve kollarının arasında ne kadar da kırılgan durduğunu fark ettiğinde çok şaşırdı.
Affınızı dilerim. Genellikle bu kadar kolay sarsılmam. Bir fani falcı bir defasında bana ölümün beklenmedik bir anda geleceğini söylemişti. Aptalca bir batıl inanç, değil mi? Buna rağmen her zaman tehlikenin farkında olmak isterim. Aslında hiçbir şeyden korkmuyorum, ama tehlikeden haberdar olmam gerek.
Güzelim kıyafetim, modadan anlamayan bir iblis tarafından parçalanmış olsaydı, ben de sarsılırdım, dedi Magnus ve Camille güldü.
Linette’siz hayat ölümden farksız.
Gölge Avcısı doğanı bir kenara bırakmaktan bahsediyorsun, dedi Magnus, yumuşak bir sesle. Bir insan aşk için çok şeyi feda edebilir ama asla kendini feda etmemelidir.
Linette cesur, güzel ve ayakları yere sağlam basan bir kadın ve eğer Yasa onu olduğu haliyle değerli bir varlık olarak görmüyorsa, o zaman yasa bir yalan demekti.
Edmund, diye düşündü Magnus. Ona su ve rüzgârla hafifçe savrulan, çok güzel bir tekneyi hatırlatıyordu. Demirleyecek bir yer veya bir liman bulup bulamayacağını ancak zaman gösterebilirdi. Aksi halde tüm güzelliği ve karizması günün birinde bir enkaza dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
En az dört saygın kıdemli Gölge Avcısı bana seninle asla iletişim kurmamamı söyledi, bu yüzden ben de seninle tanışmaya yemin ettim. Adım Edmund Herondale. Sizin adınız nedir acaba? Büyüklerim sizden bahsederken sadece ‘o arsız büyücü şovmen’ derler.
Bundan büyük onur duydum, dedi Magnus ve ardından kendisi de eğilerek selam verdi. Magnus Bane.
Sonuçta, dedi Magnus kendi kendine, elindeki maymun başlı bastonu sallayarak, çekici ve ilginç insanlar gökten düşmüyor.
Magnus’un enstitüde gördüğü sarışın Gölge Avcısı tam o sırada bir duvarın tepesinden parende atarak zarif bir şekilde önündeki sokağa indi.
Kırmızı brokardan yelekleriyle Bond Caddesi’nde biriken tahripkâr topluluklar da gökten inmezler. dedi Magnus, cennete doğru haykırarak.
Genç adam kaşlarını çattı. Efendim?
Ah, yok bir şey.
Magnus’un son aşık olduğu zamanın üzerinden epey vakit geçmişti ve bunun etkilerini hissetmeye başlamıştı. Aşkın ihtişamını olduğundan daha gerçek, kaybetmenin acısını ise olduğunda daha hafif hatırlıyordu.
Magnus her zaman siyah saçlıları tercih ederdi. Ne var ki kader onun ufkunu genişletmesine karar vermişe benziyordu. Ya böyleydi ya da dünyadaki tüm sarışınlar birdenbire diğerlerine çekici görünmek için bir tür komplo yapmış olmalılardı.
Magnus bakışlarını Camille’den ayırıp daha az keyif verici bir manzaraya, konsüle çevirdi. Konsül yüzünde tenini kaplayan mühürler gibi sert bir ifadeyle gözlerini Magnus’a dikmişti. Siz ve -ve vampir bayan- cilveleşmenize biraz ara verebilirseniz memnun olurum, dedi konsül, iğneleyici bir ses tonuyla.
Cilveleşmek mi? Sadece müstehcen bir sohbet ediyorduk, dedi Magnus, alınmış bir tavırla. Sizi temin ederim ki cilveleşmeye başladığım takdirde tüm oda bunun farkında olur. Cilveleşmelerim genellikle son derece sansasyoneldir.
Camille güldü. Ne kadar da zekice bir kafiye.
Eh, dedi Marcel sonunda doğrularak. Bu mükemmel çalışma için seni tebrik etmek gerek.
Magnus’un içi rahatlamıştı. Derin bir oh çekmemek için kendini zor tuttu.
Benim her işim mükemmeldir ama tebriğini kabul ediyorum, dedi, bir parmağını rahat bir tavırla Marcel’e doğru sallayarak.
Ve cennetten düşen bir yıldırım gibi, diye mırıldandı Magnus, içki kadehine doğru, Şeytanın düşüşünü gördüm.
Kırık bir kalbi onarmanın en kısa yolu, yola devam etmektir.
Bilim adamları Nazca Çizgileri’ni keşfedip de 1930 ve 1940’lı yıllarda araştırma yaptığı sırada, Magnus sanki taşlara kazınmış o şekiller kendi özel mülküymüş gibi bir parça sinirlenmişti.
Fakat sonra durumu kabullendi. İnsanlar böyleydi işte: İster sayfalara yazılmış isterse taşlara oyulmuş halde olsun, zaman içinde başkalarına mesajlar bırakırlardı.
Bize seni çölde bırakıp gitmemizi söyledin, yeni hayatına bir kaktüs olarak devam etmeyi planlamışsın, dedi Catarina.
Magnus aşık olduğu zamanlarda karşısındaki kişiye kalbiyle birlikte anılarını açma konusunda dikkatli olmayı öğrenmişti. İnsanlar ölüp gittiğinde, sanki kendisinden onlara verdiği her bir parça da ölüp gidiyormuş gibi hissederdi.
Ta ki ölümlü birine aşık olana dek. Bu durumda zaman, cimri birinin ellerindeki altına dönüşür, her bir parlak yıl dikkatle sayılarak sonsuz bir değer kazanır, ve her biri insanın parmaklarının arasından kayıp giderdi.
Magnus gözlerini Imasu’ya çevirdiğinde, Imasu’nun başını ellerinin arasına almış olduğunu gördü. Iıı, dedi Magnus. Sen iyi misin?
Sadece çok etkilendim, dedi Imasu cılız bir sesle.
Magnus üstüne çeki düzen verdi. Ah. Anlıyorum.
Bu kadar korkunç olmasından dolayı, dedi Imasu.
Magnus gözlerini kırpıştırdı. Efendim?
Bu yalana daha fazla devam edemem! diye patladı Imasu. Seni yüreklendirmeye çalıştım. Kasabanın önde gelenleri seni bu sevdadan vazgeçirmem için bana yalvardı. Annem bile gözlerinde yaşlarla yalvardı-
O kadar da kötü olamaz-
Evet, o kadar kötü!
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Magnus partnerlerinde görmeyi istediği şeylerin bir listesini tutardı -siyah saçlar, mavi gözler ve dürüstlük gibi.
Geçmişe bakıp hüzünlenmenin bir anlamı yoktu.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
İnsanlar sonsuza dek yaşamazlardı. Zamana karşı ellerinden gelen tek şey, yarattıkları şeyin kalıcı olacağını ummaktı.
Pek çok kereler umudun budalalık olduğunu öğrenmesine karşın elinde değildi. Bir yangına doğru ilerleyen ve inatla deneyimlerinden ders almayı reddeden bir çocuk kadar umarsızdı.Belki bu sefer her şey farklı olurdu.
Yatağınızı bir canavarla paylaşabilir, cinayet ve delilik dolu bir kafayla aynı yastığa baş koyabilirdiniz. Aynı şeyi Magnus da yapmıştı.
Ancak gözü kör eden aşk uzun sürmezdi. Bir gün gelir başınızı yastıktan kaldırır bir kabusu yaşadığınızı görürdünüz.
Sevebilen pek çok canavar görmüştü. Ancak çok azı bu sevginin kendilerini değiştirmesine izin verir, çok azı bir kişiye duydukları sevgiyi çoğunluğa karşı iyiliğe dönüştürebilirdi.
Her çağ kendini fazlasıyla aydınlanmış zanneder, her çağ aynı cehalet ve korku karanlığında tökezlerdi.
İçinde savaşan karşıt güçlerin farkındaydı. Vicdanlı biriydi, etrafındaki insanların kendisinden çok daha önemli olduğuna inanan biri ve şimdiden herkesi hayal kırıklığına uğrattığını düşünen biri. Ayrıca dürüsttü de. Hissettiği, istediği her şeye dair doğuştan açık fikirli biri.
Alec erdemlerinin tuzağına düşmüştü: Bu iki iyi özelliği acı verici şekilde çarpışıyordu. Sevdiği herkesi hayal kırıklığına uğratmadan dürüst olamayacağını hissediyordu. Bu onun için korkunç bir açmazdı. Sanki dünya onu mutsuz etmek için vardı.
Yıllar içinde çeşitli kulüplerde ve etkinliklerde tesadüfen birbirlerinin yanından geçmişler, birbirlerine sadece başlarıyla selam vermişlerdi. İlişkileri sona ermişti. Elektrik akımı gibiydi bu, dokunulmaması gerekiyordu.
Magnus’un uzak durmayı öğrendiği hayatındaki tek cezbedici şeydi bu.
Umrunda olabileceğini düşündüm. Sonuçta bir bıçak, doğrultulduğu yere karar verme hakkına sahip değil.
James gönlünü bu kıza kaptırmış, diye düşündü Magnus. Edmund ve Will’i tanıdığı kadarıyla, bir Herondale’in kalbini bir kıza kaptırmasının ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu.
Kaptırılan kalpler iadesi mümkün olmayan birer hediyeydi.
Çerçevedeki resimlerin üstü bile gri tozla kaplıydı. Fırça darbeleriyle boyanmış gemiler tozdan bir denizde batmış gibiydi.
Ona duyduğu inatçı özlemin sebebini anlıyordu. Aşktı bu. Yepyeni, muhteşem ve korkutucu.
Ne kadar uzun süre yaşarsanız yaşayın, korkunç şeyler görmeye asla alışamıyorsunuz.
Savaşçıların prensibi, her şeyden önce sorumluluktur. Sevgiden önce bile sorumluluk.
Neşeyle yer değiştirmeye devam et, yoksa tüm bu yanılsama kendini yok edecek.
En azından kabul etmelisin ki Tessa, Tatiana çaydanlık içinde kısılı kalmiş bir fare kadar çatlak.
Güven, Bu tıpkı birinin eline kılıç verip, ucunu kalbine dayamaya benziyor.
Genç çok ama çok güzeldi, ancak güzelliği bir zamanlar savaşlara neden olmuş Truvalı Helen’ inkine benzeyen, felaketlere gebe bir güzellikti. Öyle ışıltılıydı ki, Magnus’a yanıp kül olan şehirleri anımsatıyordu.
Gölge Avcısı doğanı bir kenara bırakmaktan bahsediyorsun. dedi Magnus, yumuşak bir sesle. Bir insan aşkı için çok şey feda edebilir ama asla kendini feda etmemelidir.
Magnus’un son âşık olduğu zamanın üzerinden epey vakit geçmişti ve bunun etkilerini hissetmeye başlamıştı. Aşkın ihtişamını olduğundan daha gerçek, kaybetmenin acısını ise olduğundan daha hafif hatırlıyordu. Kendini potansiyel âşık arayışıyla pek çok yüze bakarken buldu.
Geçmişe bakıp hüzünlenmenin bir anlamı yoktu. Magnus hüznü hiç sevmezdi. Hüzün, filler ve iç karartıcı insanlar ve iç karartıcı filler içindi.
İnsanlar böyleydi işte: İster sayfalara yazılmış isterse taşa oyulmuş hâlde olsun, zaman içinde başkalarına mesaj bırakırlardı. Zamanın içinden bir el uzatarak, gelecekteki hayali bir elin sizinkini tutacağını umut etmek gibi bir şeydi bu. İnsanlar sonsuza dek yaşamazlardı. Zamana karşı ellerinden gelen tek şey, yarattıkları şeyin kalıcı olacağını ummaktı.
Magnus âşık olduğu zamanlarda karşısındaki kişiye kalbiyle birlikte anılarını açma konusunda dikkatli olmayı öğrenmişti. İnsanlar ölüp gittiğinde, sanki kendisininden onlara verdiği her bir parça da da ölüp gidiyormuş gibi hissederdi. Parçaları birleştirip tekrar bir bütün hâline gelmek her seferinde çok uzun zaman alırdı ve insan bir daha asla eskisi gibi olmazdı.
Magnus partnerinde görmeyi sevdiği şeylerin listesini tutardı-siyah saçlar, mavi gözler ve dürüstlük gibi-. Oysa bu sefer dikkatini çeken şey, karşısındaki kişinin hayata karşı takındığı benzersiz duruş olmuştu. Magnus buna benzer bir duruşu daha önce hiç görmediği için daha fazlasını öğrenmek istemişti.
Her çağ kendini fazlasıyla aydınlanmış zanneder, her çağ aynı cehalet ve korku karanlığında tökezlerdi.
Sonsuzluğun gerçek ağırlığı üstünüze çöktüğünde -ki genellikle gecenin bir vaktinde yalnız başınızayken olurdu- bu ağırlık dayanılmaz hale gelebiliyordu. Herkesin öleceği ve sizin kimin ne olacağını bilmediği şeylerle dolu, bilinmez, engin bir gelecekte sonsuza dek yaşayacağınızın farkındalığı, her şey mütemadiyen yok olurken sonsuza kadar yaşayacağınızı bilmeniz
Güven. Bu tıpkı birinin eline kılıç verip, ucunu kalbine dayamaya benziyor.
Senden bana güvenmeni istemedim, diye belirtti Magnus nazikçe.
Ah, sana güveneceğim, dedi genç, umursamaz bir tavırla.
Ne fark eder ki? Er ya da geç hepimiz ihanete uğrarız. Ya ihanete uğrarız ya da bir hain oluruz.
İçinde onu sürekli uyaran bir ses vardı : Neşeyle yer değiştirmeye devam et, yoksa tüm bu yanılsama kendini yok edecek.
Kalbinin kırıldığı o an içinde bile, insan kendini aniden kahkahalar atarken bulabiliyordu.
Magnus için kahkaha atmak her zaman çok kolay olmuştu ve işe de yaramıştı. Ancak yeteri kadar değil.
Onlar için de zaman yağmuru andırırdı. Yere düşen damlalarıyla parıltılar saçarak dünyayı değiştiren, fakat aynı zamanda kanıksanan bir şey.
Ta ki bir ölümlüye aşık olana dek. Bu durumda zaman, cimri birinin ellerindeki altına dönüşür, her bir parlak yıl dikkatle sayılarak sonsuz bir değer kazanır, ve her biri insanın parmaklarının arasında âdeta kayıp giderdi.
Magnus, Alec’in ne hissettiğini bilecek kadar tanımıştı onu. İçinde savaşan karşıt güçlerin farkındaydı. Vicdanlı biriydi, etrafındaki insanların kendisinden çok daha önemli olduğuna inanan biri ve şimdiden herkesi hayal kırıklığına uğrattığını düşünen biri. Ayrıca dürüsttü de. Hissettiği, istediği her şeye dair doğuştan açık biri. Alec erdemlerinin tuzağına düşmüştü: Bu iki iyi özelliği acı verici şekilde çarpışıyordu. Sevdiği herkesi hayal kırıklığına uğratmadan dürüst olamayacağını hissediyordu. Bu onun için korkunç bir açmazdı. Sanki dünya onu mutsuz etmek için vardı.
İnsan farkına varmadan yorulabilir miydi? Umudunu birdenbire değil de yavaş yavaş, gün gün, farkında bile olmadan kaybedebilir miydi acaba?
öyle yalnızdı ki yok gibiydi.
Şayet Jace ışığı ve dikkatleri toplayan altınsa, Alec gümüştü: Herkesin Jace’e bakmasına o kadar alışkındı ki o da ona bakıyordu. Jace’in gölgesi altında yaşamaya o kadar alışmıştı ki görülmeyi hiç beklemiyordu. Belki de Alec’e bir odada herkesten çok görülmeye, uzun uzun bakılmaya değer tek kişi olduğunu söyleyen ilk kişi olmak yeterdi.

Üstelik çok az insan bilse de gümüş altından daha nadir bulunan bir madendi.

Görünüşe bakılırsa, ölünce herkes birbirine benziyordu.
Her çağ kendini fazlasıyla aydınlanmış zanneder, her çağ aynı cehalet ve korku karanlığında tökezlerdi.
Her şeyin çözümünün bu olduğunu sanıyorsun, değil mi, Bane? İçki içmek, dans etmek ve sevişmek Ama sana bir şey diyeyim mi, bir şey yaklaşıyor ve bunu görmezden gelmek ahmaklık olur.
Ne zaman ahmak olmadığımı iddia ettim ki?
Bana tam olarak ne soruyorsun Alfie?
Onu geri istiyorum, Magnus. Bunun mutlaka bir yolu olmalı.
Alfie
Ya da onu unutmam için bana yardım et. Bahse girerim, bu kadarını yapabilirsin.
Alfie Magnus pek yalan söylemek istememesine karşın, böyle bir tartışmaya girmeyecekti. En azından o anda, orada yapmayacaktı bunu. Yine de bir şeyler söylemesi gerekiyormuş gibiydi.
Anılar önemlidir, dedi Magnus.
Ama bana acı veriyorlar, Magnus. Onu düşünmek canımı yakıyor.
Bir insan aşk için bir çok şeyi feda edebilir ama asla kendini feda etmemelidir.
“Ümitsizliğimin aslında kılık değiştirmiş bir asalet olduğunu sanma, çünkü öyle değil. Benim ıstırabım sadece kendimle, başkası için değil.”
“bir insan aşk için çok şeyi feda edebilir ama asla kendini feda etmemelidir.”
Bilim adamları Nazca Çizgileri’ni keşfedip de 1930 ve 1940’lı yıllarda araştırma yaptığı sırada, Magnus sanki taşlara kazınmış o şekiller kendi özel mülküymüş gibi bir parça sinirlenmişi.
Fakat sonra durumu kabullendi. İnsanlar böyleydi işte: İster sayfalara yazılmış isterse taşa oyulmuş hâlde olsun, zaman içinde başkalarına mesajlar bırakırlardı. Zamanın içinden bir el uzatarak. gelecekteki hayali bir elin sizinkini tutacağını umut etmek gibi bir şeydi bu. İnsanlar sonsuza dek yaşamazlardı. Zamana karşı ellerinden gelen tek şey, yarattıkları şeyin kalıcı olacağını ummaktı.
Bu yüzden Magnus geçmişte yaşayanların mesajlarını geleceğe aktarmasını kabullenebilirdi.
Neredeyim? diye sordu Magnus, çatlak bir sesle. Nazca.
Demek ki Magnus hâlâ Peru’daydı. Bu da korktuğunun aksine daha mantıklı davranmış olduğu anlamına geliyordu.
Ah, demek ufak bir yolculuğa çıktık.
Bir adamın evine zorla girdin, dedi Catarina. Bir halı çaldın ve büyü yapıp uçurdun. Sonra da hızla gökyüzüne karıştın. Biz ise seni yürüyerek takip etmek zorunda kaldık.
Bir ölümlüye âşık olunca, zaman, cimri birinin elindeki altına dönüşür. Her bir parlak yıl, dikkatle sayılarak sonsuz bir değer kazanır ve her biri, insanın parmaklarının arasından âdeta kayıp gider.
Bir insan aşk için çok şeyi feda edebilir ama asla kendini feda etmemelidir.
Oysa Alec’le birlikteyken Magnus’un zaman algısı iki kalbin eşzamanlı çarpması gibi kolaylıkla Alec’inkine uyum sağlıyordu. Kendini Alec’e bağlanmış hissediyor, Alec yanında olmadığında benliği huzursuz ve isyankâr bir hâle bürünüyordu. Zira Alec yanındayken her şeyin nasıl da farklı olduğunu, gürültücü dünyanın Alec’in sesiyle nasıl da sustuğunu biliyordu.
Sonsuzluğun gerçek ağırlığı üstünüze çöktüğünde -ki genellikle gecenin bir vaktinde yalnız başınızayken olurdu- bu ağırlık dayanılmaz bir hale gelebiliyordu. Herkesin öleceği ve sizin kimin ne olacağını bilmediği şeylerle dolu, bilinmez, engin bir gelecekte sonsuza dek yaşayacağınızın farkındalığı, her şey mütemadiyen yok olurken sonsuza kadar yaşacağınızı bilmeniz
İnsanlar böyleydi işte: İster sayfalara yazılmış isterse taşa oyulmuş halde olsun, zaman içinde başkalarına mesajlar bırakırlardı. Zamanın içinden bir el uzatarak, gelecekteki hayali bir elin sizinkini tutacağını umut etmek gibi bir şeydi bu. İnsanlar sonsuza dek yaşamazlardı. Zamana karşı ellerinden gelen tek şey, yarattıkları şeyin kalıcı olacağını ummaktı.
Kalbinin kırıldığı o an içinde bile, insan kendini aniden kahkahalar atarken bulabiliyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir