İçeriğe geç

Babur Kitap Alıntıları – Jean Paul Roux

Jean Paul Roux kitaplarından Babur kitap alıntıları sizlerle…

Babur Kitap Alıntıları

Babür’ün son üç eşi kuzenleri olmuştur.
Divan adı, genelde Müslüman şairlerin şiir derlemelerine verdikleri isimdir. Babür’ün Divanı’nın özgünlüğü, tür ve kafiye açısından o güne kadar alışılagelmiş sınıflandırmanın dışında yer almasıdır. Bu derlemede ı ı 8 gazel (şairin adının geçtiği kısa lirik şiirler) ve ı 04 rubai (oldukça kötü bir adlandırmayla dörtlük olarak nitelenen, dört yarımdizeden oluşan şiirler) ve Farsça yazılmış yirmiden fazla şiir bulunmaktadır.
Bu eserin adından anlaşılacağı gibi, yazar bu eseri babasının istegi
üzerine ve Farsça yazmıştır. Nakşibendi Hoca Ubeydullah el-Ahrar ibn
Muhammed el-Şeyhi Orta Asya’nın en büyük mutasavvıflarından biridir.
Babür’ün büyük bir özen göstererek nazım biçeminde Türkçeye aktardığı kopyasından başka bir kopyası bulunmamaktadır. Padişahın bu eseri çevirirken bir elyazmasından yola çıkmadığı ezberinden nazına aktardığı düşünülmektedir.

Bu eser, 243 mısradan oluşan kısa bir mesnevidir. Bu çeviri, Babür’ün Timurluların büyük ruhani rehberlerine karşı duyduğu derin saygının ve hayranlığın bir göstergesi olmakla birlikte, özellikle yaşamının son yıllarında İmparatorun tasavvufi derinliğini göstermesi açısından da ilginçtir.

Aruz Risalesi: Türkçe tecvit üzerine Türkçe yazılmış bu inceleme 1923 yılında
bulunmuştur.
( )
Mübeyyen (Mübin): 1521-1522 yıllarında Hanefi fıkhı üzerine yazılmış bu incelemede, aynı zamanda seferdeki ordularla ilgili sorunlar da tartışılmıştır. Bu eserde Babür fıkıh ve dinbilim konusundaki bilgilerini sergiler. Ancak sanatsal açıdan çok ilgi çekici değildir.
Bu eserin asıl adı Vekayi’dir. Babür’ün Türkçenin bir kolu olan Çağatay lehçesinde yazdığı bu eser Çağatay Türkçesinin başyapıtlarından biri sayılmaktadır. Babür’ün anılarını 1520’den başlayarak her gün aldığı notlardan hareketle, yazdığı düşünülmektedir. Metnin genelinde pek çok boşluk bulunmaktadır ve haleflerinin, özellikle de Cihangir’in eklediği birkaç metni de ihtiva etmektedir. Babür da Babürname’ye iki mektup, pek çok şiir, zaferlerinin uzun bir listesini eklemiştir.

Öyle ki bu listenin ağdalı üslubu metnin genelindeki sade ve açık üslupla çelişmektedir. Bugün özgün elyazmalarının elimizde bulunmadığı bu kitap 1 6. yüzyıl sonunda Ekber’in emriyle Türkçeden Farsçaya çevrilmiştir. Gerek Türkçede gerek Farsçada birkaç bölük pörçük metin dışında az sayıda elyazması günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Ölümünün ardından Firdevs Mekanı [yeri cennet olan] unvanını alır. Bilindiği gibi Büyük Moğolların hükümdarlarına ölümlerinin ardından bir unvan daha verilirdi.
Ey Biyane Emiri, Türklerle kavgaya girme;
Türklerin çevikliği ve kahramanlığı malumdur.
Çabuk gelmez ve öğüt dinlemezsen,
Malum olanı beyana ne lüzum vardır.

– Babür Şah

Hazar’ın fethinden sonra İranlılar Babür’u arkalarına aldılar ve Karşı’yı kuşatıp
ele geçirdiler, neredeyse buradaki herkesi kılıçtan geçirdiler, zengin yoksul, çocuk yaşlı demeden yaklaşık 15.000 kişiyi katlettiler. Babür bu katliamdan dolayı büyük bir şok yaşadı ve kendisini bu konuda asla affedemedi.
Babür kuşkusuz ismail’e denk bir konumda olmayı isterdi; ancak kibirli Iran hükümdarı aynı şekilde düşünmüyordu. Kendini beğenmiş bu hükümdar, kendisini Babür’dan kat ve kat üstün görüyordu ve ona göre Babür bir vasaldan başka bir şey olamazdı.
Şah İsmail, Şıbani Han’ın cesedini arattı. Hunlarda ve pre-Slav Bulgarlarda olduğu gibi kurbanının kafatasını kestirdi ve altınla kaplatarak kendisi için kadeh yaptırdı. Şıbani’nin kafasından geri kalanlar ise saman doldurularak, meydan okuma adına Konstantinopolis’e gönderildi.
Kızılbaşlar ya da Aleviler genel de Şii Türkler olarak değerlendirilir.
Babür kendisine artık padişah olarak hitap edilmesini öngören
birkaç idari önlem aldı. Yirmibeş yaşındaydı. O güne kadar, Timur ve
halefleri (Hüseyin Baykara hariç) emir dışında bir unvan kullanmamışlardı. Bu sadece kendisini Timurluların tek lideri olarak ilan etmek değil aynı zamanda Konstantinopolis’teki Osmanlı Sultanına denk bir islam hükümdarı olduğunu da göstermekti.
Örneğin taşları bir araya getirerek bunların gücünü artırıyorlardı. İnsan kafalarını bir araya getirerek aynı inançlarla hareket etmeleri çok uzak bir olasılık değildir, çünkü aynı türden minareleri boynuzlu hayvan kafalarıyla da yapmışlar, Şah İsmail’in böyle bir alışkanlığı vardı.
Türk-Moğol halkları da tüm öteki bozkır halkları gibi, yani İskitler, Hunlar ve Avarlar gibi ele geçirebilmeyi başardığınızda kafatasının önemli bir gücü olduğuna inanıyorlardı, özellikle de kaşların altındaki bölgeden kesilip altın suyuna batırılıp bir kupa olarak kullanıldığında: Babür’un çağdaşı Şah İsmail bu geleneği unutmamıştır.
Babür hiç düşünmeden bunların (savaşta yendiği afganların) kellelerini vurdurmuş ve bu kelleleri toplayıp, ordugahın ortasına uzaklardan bile görülebilen bir kule diktirmişti.
(kâbil şehri) Hicri takvime göre 1. yüzyılda gerçekleşen Arap işgalinin ardından zenginleşme şansı bulmuştu, 798’de Dâr’ül İslâm’a dahil olmasıyla beraber buranın sahipleri Şadi Türkler Müslümanlara ağır vergiler ödemek zorunda kalmışlardı: her yıl bir milyon beşyüz bin dirhem, ayrıca ikibin kadar Oğuz köle.
Türkçeyi seviyordu ve sürekli olarak dilini geliştiriyordu. Bu vesileyle, Babür sağlam bir Türk milliyetçiliği bilinci kazanmıştı.
Annesi Moğol olsa da görünen o ki Babür anadilini öğrenmemişti.
(Babür) Bununla birlikte onda görülen tek hoşgörüsüzlük, içmeyi bıraktığında tüm imparatorlukta fermanlarla şarabı yasaklaması olmuştur.
Babür kendisine Türk kültüründen miras kalan o büyük hoşgörüye sahipti. İyi bir Müslüman olduğu için cihada çıkabilir, kafirlerin kafasını kesebilirdi, ama daha önce de dediğimiz gibi Hindulara asla zulmetmiyordu.
Babür, Ali Şir Nevai’ye gerçek bir hayranlık duymaktaydı.

Onun o çıkarcılıktan uzak halini, dönemin sanatları üzerindeki etkisini överdi ve son derece çekingen bir biçimde Nevai’yle yazışırdı ve ölümünden sonra Herat’ı ziyaret ettiüinde Şir Nevili’nin evinde kalmıştır.

Babür çok gelişmiş olmasa da ortalama bir bilimsel bilgiye sahipti. Özellikle astronomiye dair kayda değer bilgisi vardı. Botanik ve zoolojiden iyi anlar ve bu konudaki bilgilerini kullanmaya özen gösterirdi; eserinde yaklaşık kırkyedi hayvan ve yirmisekiz bitki türünden söz etmiştir. Hindistan’a özgü çiçek türlerinden söz etmiyoruz bile.
Babür aynı zamanda bir din bilgini ve hukukçuydu ve Hanifilikle ilgili incelemesi çağdaşları tarafından bir başvuru kitabı olarak kabul edilmiştir. Hat sanatında uzman olduğu için kendi adını verdiği, ama hiçbir biçimde rağbet görmeyen bir yazıyı, baburl’yi icat ederek eğlenmiştir.
(Babür) Farsça’yı oldukça iyi bilmekteydi ve Türkçeye büyük bir aşkla bağlı olmasına rağmen Farsça şiir yazacak kadar bu dile hakimdi. Daha sonra da göreceğimiz gibi Moğolcayı çok iyi bilmiyordu: Arapça konusunda da sadece temel bilgiye sahipti ve Hint dillerinin ilgisini çekmediği de açıktı.
Babür en az kan döken nadir savaşçılardan biridir -bu anlamda Babür’ü büyük insan kıyımlarına neden olan atalan Cengiz Han ve Timur’la ya da çağdaşı kana susamış İranlı Şah İsmail’le kıyaslamak hatalı olacaktır.

Ne çağdaşları ne eski düşmanları Babür’ün kan dökmeyi seven biri olduğunu söylemeyi aklına getirmiştir. Eğer Babür anılarında pek çok masumun kanını döktüğünü söylemeseydi kim bilebilirdi Babür’un ne kadar kan döktüğünü?

Babür’un kendisi de, büyük şair Ali Şir Nevai’nin tilmizi olarak Türkçeyi Farsçadan üstün görmüştür.
Ali Şir Nevai bir satranç tutkunuydu. Kimileri kendilerini bu oyuna öylesine kaptırıyorlardı ki , akıl sağlıklarını kaybediyorlardı ya da jean jacques Rousseau’nun da başına geldiği gibi delirdiklerini sanıyorlardı.
Satranç -terminolojisinin bir bölümünün de ortaya koyduğu gibi- batının Müslüman doğudan aldığı geleneksel bir oyundur.
lekeli bir giysiye sahip olmak ev sahibine saygı gösterildiğinin ifadesiydi, bu düşünce Moğolistan’da hala varlığını sürdürmektedir.
Oğlancılık en azından 15. yüzyılın ikinci yarısında çok yaygındı ve pek çok beyin oğlan sevgilisi vardı. Sarayda yetiştirilmesine rağmen büyük bir ahlak ve gelenek koruyucusu olmak isteyen Babur, hocalarından birini oğlancılığa çok düşkün olmasından dolayı, hiçbir suçu kınamadığı kadar şiddetle kınamıştır. Herhangi birini aşağılamak istediğinde bu kişiye rezil oğlancı olarak hakaret etmiştir.
Zamanla tüm Türk dünyasında, kuşkusuz İslamiyetin de etkisiyle, kadınların sahip olduğu gücün etkisini azaltmak üzere kadın düşmanı akımın etkisi giderek artmıştır. Kadınları seven ve onlara saygı duyan Babür’da bile bunun yansımalarını görmekteyiz.
Tirnur her şeyden önce bir aydındı, bir düşünce adamıydı, aklın üstünlüğüne inanan, hiçbir yardım almadan parlak teoriler, soyut düşünce oyunları üreten ve onları uygulayan insanlardan biriydi.

Timur’un sanata, edebiyata, bilime olan aşkından ve değerli kişilere gösterdiği saygıdan daha önce söz etmiştik, örneğin büyük düşünürlere ve sanatçılara duyduğu saygı, onun İbn Haldun’dan faydalanmaktan vazgeçmesine ve gitmesine izin vermesine neden olmuştu.

Ondan nefret eden yaşam öykücülerden İbn Arapşah yine de onun bilim ve sanat adamlarını onurlandırdığını, onları hak ettikleri yerlere getirdiğini üstatları ve sanatçıları sevip saydığını söylemiştir.

Eğer Timur’un çocukları Cengiz Han’ın çocuklarına benzeseydi, kendi adlarına yayılma politikasına devam etmek isteselerdi, çok iyi eğitilmiş, savaşmaya alışık ve sıkı bir disipline sahip birlikleriyle bu çabalarını sürdürebilirlerdi. Ama içlerinden hiçbiri bu politikaya devam etmek istemedi ya da edemedi.
Orta Asya’daki göçebe halklar, Moğollar ve Türkler, en eski çağlardan beri Hindistan’a girmeye çalışmışlardır. Tarihte bilinen ilk büyük istila Eftaliller ya da Ye-talar olarak da bilinen Ak Hunların istilasıdır.
Akkoyunluların Türkmen boylarının önderi Uzun Hasan tarafından yenilgiye uğratıldı, tutsak edildi ve 17 Şubat 1469’da öldürüldü. Uzun Hasan kuşkusuz büyük bir hükümdardı, ama halkının Timur’a sadakat içinde hizmet ettiğini ve bu hizmetin karşılığını fazlasıyla aldığını unuttu ve Timur’un egemenliği altındaki günleri hatırlayıp intikam almak istedi; bunun da insan doğasına çok yabancı bir his olmadığını söylemek gerekir.
(Timur) Suriye’de bir ölçüde sarsabildiği, ancak yıkamadığı Mısır Memlûkları dışında dönemin tüm Müslüman güçlerini, tüm Türk güçlerini alt etti: Rusya’da Altınordu, Dehli’de Tuğluk İmparatorluğu, Türkmenler, Irak ve Doğu Anadolu’daki göçebe Türkler, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri, 1402’de Ankara Savaşında I. Bayezid’in Osmanlı Devleti.
Daha sonra görülmedik bir biçimde bu hükümdarlığın tacı 1877 yılında Kraliçe Victoria tarafından sahiplenilmiştir. Kraliçe tacı takmış ve imparatoriçe unvanıyla Babür’un halefi olmuştur. Dolayısıyla Babür’un kurduğu imparatorluk varlığını sürdürmüştür.
Babür büyük bir fatihtir ve oldukça kısıtlı imkanlarla, 12.000 adamı geçmeyen bir güçle, çok büyük insan kıyımlarına neden olmadan kurduğu eseri, zaferleriyle gözleri kamaştıran öteki kahramanların eserlerinden çok daha kalıcı, çok daha zengin olmuştur.
Ne yazık! Bu gök ve yıldızlar artık sensiz kaldılar!
Ne yazık! Ne yazık! Hayat devam ediyor ve sen bizi bırakıp gittin.
Sanki ruhu dünya hastalığına tutulmuş ve tek tedavisi de gökteydi.
Mâhim yanında Babur’un en küçük kızını, altı yaşındaki Gülbeden’i getirmişti.
Babur kızını ilk kez görecekti. Padişaha takdim ettiler. Küçük kız adından bunca söz edilen muhteşem ve muzaffer hükümdarın ayaklarına kapandı. Babur eğilerek onu kaldırdı ve kucakladı. Kızına şefkatle baktı ve gülümseyerek, onu etkilemek için tüm cazibesini kullanarak bir sürü sordu:
Ve ben der Gülbeden’i Hatırat’ında, Bu hakir, o kadar büyük bir sevinç duydum ki, onun üstünde bir sevinç tasavvur edilemez.
Emirler ve tehditler taşıyan mesajlarla Biyâne’ye kadar gidildi. Bu mesajlardan biri oldukça ünlüdür ve Türk milliyetçiliğinin yeniden canlanışının göstergesidir:

Ey Biyâne Emiri, Türklerle kavgaya girme;
Türklerin çevikliği ve kahramanlığı malumdur.
Çabuk gelmez ve öğüt dinlemezsen,
Malum olanı beyana ne lüzum vardır.

Baykara’nın kaçan iki oğlundan sadece biri hayatta kalmayı başarır: Bediüzzaman. Ancak o da Tebriz’e gider ve burada Osmanlı Sultanı I. Selim’i eline düşer. I. Selim bunu Konstantinopolis’e gönderir. 1517 yılında burada yaşama veda eder.
Dolayı­sıyla gerek Mâverâünnehir’de gerek Horasan’da artık tek bir Timurlu kalmıştır: Babur. Üstelik Babur sadece hayatta kalmayı başarmakla kalmamış, aynı zamanda bir devlet kurmayı da başarmıştır. Bu nedenle de artık Timurlu ailesinin tartışmasız lideri olmuştur.
Bütün halk karda ve tipideyken ben sıcak yerde ve istirahatta, bütün halk burada ıstırap ve zorluktayken ben orada uykuda ve refahta bulunurusam, bu yaptığım insaniyetten uzak bir hareket ve halka karşı lakaytlık olur; ne kadar ıstırap ve zorluk olacaksa ben de görmeli, halk nasıl tahammül edip duruyorsa ben de durmalıyım. diye düşündüm.
Farsça bir mesel vardır: Dostlarla birlikte ölüm, düğündür.
On derviş bir kilimde uyur, halbuki iki padişah bir iklime sığmaz.
Evet, vergi yararlı bir uygulamaydı, ama belirli sınırlar ve adalet içinde uygulanmalıydı. Çünkü halk tükenene kadar sömürülmemeliydi, çünkü ağır iş ve vergilendirme sonuna kadar dayanılacak bir yük değildi. Ayrıca bu durumda çekinilmesi gereken şey yoksul halkın ayaklanması değil, halkın tüm enerjisinin ve bir şeyler üretme arzusunun tükenmesiydi.
Bir kez bağışlamak iyidir. Ancak ikincisi tehlikelidir.
Id fecit cui prodest.
(Kim çıkar sağladıysa, o yapmıştır.)
Canımdan başka vefadar bir yar bulmadım;
Gönlümden başka sırlarıma mahrem bulmadım.
Malumdur ki çok konuşan dağınık söyler.
Savunmasını Osmanlı tarzında örgütlediğini, savaşı Özbek tarzında yürüttüğünü söylemiştir.
İnsanların ne kadar kötü ve aşağılık olabileceğini gördüğü için onları çok fazla sevmezdi, hatta uzun süre severmiş gibi bile yapamadı.
Lekeli bir giysiye sahip olmak ev sahibine saygı gösterildiğinin ifadesiydi, bu düşünce Moğolistan’da hâlâ varlığını sürdürmektedir. Yemeklerin güzel olduğunun, çok yiyip içildiğinin ifadesi değil midir bu? Ellerini kendilerinin ya da komşularının giysilerine silmekten çekinmezlerdi.
XI. Louis, Anne de France hakkında
Fransa’nın en az deli olan kadınlarından biridir. Çünkü yeryüzünde aklı başında tek bir kadın bile yoktur. demiştir.
Nizamülmülk’ün Siyasetnâme’sinde kadınlara karşı yapılabilecek en acımasız eleştiriyi sunduğu, o güne kadar kaleme alınmış en azılı kadın düşmanı metni yazmış olduğunu da unutmayalım. Bu metnin ilk cümlesi bize geri kalanı hakkında bir fikir vermektedir:
Bir işin iyi sonuçlanması için kadınların dediğinin tam tersini yapmak gerekir.
İyi bir erkeğin evinde kötü bir karısı varsa, o erkeğin cehennemi bu dünyada demektir.
Allah hiçbir Müslümanı bu belaya atmasın. Yarabbi, kötü huylu ve ters tabiatlı kadın yeryüzünde kalmasın.
Birçokları için Timur kana doymaz bir fatih müsveddesi, acımasız bir savaşçı, emsali görülmemiş bir katil, tarihin tanık olduğu en büyük tahripkarlardan biri ve gerçek bir canavardı. Timur’un bu özelliklere sahip olduğu doğrudur, ancak Timur aynı zamanda bunların ötesinde çok başka biridir.
Timur her şeyden önce bir aydındı, bir düşünce adamıydı, aklın üstünlüğüne inanan, hiçbir yardım almadan parlak teoriler, soyut düşünce oyunları üreten ve onları uygulayan insanlardan biriydi.
Bir neslin erdemleri ve kusurları onu oluşturan ve yetiştiren önceki nesil tarafından şekillendirilir.
Küçük Mâlve Beyliği’ne gelince,
Bu beyliğin içki ve eğlence düşkünü son hükümdarının hareminde 15.000 kadın olduğu söylenmektedir. Sarhoş halde yıkanırken boğularak ölmüştür.
Gücerât Hanedanlığı, Hindistan’a en önemli limanlarını elinde bulunduruyordu: Bombay, Broç, Surat.
Kaliküt’te Portekizlileri korkutucu bir biçimde karşılayan bu hanedanlıktı; Osmanlıların verdiği on beş gemiden oluşan küçük bir donanmanın yardımıyla Portekizlileri yenilgiye uğrattı ve bunların kesin bir biçimde bölgeye yerleşmesine engel oldu.
Id fecit cui prodest (kim çıkar sağladıysa, o yapmıştır)
Babür’ü korkutan ölmek değildi; daha çok ölmesi gerektiği, öleceği fikriydi. Her ölüm mahkumunun düştüğü işkenceydi.
gerçek her zaman akla yatkın değildir..
Yalnız olmamak için yaptığı onca mücadeleden sonra en sonunda yine yalnızlığa dönüş yapacağını görmüştür.
Kendilerine sürekli danışılan müneccimler ve kâhinler, öngörüleri hükümdarın aldığı kararla ya da o günün koşullarıyla çelişince birden tüm nüfuzlarını yitirirlerdi. Tüm Türk tarihi boyunca böyle olmuştur. Ancak yine de müneccimlere ve kâhinlere danışmakta ısrar edilmesini Türklerin muhafakârlıklarıyla ve İslamiyet öncesi en eski inançların hâlâ devam eden etkileriyle açıklayamıyorsak nasıl açıklayabiliriz ki? Ve tarihte bu ısrarın pek çok örneğini görmek mümkündür.
İşkenceden geçirilen aşçı her şeyi anlatır. Ahmed Çâşnîgîr’in gövdesi parçalara ayrılır ve aşçının da diri diri derisi yüzülür. Suç ortaklığı ettikleri anlaşılan iki kadından biri fillerin altına atılır öteki de kurşuna dizilir. Babur bu cinayete azmettiren hanım sultanı da tutuklatır, ancak bunun öldürülmeyip Kâbil’e götürülmesi emrini verir. Kadın tutuklanması, esir olmayı ya da başarısızlığa uğramayı onuruna yediremez ve yolda kendini İndüs’e atar.
Özbekler büyük bir direniş gösterdikten sonra sayıca kendilerinden çok üstün olan düşman birlikleri karşısında yenilgiye uğradılar. Ağır yaralı olan Şıbanî Han, terk edilmiş bir çiftlik evine sığındı ve burada öldü.
İsmail bozkırın mirasçısı ve büyük bir barbar olduğunu ortaya koydu. Şah İsmail, Şibanî Han’ın cesedini arattı. Hunlarda ve pre-Slav Bulgarlarda olduğu gibi kurbanının kafatasını kestirdi ve altınla kaplatarak kendisi için kadeh yaptırdı. Şıbanî’nin kafasından geri kalanlar ise saman doldurularak, meydan okuma adına Konstantinopolis’e gönderildi. Bedeni parçalara ayrıldı ve imparatorluğun dört bir yanına dağıtıldı.
Çabucak yayılan bu haber Babur’un ailesindekileri çok rahatlatmış olmalıdır. Çünkü beyleri de nökerleri de Babur’un bu içmeme tavrını sürdürmek zorundaydılar ya da böyle olması gerektiğini düşünüyorlardı. Babur bunu biliyordu. Ama bunun yanı sıra, Dionysos’un sırlarına ermek için yine de bir yerlere saklanıp içtiklerini de biliyordu.
Göründüğü kadarıyla Baburî, Arapça karakterlerle uyum sıkıntısı yaşayan Türkçeyi yazıya geçirmek için için uygun bir yazı biçimidir, ancak İslam uygarlığında -artık geleneklere iyice sirayet ettiği için- Arapça dışında hiçbir yazı biçiminin kabul görmediğini söyleyebiliriz. Üstelik Baburî’nin radikal değişiklikler getirdiğini de sanmıyoruz; büyük bir olasılıkla birkaç ayırıcı işaretin eklenmesinden, kaldırılmasından ya da değiştirilmesinden oluşmaktaydı.
Klasik İran şiiri Gazne’de oluşmuştur. Firdevsi Şahnâme’sini burada yazmıştır. En büyük İslam bilginlerinden, Horasan’da doğan el-Birûnî (Avrupalıların ortaçağda Aliboron adını verdiği bilgin) ününü duyduğu Gazne’ye 1207’de gelmiştir. Bu şehre derin matematik, astronomi, tıp ve coğrafya bilgisiyle yeni ünler ve zaferler kazandırmıştır.
Bir gün Kâbil yakınlarında bir lale bahçesi keşfeder. eteğinde renk renk her türlü lale bulunur. Bu çiçek bahçesi Babur’u büyüler ve Babur sık sık buraya gelmeye başlar. Bu ziyaretlerden birinde laleleri sınıflandırır: Otuziki, otuzüç çeşit nadir lale çıktı. Bu lalelerin bir türünden biraz kırmızı gül kokusu gelir, ona Lale-i Gülbüy dedik. Başka bir yerde çeşmenin etrafında üç tür ağaç dikilmiştir. Çeşmenin ortasında birçok çınar ağacı ve onların latif gölgesi vardır. Çeşmenin önündeki ova tarafındaysa yoğun bir erguvan korusu bulunmaktadır; bu vilayette oradan başka hiç erguvan korusu yoktur yazar.
16. yüzyılda şehir harap bir hale gelmişti, artık hareketsiz ve cansız bir ülkenin ölü kasabasıydı. Bir atasözü şöyle der: Tanrı madem Gazne’yi yarattı, cehennemi yaratmasa da olurdu!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir