İçeriğe geç

Bakışın Senin Kitap Alıntıları – Ahmet Telli

Ahmet Telli’nin kitaplarından Bakışın Senin Kitap Alıntıları sizlerle.

Bakışın Senin Kitap Alıntıları

Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma.
Zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin..
Neredesin! Cehennemin dibindeyim desem
Cudi’nin yamacında el bombasının piminde
Kalemin mürekkebinde sitemin ilk harfinde
Şarabın dip tortusunda aynanın kırık yerinde
Kayboluşun ortasındayım desem ne fark eder

Say ki bulutum yağmurunu esirgemeyen
Farz et ki fiilini yitirmiş bir cümleyim
Faili öksüz bir cümle de diyebilirsin
Kekemeliğim bundandır belki, her köşede
Beni tökezleten bir kadın gölgesi yahut
Kendini kâhin sanan bir şair bulunur

Yüksek sesle okunan bir şiir miydi dünya
Ve Meline bir Erivan türküsü müydü dilinde
Zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin

Söz uçamamış kanatları kırık çünkü
Hâtıralar, yeminler, masûmiyet
Sular seller gibi akıp gitmiş ömürden
Kibir ve söz hanidir yol arkadaşı

Kibir de ağırlık söze ve dönüp
Bir kez daha yoruyor söyleyeni
İstihap haddini aşmışken yorgunluk
Her sapakta “yalnızsın!” işareti

İkide bir kaçırma gözlerini herkes bilir
Kalbi kırılanın kalp kırmadaki hünerini
Uygar değil kalbimin atışı
Hız delik deşik etmiştir onu, hüzünse
Sızıyor o tansıkla doğanın koynuna
Doğacak güneşi karnında taşıyan gece
Kadar kapkaraydı bakışların
Ve, ülkem beni terk etti.
İnsanın boyundan uzunsa gölge
Orada güneş batıyordur
Her sapakta “yalnızsın!” işareti
Biliyorum lan, biliyorum bunu
Yanık bir kâğıttan daha kırılgansa zaman
Karşı çıkılacaktır elbet tarihin akışına
Yol konuşur mu bizimle
Eski yolculukları
Herkes unutup gitmişken
Biten aşkları
Unut gitsin mi, unut gitsin öyleyse
Yol yakınken dönen hikâyeler biriksin
Biriksin unufak ettiğin dar zamanlar
Söz muammadır dilinde senin
Bıçakla kesilecek kadar koyuydu karanlık
Tam da orada soruyorsun: hüzün nedir
Ne bileyim ben!
Gülüşünden vurdular kardeşimi.
Bir itiraf düşüyor şimdi payıma
“-Sonra işte yaşlandım
Enkaz altından geliyor sesin tarih deme bana
Nabzımda biriken kimya patlamak üzere
Hakikat nedir diye sormaya vakit kalmamış
Söyleseler inanmazdın mekansızdır aşk
Okunaksız bir el yazısı diyorsun hayata
Hayat bir kez doğrulasaydı seni
Omzuna yaslan ki bir karanlığın
Adına yakışan bir geçmiş bağışlansın
Unutuldu sanılan eski bir aşk
Her nasılsa hatırlatır ya kendini
Bir koku, bir kitap yahut sokakta
Bir sesin çınlamasıyla apansız
Yaprakların hışırtıları, börtü böceğin
Hiç dinmeyen sinir bozucu sesleri
Başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız.
Aklım, diyorum o zaman, ey aklım
Koru beni hafızanın uçurumundan
Sorularıma karşılık aramayı bırak
Irmak olurdun dağ serinliği okşardı yelelerini
Yahut bir bulut ağardı şehlâ sessizliğine
Sen seni aynalarda değil, deli sularda denedin
Ormana tütüne yüzüyle konuşan bir halktın
Şimdi bütün bunların kefareti isteniyor senden
Ay utancından kıpkızıl, çöle dönüyor coğrafya
Bedevileşen devletin mülkü olsun diye

Karıncayı ay’ı ormanı şehri unutma

Bir karınca yuvasının başında
Saatler geçirirdik, sonra sırtüstü
Uzanırdık serinliğine çayırların
Yüksek sesle okunan bir şiir miydi dünya
Yüksek sesle okunan bir şiir miydi dünya
Ve Meline bir Erivan türküsü müydü dilinde
Küllerin altındaki közdü bakışın senin
Unutuldu sanılan eski bir aşk
Her nasılsa hatırlatır ya kendini
Bir koku, bir kitap yahut sokakta
Bir sesin çınlamasıyla apansız
Anlatıcısının kekemeliğine sığınan
Bir hikayeyle başlıyordu her şey
Cesareti olmayana
Yol ne lazım gelir!
Hatıralar, yeminler, masumiyet
Sular seller gibi akıp gitmiş ömürden
Enkaz altından geliyor sesin tarih deme bana
Nabzımda biriken kimya patlamak üzere
Söyleseler inanmazdın mekansızdır aşk..
Çiçekler hüzünlü, kokuları kaybolmuş
Kadınsa yaprak döküyor tam da orada
Galiba ölüyoruz diyor, sönüyor ışıklar
Kim duyabilir şimdi çiçeklerle kadının
Kuğularınkini andıran veda ezgisini
ikide bir kaçırma gözlerini herkes bilir
Kalbi kırılanın kalp kırmadaki hünerini
Farzet ki fiilini yitirmiş bir cümleyim
Faili öksüz bir cümle de diyebilirsin
Kekemeliğim bundandır belki, her köşede
Beni tökezleten bir kadın gölgesi yahut
Kendini kâhin sanan bir şair bulunur.
Güneşe ve güzelim tabiata son defa bakarken
İkide bir söylediğin gibi, ‘hayat zamanda değil
Zamanın kullanışında var olur’,
Ot çürür, bellek tozlanır gümüş kararır da
Dinmez düşlerin uğultusu ah Manuşyan
Kabulümdür eski aşklar hız karşısında
Başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız.”
Hasan Ali Toptaş
Bir karınca sürüsünü görsen karınca olup
Düşerdin kâfilenin önüne, susamış atlar için
Irmak olurdun
Hatıralar da dolduramaz gittikçe koyulaşan bu boşluğu.
Kendimi çağırdım senin yanına, haysiyeti
nedir ölümün görüp yaşayalım birlikte
cesareti olmayana,
yol ne lazım gelir!
Ölümün haysiyeti ölüm kadardır.
Ateşin lanetini İbrahim’e sor ve suyu dinle
Şehri anlat, hatıraları koru, taş çölün rahmidir
Mermerin damarlarına sızmıştır hikayemiz
Suyu dinle, toprağı anlat, seni unutma.
Mahir’in Kesintisiz’i Deniz’in son sözleri
Hani derler ya, “mıh gibi” aklımdadır;
Ama dün okuduğum kitabın adı neydi,
Hatırlayamıyor bu yorgun hafıza!
Neredesin! Cehennemin dibindeyim desem.
Bir de ne yazıyor allah aşkına
Katipler, romancılar ve tanrı
Okumadığın, inanmadığın ne varsa
Biriktir ki tökezletsin seni
Seni bir kalbin dehlizinde unutsun
Zaman, kelimeler gibi sekiyor bakışında senin.
Ah kadın, adın Cizre miydi senin
Ekmek almaya gidenin yaşı mı sorulur
Berkin Elvan’ı ne zaman unuttun
Söyleseler inanmazdın mekansızdır aşk
Okunaksız bir el yazısı diyorsun hayata
Anlatıcısının kekemeliğine sığınan
Bir hikayeyle başlıyordu her şey
Sükut helak etmesin diye belki
Sen şarabın kırmızısını elmanın yeşilini
Cürm hâlinde yakalasın bizi ahlâk polisi
Ve derdi ki, gölgesine otur
Dinle ağaçlarla rüzgarın sohbetini
Bir ıslık tutturacaksın dönerken evine
Ölümün haysiyeti ölüm kadardır
Galiba
Vicdanıydı
O tek damla
O denizin
Boynun hatırladığım bir kuğu hüznü
Şikâyetsizdir ve füsunkârdır bakışın senin
Yanık kokuyor şehir, şehir kan kokuyor
Coğrafyanın memelerinden emdiğimiz süt
Kan olup akıyor yaralarımızdan
Ama malulen emekli solcunun muhabbeti
Kötü çevrilmiş bir kitabı okumaya benzer
Şikâyetsizdir ve füsunkârdır bakışın senin.
Her sapakta “yalnızsın!” işareti
Biliyorum lan, biliyorum bunu.
Bakışın senin: çatılara yuva yapmış kırlangıç hızı
Ağustos denizinin çırpınışı, bahçeye inen çocuk
Bir romanın ilk cümlesi oluyor alnına düşen saç
Ulusal müzeye kabul edilmeyen aykırılıksın sanki
Bakışın senin: kavakların rüzgârla kıpırdanışı
Bir kamaşmayla ürperişi zeytin ağaçlarının
Tam orada dur şimdi, gözbebeklerinin hayret
Nidâsıyla harelenmesine tanık olsun zaman
Zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin
Ulusal müzeye kabul edilmeyen aykırılıksın sanki
Anılar edinmiştim bunca yıl kış kıyamet
Sımsıcak tutsun diye kalbimin tenhasını
Ama babamın ölüm tarihini ikide bir
Telefon edip öğreniyorum kardeşimden
Sen seni aynalarda değil deli sularda denedin
Aklım, diyorum o zaman, ey aklım
Koru beni hafızanın uçurumundan
Sorularına karşılık aramayı bırak
Ve söndür dehlizin ucundaki kandili
Hayret! Dünyayı anlamıyorum.
Bakışında tozlu bir böğürtlen tadı
-Cesareti olmayana
Yol ne lazım gelir!
hayat ona bir hayat bağışlasın.
Bakışın senin: çatılara yuva yapmış kırlangıç hızı
Ağustos denizinin çırpınışı, bahçeye inen çocuk
Bir romanın ilk cümlesi oluyor alnına düşen saç
Haysiyeti yağmur olan bir dağ düşün
Ufalanan zaman mıdır hatıralar mı
Hadi yüzleş hiç beklemediğin yüzlerle
Bilen susuyor, bilmeyende laf çok.
Kısacık ömürlerine devrimler sığdıran
Arkadaşlar arkadaşlar arkadaşlar
Yaşamak ağır geliyor artık mezarlarınıza
Karanfiller bırakıp dönerken her defa
Yeni bir defter, kötü ciltlenmiş
Bir ömrü özetliyor mum ışığında
10.10.10/101 Ankara gar önü(mahşer)
Kardeşler kardeşler kardeşler
Ne tanrı duyuyor çığlığı ne devlet
Ölüm de kaybediyor haysiyetini
Cudi’ye bakıp durma, fistanın alev alır.
Güneşe ve güzelim tabiata son defa bakarken ikide bir söylediğin gibi,
” Hayat zamanda değil zamanın kullanışında var olur”.
Cizre miydi senin adın? Cudi’ye bakıp durma, fistanın alev alır.
Bir karıncanın yuvasının başında
Saatler geçirdik, sonra sırtüstü
Uzanırdık serinliğine çayırların
Köpeğimiz telaşlı aklımız çocuk
Hırpalandıkça salan kelimeye ne denir
Uzak çok uzak kalbinle kurduğun söz
Her sapakta “yalnızsın!” işareti
Zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin.
Sitem de insana dair
Demişti hayatımızdaki biri
Nefret de öyle ayrılık da.
Son günlerde unutup gidiyorum fincandaki
Kahveyi, oturduğum evin kapı numarasını,
Yaşadığım şehrin ne kadar az tanıdık ve gri
Olduğunu fark ediyorum yıllar geçtikçe
Şimdi yüzler silinip gidiyor birer birer
Fotoğraftakiler kimlerdi çıkaramıyorum
Veda ediyor sanki herkes sitemkar eda ile.
Kim? Acısını mürekkep
Yarınını yazı’dan sanmış
da zamanın göçüğünde
Biriktirmiştir sessizliğini
Hadi yüzleş hiç beklemediğin yüzlerle
Omzuna yaslan ki bir karanlığın
Adına yakışan bir geçmiş bağışlasın.
Düşüşüp durmaktasın zihnin tökezliyor
Yırtık zamanın en ucundasın, uçurum
mu diyorlar ne; işte orayı seçmişsin
Hırpalandıkça solan kelimeye ne denir
Uzak çok uzak kalbinle kurduğun söz
Yolcu unutmuş menzili ufuk bungundur
Çürüyen otlar çılgına çevirir börtüböceğini
Başın dönüyor eprimiş hatıralar ortasında
Söyleseler inanmazdın mekansız aşk
Okunaksız bir el yazısı diyorsun hayata
Hayat bir kez doğrulasaydı seni
Biriksin umurumda ürperen her söz
Söz muammadır dilinde senin.
Başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız.”

Hasan Ali Toptaş

Her sapakta “yalnızsın!” işareti Biliyorum lan, biliyorum bunu
Farzet ki fiilini yitirmiş bir cümleyim
Faili öksüz bir cümle de diyebilirsin
Kekemeliğim bundandır belki, her köşede
Beni tökezleten bir kadın gölgesi yahut
Kendini kahin sanan bir şair bulunur

Peki sen kimsin desem gereksiz bir
“Karanlıkta yüzen” gerçeksin galiba
Ölü heceler pıtraklanıyor sözcüklerinde
Yürüdüğün sokaklarda kimliği belirsiz
Hayaletler görüyorsun ürperen kalbinle
Belli ki seninki kara, kapkara bir ütopya

Bir roman kadar uzun bu tümce
-Sonra işte yaşlandım
Gülten Akın
-Cesareti olmayana
Yol ne lazım gelir!
Ekmek almaya gidenin yaşı mı sorulur
Berkin Elvan’ı ne zaman unuttun, hani
O kaşları karadan daha kara Berkin’i
Ölü bebekleri beyaz bayrak esirgemiyor
Bir derin dondurucu bul yahut kâbusa
Dönen uykular kanatlansın Botan’da

Ölümün haysiyeti ölüm kadardır

keder de onarır hayatı bazen
Yılmaz Güney duruşlarında fiyaka
Müslüm Gürses kollarında jilet Yazı değil söz üzreydiler Kimim değil ben;
Sorulsa cevapsız bir bakış.
“Sana ne lan!”
Kaldırımdakine posta koyup Otomobillere öncelik verirler
Küllerin altındaki közdü bakışın senin
….
Şikayetsizdir ve füsunkârdır bakışın senin
Bir kez daha “senin izmaritinden Kavga da çıkmaz yangın da
Sitem de insana dair Demişti hayatımızdaki biri Nefret de öyle ayrılık da
Şikâyetsizdir ve füsunkârdır bakışın senin…
Coğrafyanın memelerinden emdiğimiz süt
Kan olup akıyor yaralarımızda ama ben
Kendimi çağırdım senin yanına, haysiyeti
Nedir ölümün görüp yaşayalım birlikte
Sesini duyalım topraktaki iniltinin ama sen
Seni unutma, kederde onarır hayatı bazen
Ateşin lanetini ibrahim’e sor ve suyu dinle
Şehri anlat, hatıralarını koru, taş çölün rahmidir
Mermilerin damarlarına sızmıştır hikayemiz
Suyu dinle toprağı anlat seni unatma
Yeni bir defter, uzun uzun bakıyor
Neye baktığını bilmiyor aslında
Türküleri unutmuş caz dinliyor
Yaralı bir gerilla, sürgün bir halk
Yabanıl kokular kokuyor üstü başı
Hayat ona bir hayat bağışlasın
Başlarken yalnızsın, bitirdiğinde daha da yalnız.”
Hasan Ali Toptaş
Yaşamak ağır geliyor artık mezarlarınıza
Okunaksız bir el yazısı diyorsun hayata
Neredesin! Cehennemin dibindeyim desem