İçeriğe geç

Bahçede Eğlence Kitap Alıntıları – Katherine Mansfield

Katherine Mansfield kitaplarından Bahçede Eğlence kitap alıntıları sizlerle…

Bahçede Eğlence Kitap Alıntıları

Hayat onun yanı başından akıp geçmişti.
Herkesi, her şeyi silip atmak istiyordu.
Sesler ölgünleşmeye başladı, sönmeye, fısıltıya dönüşmeye yok olmaya
Her nota bir iç çekişti, bir hıçkırık, korkunç yaslar tutanların iniltisi.
Nasıl da hızla değişiyordu her şey ! Neden mutluluk sonsuza kadar sürmüyordu? Sonsuza kadar biraz fazla uzundu.
Son zamanlarda her şey çok acıklıydı.
Saklanabileceği, kendi başının çaresine bakabileceği, istediği kadar kalabileceği, kimseyi tedirgin etmeyeceği, kimsenin de onu huzursuz etmeyeceği hiçbir yer yok muydu yani? Şu dünyada hiçbir yer yok muydu doya doya ağlayabileceği ?
Hiç kimse bilmiyordu, hiç kimse aldırmıyordu.
Katlanamayacağı kadar çok şey yüklenmişti hayatı boyunca.
Neyse, umut muydu bu? Yoksa bu tuhaf ürkek bir özlem miydi ?
Hayatı düşündüğünde, hep keder verici. Bütün o coşku falan filan ansızın uzaklaşıyor senden, sanki sessizlikte birisi adını söylüyor, sen adını ilk kez duyuyorsun.
Niçin insan geceleri böyle değişik duygulara kapılır ?
Sessizliğe gömüldüler.
İnsan alışır. İnsan her şeye alışır.
İnsan sürüklenip gidiyordu.
Çiçek yaprağı sevgi dolu bir elin özenli yapıtıymış gibi parıldıyordu.
Halinden anlayacak bir kişi çıkacak mıydı ?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Nasıl da haksızlık yapıyordu büyükler!
Ah, her şey ne kadar çabuk değişiyordu! Mutluluk niçin sonsuz değildi? Sonsuz olsa, hiç de uzun gelmezdi insana.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ah, ne üzüntülü geçiyordu günler! Değişecek miydi bu?
Er geç hepimiz gideceğiz, bundan kurtuluş yok.
Ama gene de insan her yere gitmeli, her şeyi görmeliydi.
Birine anlatmazsam çatlayacağımı sanırdım, ama anlatacak kimse var mıydı?
Hadi gelin,küçük kuşlar falınızı söylesin!
Neden ölmüş insanların resimleri her zaman böyle soluyordu diye merak etti Josephine. Bir insan ölür ölmez resimleri de ölüyordu.
Ne diye hayatımızda bir kere olsun zayıflık göstermeyelim, Jug? Bağışlanabilir bir şey bu. Haydi zayıf olalım -zayıf olalım Jug. Güçlü olmaktansa zayıf olmak çok daha kolay.
Ah, kurtulma duygusu, erkeklerin evden uzaklaşmasının yarattığı değişiklik. Birbirlerine seslenirken sesleri bile değişmişti; bir gizi paylaşıyorlarmış gibi sıcak, sevgi dolu çıkıyordu. Beryl masanın başına gitti. Bir çay daha içsene, anne. Hâlâ sıcak. Şimdi artık canlarının çektiğini yapabilecekleri gerçeğini kutlamak istiyordu sanki. Keyiflerini kaçıracak hiç erkek yoktu; bütün bu olağanüstü gün onlarındı.
“İnsan alışır, insan her şeye alışır.”
Neden ölmüş insanların resimleri her zaman böyle soluyordu diye merak etti Josephine. Bir insan ölür ölmez resimleri de ölüyordu.
Ne diye hayatımızda bir kere olsun zayıflık göstermeyelim, Jug? Bağışlanabilir bir şey bu. Haydi zayıf olalım — zayıf olalım, Jug. Güçlü olmaktansa zayıf olmak çok daha kolay.
Odama ilkbahar dolmuş gibiydi; ama kolu kanadı kırılmış, kirlenmiş, alçak sesle şarkı söyleyen bir ilkbahar.
Hayat onun yanı başından akıp geçmişti.
Ah, nasıl da hızla değişiyordu her şey! Neden mutluluk sonsuza kadar sürmüyordu? Sonsuza kadar biraz fazla uzundu.
Oyun gibiydi. Tıpkı oyun gibiydi. Arkadaki gökyüzünün oraya boyanmadığına kim inanabilirdi? ( ) Hepsi sahnedeydiler. Onlar yalnızca izleyici değillerdi, yalnızca bakmıyorlardı; aynı zamanda oynuyorlardı da. Hatta onun bile rolü vardı, ( ) o da gösterinin bir parçasıydı.
Dinlemiyormuş gibi yaparak dinleme konusunda, onlar çevresinde konuşurken bir dakikalığına insanların hayatına çöreklenip oturma konusunda gerçekten uzmanlaştığına inanıyordu.
Picton gemisi, soğuk denize açılmaktan çok, yıldızların arasında yol almaya hazır gibiydi.
William artık şimdi söyleyecek hiçbir şey olmadığını hissediyordu.
Şu dünyada hiçbir yer yok muydu doya doya ağlayabileceği – en sonunda?
Başına gelenlerin dehşetiyle sersemlemiş de yürüyüp uzaklaşan birini andırıyordu – neresi olursa herhangi bir yere doğru, sanki yürüyüp uzaklaşarsk kurtulabilirmiş gibi
Niçin o kadar çok acı çekmek zorunda kalmıştı? İşte, anlayamadığı şey buydu.
Neyse, umut muydu bu? Yoksa bu, tuhaf, ürkek bir özlem miydi
Oysa hepsi sanki bir tür tünelin içinde yer alıyordu. Gerçek değildi. Yalnızca tünelden çıktığında, ay ışığına, deniz kıyısına, ya da fırtınaya ulaştığında gerçek benliğine kavuştuğunu hissediyordu.
Neden ölmüş insanların resimleri her zaman böyle soluyordu diye merak etti Josephine. Bir insan ölür ölmez resimleri de ölüyordu.
Hayat şey değil mi, diye kekeledi, hayat şey – Ama hayatın ne olduğunu açıklayamıyordu.
öyle derin uykuya dalmış, ikisinden de çok çok uzaklarda. Ah, öylesine uzak, öylesine huzur dolu. Rüya görüyordu. Onu bir daha asla uyandırmayın. ( ) gözleri kapalıydı; kapanmış gözkapaklarının altında kördüler. Kendisini rüyasına kaptırmıştı.
Bacalarından tüten dumana bile yoksulluk sinmişti.
Hayat yo-rucu
Umutlar ölüyor
Bir rüya – bir uya-nış.
Her şeyin elinde oyuncaksın.
insan alışır. İnsan her şeye alışır.
Kendini yaprak gibi hissediyordu. İşte rüzgâr gibi ortaya çıktı Hayat, kadın yakalandı, sarsıldı;
İşte böyle yaşamak gerekiyordu – aldırmadan, özensizce, kendini harcayarak.
Ah, ne zevk bir şeylere sahip olmak! Benim – benim kendimin.
Niçin insan geceleri böyle değişik duygulara kapılır? Başka herkes uyurken uyanık olmak niçin böyle coşku vericidir? Geç – çok geç! Yine de her an daha da uyandığını duyuyorsun, sanki çok ağır ağır, neredeyse her solukta yeni, olağanüstü, o gündüzkinden çok daha coşku verici, ürpertici bir dünyaya uyandığını.
Gelgit çekilmişti; kumsal bırakılmıştı; tembelce çırpınıyordu ılık deniz. Gri, mavi, siyah, beyaz damarlı çakılları pişirerek, incecik kumları dövüyordu, dövüyordu güneş, sıcak alev alev. Kıvrımlı deniz kabuklarının boşluğunda duran küçük su damlasını içine emdi; kum tepeciklerini saran pembe sarmaşık asmasını soldurdu. Küçük kum çekirgelerinden başka hiçbir şey kımıldamıyordu sanki. Pıt-pıt-pıt! Hiç durmuyorlardı.
Göz kamaştırıcı beyazlıkta çiçek yaprakları parıldıyordu; altın gözlü kadifeçiçekleri ışıldıyordu; latin çiçekleri, yeşil, altın rengi alev dilleriyle veranda direklerini taçlandırıyordu. Eğer yalnızca insanın bu çiçeklere yeterince uzun süre bakacak zamanı, soyluluk duygusunu, tuhaflığı sindirecek zamanı, hepsini tanıma zamanı olsa! Oysa insan yaprakları aralamak için, yaprağın alt yüzünü keşfetmek için duraklar duraklamaz Hayat ortaya çıkıyor, insan sürüklenip gidiyordu.
İşleri oluruna bırakmak, hayatın gelgitine karşı savaşmamak, ona boyun eğmek – gerekli olan buydu. Bütünüyle yanlış olan şey gerilimdi. Yaşamak – yaşamak! Böylesine taze, güzel olan, kendi güzelliğine gülüyor gibi ışığın tadını çıkaran bu yetkin sabah sanki fısıldıyordu, Niye olmasın? diye.
İnsan her yere gitmeliydi, insan her şeyi görmeliydi.
Ah, ne mutluluk! Mutlu insanlarla birlikte olmak, tokalaşmak, yanakları dokundurmak, gözlerin içine gülümsemek.
Neden mutluluk sonsuza kadar sürmüyordu?
Ah, nasıl da hızla değişiyordu her şey!
Gerçekten, acıya öylesine alışmıştı ki
Hep bekliyorum. Her türden yerde
“Ve ben niçin sizi güldürdüğümü biliyorum. Bunun nedeni sizin her yönden bana çok üstün olmanız, bu durum beni gülünç yapıyor.”
Bence dedi belli belirsiz, insan alışır. İnsan her şeye alışır.
“Pazartesi günü işe gitmek zorunda olmak bana her zamanki kadar geri zekâlı, iğrenç görünüyor,” dedi Jonahan, “her zaman göründüğü gibi, her zaman da görüneceği gibi. İnsanın hayatının en güzel günlerini, saat dokuzdan beşe kadar tabureye oturup başkasının hesap defterine bir şeyler karalayarak harcaması! Çok tuhaf bir yol, yararlanması için insanın insanın biricik, biricik hayatından, değil mi? Yoksa safça hayal mi görüyorum?”
Niçin insan geceleri böyle değişik duygulara kapılır? Başka herkes uyurken uyanık olmak niçin böyle coşku vericidir? Geç – çok geç! Yine de her an daha da uyandığını duyuyorsun, sanki çok ağır ağır, neredeyse her solukta yeni, olağanüstü, o gündüzkinden çok daha coşku verici, ürpertici bir dünyaya uyandığını.
Pazartesi günü işe gitmek zorunda olmak bana her zamanki kadar geri zekâlı, iğrenç görünüyor. Her zaman göründüğü gibi, her zaman görüneceği gibi. İnsanın hayatının en güzel günlerini, saat dokuzdan beşe kadar tabureye oturup başkasının hesap defterine bir şeyler karalayarak harcaması! Çok tuhaf bir yol, yararlanması için insanın insanın biricik, biricik hayatından, değil mi?
Göz kamaştırıcı beyazlıkta çiçek yaprakları parıldıyordu; altın gözlü kadifeçiçekleri ışıldıyordu; latin çiçekleri, yeşil, altın rengi alev dilleriyle veranda direklerini taçlandırıyordu. Eğer yalnızca insanın bu çiçeklere yeterince uzun süre bakacak zamanı, soyluluk duygusunu, tuhaflığı sindirecek zamanı, hepsini tanıma zamanı olsa! Oysa insan yaprakları aralamak için, yaprağın alt yüzünü keşfetmek için duraklar duraklamaz Hayat ortaya çıkıyor, insan sürüklenip gidiyordu.
Beklemeyi severim. Gerçekten gerçekten severim! Ben her zaman beklerim nerede olursa olsun, her yerde
Çok mu geç, simdi bile?
Aman Tanrım, bir yer yok muydu, gidip saklanabileceği, kendi kendisiyle istediği kadar baş başa kalabileceği, kimseyi tedirgin etmeksizin, kimsenin de onu tedirgin edemeyeceği bir yer? Șu yeryüzünde nihayet kana kana ağlayabileceği bir yer yok muydu?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir