İçeriğe geç

Babam Mehmet Akif Kitap Alıntıları – Emin Akif Ersoy

Emin Akif Ersoy kitaplarından Babam Mehmet Akif kitap alıntıları sizlerle…

Babam Mehmet Akif Kitap Alıntıları

&“&”

Hastaneden çıktığında (Kasım 1966) geceleri Tophane’de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yatmaya başladı ve 24 Ocak 1967’de bu karoserin içinde ölü bulundu.
Reşad Ekrem’in nitelemesiyle Emin Âkif: (…) hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio Murri’nin Kürek Cehennemi isimli eserinin ayarında dehşet verici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adam"dır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya dökülmemiştir.
Akif, son senelerini, gördüğü bazı vasıfsızlıklara karşı bedbin geçirdi: Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani… Ondan bile mahrumum ben… diyordu. Vefasızlıklar, onu çok üzüyordu. Temiz kalbi, dürüst seciyesi, karaktersizliklere hiç tahammül edemezdi: Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını…
Mehmet Âkif Milli Mücadele’nin muazzam bir cihat olduğuna halkı o kadar yakından ikna etmişti ki; bu vadide öyle mahirane bir üslûp, öyle candan bir ahenk kullandı ki, Anadolu’nun birçok vilâyetlerinde, kazalarında hatta nahiyelerinde, camilerde, medreselerde, meydanlarda insan kütlelerine karşı hitap etti. O çok samimi konuşuyor. Doğruyu söylüyordu. Sözleri herkesin üzerinde çok derin tesir ediyor. Onu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allah’a emanet ederek cepheye koşuyordu.
Mehmet Akif’in Safahat adı altında kaleminden süzülen 7 ciltlik eserleri arasındaki altıncı kitap (Asım)’a verdiği emek çok fazla ve pek kıymetlidir.
Düşmanda silah, cephane, malzeme bol. Müslüman Türk’te mi? Ne gezer. Silah, cephane ve erzak bakımından düşmanla kıyas kabul edilmez bir yokluk. Bu yokluk içerisinde yegâne var"ı iman’ı, bu imandan aldığı güç ve ümitle kazanacağına inancı.
Tarihimiz aslında her dönemde büyük"lerle doludur. Bazıları vardır ki, insan her an onlarla, hatıralarıyla, eserleriyle baş başadır. O "büyük"le haşir neşir olmuştur. Cesedini fânî dünyaya bırakmış olsa bile. İşte Mehmet Âkif böyle büyüklerimizden birisidir.
Yunanlıların vatandaşlarımıza yaptıkları hakaretlere mülevves çizmeler altında çiğnenen mabetlerimizin haline için için yanıyor, cidden müteellim oluyordu. Mehmet Âkif’i yazarken ağlar bir vaziyette hem de bol gözyaşları dökerek derin derin hıçkırarak ağlar bir halde çok gördüm.
Düşmanın, taarruzlarını bağrında boğan o kahraman toprak! Bugün çok kıymetli şehitlerimizin muazzam bir makberesi olduğu kadar, Ankara’yı işgal ederek Türklüğü haritadan silmek sevdasıyla can veren zebunkeş düşmanlarımızın seraplar ile karşılaştıkları suya hasret bir vatan köşesidir.
Antalya, Anadolu’da o zamanlar gezdiğim memleketlerin en güzeli sayılabilirdi.
…eli silâh tutabilen bütün erkekler ailesiyle vedalaşıyor, evini, karısını, çocuklarını Allaha emanet ederek cepheye koşuyordu.
Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün" diyerek baba-oğul cepheleri dolaşmışlar, halka ve askere moral verip düşmanın çıkardığı yangınlara su taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlardır.[
Size bir şey bıraktı mı?"
"Muhteşem bir isim ve gurur. Başka hiçbir şey bırakamazdı. Çünkü bırakılacak bir şeyi yoktu."

Emin Akif Ersoy

Şair, canından pek çok sevdiği vatanına dönerken:

Ben ki yaşlıyım artık, düşük kolum kanadım…

diye fani hayatının son günlerini yaşadığını anlatıyordu. Vefalı Türk milleti, onu, kadirbilirlikle bağrına bastı.
Ruhu, yurdunun ufuklarında huzur içindedir.

Bileydim ey Koca Şark… Ey cihan-ı duradur
Senin nerendeki evladının nasibi huzur…
Akif, son senelerini, gördüğü bazı vasıfsızlıklara karşı bedbin geçirdi:

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet hani… Ondan bile mahrumum ben…

diyordu. Vefasızlıklar, onu çok üzüyordu. Temiz kalbi, dürüst seciyesi, karaktersizliklere hiç tahammül edemezdi:

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını
Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını…

Anayurdunu zebunkeş ve namert düşman istilasından korumak için ölümü; şerefin, şehametin en yüksek rütbesi telakki eden kahramanlar; o pek karanlık günlerde Mehmet Akif’e bir İstiklal Marşı yaza bilmek ilhamını aşılamıştır."
Mehmet Akif’in Safahat adı altında kaleminden süzülen 7 ciltlik eserleri arasındaki altıncı kitap (Asım)’a verdiği emek çok fazla ve pek kıymetlidir."
Hastaneden çıktığında (Kasım 1966) geceleri Tophane’de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yatmaya başladı ve 24 Ocak 1967’de bu karoserin içinde ölü bulundu.
Reşad Ekrem’in nitelemesiyle Emin Âkif: (…) hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio Murri’nin Kürek Cehennemi isimli eserinin ayarında dehşet verici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adam"dır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya dökülmemiştir.
Konya’da babam ile birlikte gittiğimiz yerlerde ibadete verilen kıymet sair vilâyetlerden daha ziyade idi. Namaz zamanlarında, cemaatle kılınıyor.Müslümanların, Allah’a secde ederek borç bildikleri bu ibadeti bütün hazır bulunanlar eda etmekte kusur göstermiyorlardı.&”
Safahat şairi boğazlı bir insan değildi. Bünyesine nispeten az yerdi. Lâkin güzel yemekleri intihap etmekte bilhassa sanatkârane yapılmış hamur tatlılarını seçmekte zevki selim sahibi idi."
&”Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifâ ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, âyetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif edildim. &”
&”Ramazan’ın başından beri çalıştığı Tebbet Yedâ sûresini Kadir Gecesi dinletebildi, o da dört yanlışla! Sonra da bana, Baba, beni
hafız mı etmek istiyorsun?" demesin mi! "Oğlum, böyle bir şey aklımdan geçmedi. Zaten,baksana; maazallah öyle bir tasavvurum olsa, bu gidişle ömr-i beşer değil, ömr-i beşeriyyet
bile yetişmeyecek!" dedim&”
İstiklal Marşı şairinin, bu hain İngiliz casusunun iç yüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol değil, Mustafa Sağir’i suç üzere babam yakalamış. Atatürk &‘ün doğrudan doğruya hayatı ile alakadar olan teşkilatlı bir suikaste mani olabilmiştir.
Cemiyetteki büyük insanlar buhranlı günlerde ortaya çıkarlarmış. Güllük gülistanlık dönemlerde de genç fidelere su vermekle meşgul olurlarmış. Tarihimiz aslında her dönemde büyük"lerle doludur.
Kudretine bütün varlığıyla inandığı ve bütün hayatında ilahi adaletini terennüm ettiği Allah’ı, bu dileğini kabul buyurdu. Safahat şairi bugün, Edirnekapı Şehitliği’nde. Babanzade Naim Bey’le beraber yatar. Dünya dostluğu, ahiret aleminde de devam ediyor.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
Size bir şey bıraktı mı?"
"Muhteşem bir isim ve gurur. Başka hiçbir şey bırakamazdı. Çünkü bırakılacak bir şeyi yoktu."
Âkif’in 1314 yılında İsmetHanım’la evliliğinden dünyaya gelen çocukları Cemile, Feride, Suad (ö. 27 Şubat 2000) adlı kızları ile bu evlâtlarından sonra doğan oğullarıdır. İsmet Hanım,Âkif’in 1936’da vefatından sonra birkaç sene daha yaşamış, gençliğinden beripençeleştiği nefes darlığı hastalığı sebebiyle son senelerde daha fazlahırpalanmış ve nihayet 1944 senesinin 19 Nisan günü akşamüzeri vefat etmiştir.Bk. Doğrul, s. XVII. Kızlarından Cemile [Doğrul] 1900-1981 yılları arasındayaşamıştır. Feride Hanım’ın 1902’de doğduğunu biliyorsak da ölüm tarihi tespitedemedik. Kendisiyle yapılmış bir röportajdan anlaşıldığı kadarıyla 1978’de sağdır. Suad 1907-2000 yılları arasında yaşamıştır.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
Mehmet Âkif’in Oğlu
(…)Bir öğle sonrası… Bayram içeri girdi, Sizi biri görmek istiyor" dedi.
-Buyursun…
İçeri tıraşı uzamış, üstü başı bakamsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi.Hazırolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:
-Bendeniz, dedi, Mehmet Âkif’in oğluyum…Bir anda ne olduğumu yine şaşırdım ve nasıl şaşırdım bilemezsiniz. Eski birdostluk havası yaratmak istercesine:
-Ooooo buyurun buyurun, nasılsınız?.. türünden bir yakınlık göstermeyeçalıştım.O tavrını bozmadı:
-Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim…Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim;doğrusu fena allak bullak oldum…Ve yine tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, bükük boynuyla:
-Siz ne münasip görürseniz, dedi.Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. Cüzdanımı açtım; içinde ne varsa çıkardım
–fazla bir şey de yoktu– elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 Lira aldı…
-Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim, dedi ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi. Gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme…
Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmet Âkif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu.
《Çetin Altan》
Takvim’den Bir Yaprak: Mehmed Âkif’in Oğlu
《Refi Cevad Ulunay》

İki ay kadar oluyor, orta yaşlı bir zat matbaada ziyaretime gelmişti.Ben Mehmed Âkif’in oğluyum, ismim Emin’dir."Kendisini böyle takdim eden bir zata:"Hangi Mehmed Âkif?"denilemez. Çünkü Türkiye’de Mehmed Âkif bir tanedir; fakat ben muhatabımanasıl bir nazar atfetmiş olacağım ki…"Müşkül durumdayım" dedi. "Karacabey Harası’nda günde ufak bir ücretleçalışıyorum ve 15 seneden beri orada barınmaktayım."İnsanlar acayiptir. Büyük adamların çocuklarının da büyük olacaklarınıdüşünürler. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de: "Ölüden diri, diriden ölü çıkmaz." buyruluyor. Mehmed Âkif’in oğlu da hayatta muvaffak olmayabilir. Bunun için;"Âkif gibi bir adamın oğlu olduğunuz hâlde Karacabey Harası’nda ücretleçalışan bir gündelikçiden başka bir şey olamadınız mı?"demedim. Mehmed Âkif’in oğlu devam etti:"Karacabey’de zelzele harayı alt üst etti. Hara müdürü; "Buraları eski hâlinegetirilinceye kadar git, başının çaresine bak" dedi. Beni bu durumdan kurtarmakiçin tavassutunuzu rica ediyorum."Elimden geleni esirgemeyeceğimi söyledim. Alâkadar makamlara müracaatettim ve neticeyi bekledim.Evvelki gün Mehmed Âkif’in oğlundan bir mektup aldım; ZiraatBakanlığı’ndan tekrar haraya gönderildiğini ve kendisine yer olarak merkezeyedi, sekiz kilometre mesafede Poyrazbahçe Koyun Ağılı denilen bir yerde yatıpkalkabileceğini söylediklerini yazıyor. Sobasız, gıdasız, pislik içinde olanburadan kurtarılmasını rica ediyor. Hatta bana şöyle bir kıt’a da yazmış:
Tut elimden diyerek, boynumu büktüm Ulunay
Yüzde yüz üzdü senin gönlünü bitkin durumum"
Âkif’in oğlu" dedim, sen de şaşırdın. Bu mu? Ay!Sürünüp kıvranıyor, iş arıyor. Vay gidi vay!

Bu zat hiçbir şey olmayabilir. Fakat Mehmed Âkif’in oğludur. O Mehmed Âkifki…*Dün akşam Kâni Karaca bizim mahallede bir Mevlid okumağa gelmiş, bana dauğradı. Hoşbeşten sonra İstanbul’un Hâfız Osman, Hâfız Recep, Hâfız Hasangibi tanınmış eski mevlidhanlarından bahsettik. Bu meyanda Said Paşa İmamıHasan Efendi’den de bahsedildi. Hasan Efendi biraz meczup idi, Boğaz’daMevlid okumak üzere Valide Sultan’a gelirken Üsküdar Çarşısı’nda karşısına birkadın çıkmış, ona beş kuruş uzatarak:
Dağ gibi bir evlât kaybettim, bugün kırkıdır. Onun için bir Mevlid oku!"demiş. Hasan Efendi de:"Paranı cebine koy. Okuyayım!"demiş, yüreği yanık ananın evine gitmişler. Öyle bir Mevlid okumuş ki,dinleyenlerden bayılanların hesabı yok. Mahalle yerinden oynamış. HasanEfendi’nin gece yarısı kayığa binerek Valide Sultan’ın sarayına giderken yoldaokuduğu kasideyi Mehmed Âkif şöyle yazıyor:

Kayalardan, kıyılardan bir ateştir çağlar,
Lahn-i Dâvûd ile inler gûyâ dağlar.
Dem çekip, dem tutarak, etmeye başlar feryâd,
Boğaz’ın her tarafından bir ilâhî inşâd:
Sultan-ı rusül, Şâh-ı mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin efendim!
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendimHak’tan bize Sultân-ı müeyyedsin efendim!"
Bugün Karacabey Harası’nın koyun ağılında sobasız. Gıdasız, diz boyu pislik içinde titreyen adam işte bu Mehmed Âkif’in oğludur….

Bozgeyik: Efendim, hocanız Mehmet Âkif Bey’le aranızda cereyân eden hiç unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?

Muhiddin Bey: Çok hatıramız var. Ama en mühimi şu: Âkif Bey, kitabetdersinde tahtaya bir beyit yazar, bunun tahlilini yapardı. Bir gün tahta başında birtalebeyle meşgul olurken sınıftan birisi, zannederim münasebetsiz bir gürültüyaptı. Talebelere karşı döndü ve gözünü bana dikti. Halbuki ben dersi dikkatle takip ediyordum. Kolay kolay sinirlenmezdi. Ama o zaman canı sıkılmıştı.Tahtaya kalk!" dedi. Ben de tahtaya kaldırdığı için sevinmiştim. "Yaz!" dedi.Hâlâ sesi kulağımdadır:
"Gönder Allah’ım bu millet kurtulur, tek mucize
Bir utanmak hissi ver gaib hazinenden bize."

Bu ikinci mısraı okuyunca ne kastettiğini anladım. Bu saygısızlığın benimtarafımdan yapıldığını zannetmişti. "Anlamadın mı?" dedi. İkinci mısraı bir dahatekrar etti. Yine yazmadım. Sonra yumuşak bir sesle; "Yazmayacak mısın?" dedi."Hayır, yazmayacağım!" dedim. "Peki oturun!" dedi. İşte bana karşı muhabbet peyda etmesinin başlangıcı budur.

Şanlı fakat talihsiz kocabir devlet çözülme hâlinde. Yıllardır bu ânı gözetleyen düşmanlar hep birdenyüklenmişler. Düşmanda silah, cephane, malzeme bol. Müslüman Türk’te mi? Ne gezer. Silah, cephane ve erzak bakımından düşmanla kıyas kabul edilmez biryokluk. Bu yokluk içerisinde yegâne var"ı iman’ı, bu imandan aldığı güç veümitle kazanacağına inancı. Bir de evet bir de Mehmet Âkif gibi vatanperver,imanlı kişiler, rehberler var. İstiklâl Harbi’nin zaferle neticelenmesi, imanın küfrekarşı mutlak üstünlüğüdür. Zafer kazandıran ruhlara tılsımlı nefes gibi işleyen Âkif’in tesirli, gür sesli şiirleri… Ay yıldızlı bayrağın gölgesinde ebediyete kadar bu vatan gençliğinin okuyacağı İstiklâl Marşı bunlardan bir tanesi.İstiklâl Marşı şairimizin yakınlarıyla görüştük.
Gönder Allah’ım bu millet kurtulur, tek mucize
Bir utanmak hissi ver gaib hazinenden bize…
Karanlık Geceler
Saat üç, hayli vakit var sabaha,
Üşüdüm, yatmamak olmaz, acaba;
Uzanırsam çabuk açmaz mı şafak?
Sabah olmaz yüz kere kalkar gezinir
Gece bitmiş ağarır şimdi etraf
Bu sabahın yelidir, ne yazık;
Duyduğum ses, yine baykuş sesidir.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
Mehmet Âkif’in Oğlu Sefaletle Mücadelede
{Kenan Akın}
Üç metre boyunda, iki metre eninde, basık, yer yer badanası dökülmüş,eşyaları temiz bir odanın içindeydik… Ufak bir mangaldan çıkan ısı, titrek titrekodanın içine yayılıyordu. Burada Vatan ve İman Şairi Mehmet Âkif Ersoy’unhayatta kalmış, daha doğrusu hayata terk edilmiş erkek oğlu barınıyordu… EminÂkif Ersoy…Evde yoktu…Hastalığa iyi gelir diye. Tuzsuz ekmek aramağa gitmiş" dediler…Gözler evin duvarlarını tarıyor ve gazetelerden kesilmiş birkaç resmetakılıyordu.Tak… tak… tak… Bir ayak sesi… Uzun boylu, güleç yüzlü bir insan, gölge gibiiçeriye süzülüyor… İşte, Emin Âkif Ersoy… 57 yaşında, saçlarına ak düşmüş,hayatın acı cilvesi, alnına yüzüne keskin çizgilerle âdeta konmuştu…Divan gibi kullandığı yatağına otururken, kısık bir sesle "Hoş geldiniz" diyorve merakla bakıyor… Sonra tanışıyoruz. Tercüman’dan olduğumuzu anlayınca,gözleri dalıyor ve ağzından titrek titrek şu kelimeler dökülüyor:"Emin olun, çok memnun oldum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Yıllar yılı bu kapıaralanmadı. Bir dost, bir aşina yüz ne hâldesin diye sormadı."… Ve sonra sohbete başlıyoruz. Kelimeler, Mehmet Âkif Ersoy ve geçen günlerüzerinde gezinip duruyordu.* * *Üstadın oğlu, hatıralarını yazıyordu… "Orta Çiftlik" adını koymuş hatıradefterine… Hayatının tatlı ve acı anılarını, karalıyor da karalıyordu. İşte, OrtaÇiftlik’ten birkaç satır:16 yıl önce… Mayısın 13’ü. Günlerden Pazardı. Baba dostlarıtavassut etmişlerdi. Henüz 40 yaşlarındaydım. Çocukluğum, delikanlılığım 25’ine kadar iyi geçti. Maalesef bunu takip eden yıllardevamlı bir kâbusun, korkunç karanlıkları içinde, inkisâr-ı hayâl,hüsran, sıkıntı ve sefaletle doludur…… Ve işte Âkif merhumdan bir hatıra, oğlu anlatıyor:Peder, Halkalı Ziraat Mektebi’ndeyken, garip bir tesadüf eseri, sınıfınçalışkanı bir Musevî, kulun sırtı yere gelmez pehlivanı da birErmeniydi… Peder bu duruma tahammül edememiş ve gecesinigündüzüne katarak ders çalışmış, saray pehlivanları ile idman yaparak,her iki gayrimüslimin önüne çıkmıştır. Kısa bir zamanda sınıfınbirincisi olan peder, güreşçi Agop’u da eze eze mükerreren yenmiştir.İşte, pederin taassubu, böyle bir taassuptu…Hayatının yarıdan fazlası acı içinde geçen Emin Âkif, şimdi MTTB gibi milliyetçi, tarih sever bir gençlik kuruluşunun himayesi altındaydı…
Karanlık Geceler
Saat üç, hayli vakit var sabaha,
Üşüdüm, yatmamak olmaz, acaba;
Uzanırsam çabuk açmaz mı şafak?
Sabah olmaz yüz kere kalkar gezinir
Gece bitmiş ağarır şimdi etraf
Bu sabahın yelidir, ne yazık;
Duyduğum ses, yine baykuş sesidir.
Bence ilmî ve edebî kıymetinden çok, karakterinin kıymeti dahafazla idi. Çok kuvvetli bir iradesi vardı. Hatta bu bazen inatçılık derecesini bulurdu.
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
…Babanzâde Naim Bey’le de sık konuşurduk. Bu kıymetli ilim adamı, biz Mısır’da iken ölmüştü. Babamın bu kadar içten ağladığını hiç hatırlamam… «Bir gün anavatanıma dönebilirsem, beni onun yanına gömünüz.» dedi.Kudretine bütün varlığıyla inandığı ve bütün hayatında ilâhî adaletini terennüm ettiği Allah’ı, bu dileğini kabul buyurdu. Safahat şairi bugün, Edirnekapı Şehitliği’nde. Babanzâde Naim Bey’le beraber yatar. Dünya dostluğu, ahiret âleminde de devam ediyor….
Edirne, Mehmet Âkif’in pek güzide hatıralarıyla andığı bir şehirdir. Babam çok genç yaşta yüksek baytar mektebini ikmal edince, Edirne’ye tayin edilerek oralarda epey zaman kalmış. Yirmi bir, yirmi iki yaşlarında iken bu memlekette çok tatlı ve heyecanlı günler yaşamıştı.
Babam Büyük Taarruz’a geçileceğini biliyor, bu uğurda bütün milletin dişili erkekli, geceyi gündüze katarak sarfettiği candan gayreti ve fedakârlığı elindengeldiği kadar körüklemeye gayret ediyor, bu hususta yazılar yazıyor, nutuklar söylüyordu. Hâttâ Bestekâr Rauf Bey’in bestelediği o zamanlar, ordunun ağzından düşmeyen «Yılmam ölümden, yaradan askerim! Orduma gazi dedi Peygamberim» bu güfte malûm olduğu gibi Mehmed Âkif’indir.
İki gün sonra Halil Ağa çıkageldi. Adamcağız beni araya sora bir hal olmuş,bana çok darılmıştı. Kendisine bir daha Halilof demeyeceğime söz vererek gönlünü aldım.. Ruslarla müteaddid muharebelerde dövüşen bu hiç su katılmamış koca Türk, Halilof lâfına o kadar kızar ve sinirlenirdi ki tarif edemeyeceğim…
Atın; mahlûkat içinde, Allah’ın özenerek yarattığı bu asîl hayvanın, ne demek olduğunu, ahırların gübre kokan yumuşak zemininde dolaşmayanlar, açlığını sahibine ince kişneyişleriyle ihsas etmeyeçalışan atların dilinden anlamazlar, bu bambaşka bir âlem, apayrı bir ilimdir.
Hiçbir zaman korkak değildi. Korkunun ihtirazın, tedbirin, mukadderatın önüne geçmeyeceğine öyle kuvvetli bir kanaati vardı ki; daima mütevekkil her zaman Allah’a güvenir ondan gelecek her şeye boyun büker ve sinesine çekerdi…
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Topal Osman haddizatında cahil, lâkin muktedir ve cesur, birreis ve vatana bu hususta birçok yararlıklar göstermiş bir kahramandır. İşteTrabzon, mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman’ın hürmetkârı, aynı zamanda hemşerisi olmak hasebiyle onunla iftihar ettiği Şükrü Bey bu hunhar çetebaşının kurbanı olmuş, Ankara civarındaki Çubuk Ovası’nda Osman’ın avenesi tarafından kahve içerken boynuna sardırılan kementle boğdurulmuştu. Zavallıyı Ankara açıklarında böyle ıssız bir yere davet etmişler onu gafil avlayarakboğmuşlardı.Cesedini, paltosu ve elbisesiyle pek derin kazılmayan bir çukura atmışlar; biriki gün sonra yağan şiddetli yağmurlar toprağı sürüklemiş, ceset meydanaçıkmış, hâdise de anlaşılmıştı.Ali Şükrü Beyin sıkı sıkı kapadığı avuçları acılınca, boğulmamak için sarfettiği gayret ve mukabele esnasında kendisini müdafaa için kullandığı hasır biriskemlenin hasırları çıkmış.
O günlerde İstiklâl Marşı’nı yazan babam pek dalgınçok müteheyyiç bir durumda idi. Her gün her gece hattâ her saat cephelerdenbazı ümit verici ekseri üzücü haberler gelmekte idi. (Bülbül) manzumesi işte okararsız günlerin ve tehlikeli gecelerin tazallüm eden sitemkâr bir mahsulüdür.
Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin!Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?!diye feryat eden şair, Bursa’da Yunanlıların vatandaşlarımıza yaptıkları hakaretlere mülevves çizmeler altında çiğnenen mabetlerimizin haline için içinyanıyor, cidden müteellim oluyordu. Mehmet Âkif’i yazarken ağlar bir vaziyettehem de bol gözyaşları dökerek derin derin hıçkırarak ağlar bir halde çok gördüm.
Hiç unutmam, İstanbul’dan Mustafa Sağîr’e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış sahifelercemuhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsızbüyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada üçdört satırlık bir yazı vardı. İstanbul’da havaların yağmurlu gittiğindenbahsediyor, Mustafa Sağîr’e muvaffakiyetler temenni ediliyordu. Bilâhare diğersahifeler tahlil edildi.Bu gibi hallerde istimal edilen kimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı.Mustafa Sağîr, sağîr değil kebir bir hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi,darağacında can verdi.
Konya’da da benim vakitlerim çok güzel geçiyordu. Gündüzleri ev sahibinin kendi yaşındaki oğlu ile geziyor, ondört yaşlarında olan Cemil ile Konya’nın görülecek yerlerine gidiyorduk. Babamıbu şehirde çok iyi karşılıyorlardı. Her akşam birlikte davetli olduğumuz yerleregidiyor, hane sahipleri tarafından çok büyük kabul ve hürmet görüyorduk.Konya’da babam ile birlikte gittiğimiz yerlerde ibadete verilen kıymet sair vilâyetlerden daha ziyade idi. Namaz zamanlarında, cemaatle kılınıyor.Müslümanların, Allah’a secde ederek borç bildikleri bu ibadeti bütün hazırbulunanlar eda etmekte kusur göstermiyorlardı. İstiklâl Marşı şairini ekseri imamete intihap ediyorlar, o bazı yerlerde tevazu gösterdiği zaman ısrar ile onu saflarının önüne sürüyorlar idi.
O zaman en ileride gelen Atatürk başındaki siyah kalpağı sırtında aynı renkteki paltosu elinde bastonu ile yanımdan geçmek üzere idi. Her halde nazarı dikkatiniçektim. O esnada babam da yanıma gelmişti. Ben elimle onu tuttum. Oğlunuzmu?" diye babama soran Gazi müsbet cevap alınca soğuktan üşüyen parmaklarıyla suratımı okşadı ve uzaklaştı. O ince uzun parmakların çehremi okşamasından hâlâ gurur duyuyorum…
Mehmet Âkif Kur’an’ı başından sonuna kadar ezbere bilirdi. Hıfzı çok kuvvetli idi. Şairlik hususiyetlerinden birisi de,hafızasının pek kuvvetli oluşudur, bilhassa gençliğinde bir kere okuduğunu ezberleyecek derecede kuvvetli bir dimağa sahip olduğunu neşeli zamanlarında iftiharen söylerdi….
Milli Mücadele’de Afyonkarahisar, malûm olduğu gibi ismi dünya tarihinekarışan ve Orta Anadolu’ya bir köprü mevkiinde bulunan mühim bir vilâyetimizidi. Türkiye Cumhuriyeti bugünkü refahını, istiklâlini; istiklâl dedikten sonrasöylenecek bir şey kalmıyor, velhasıl Cumhuriyet Hükümeti’nin haricî ve dahilîdüşmanlar tarafından baltalanmakta olan temelleri, Afyonkarahisar’da savrulanTürk mermilerinin açtığı zaferle pek sağlam olarak yerine oturmuş idi.
Mehmet Âkif’in şıklık ile hiçbir alâkası mevcut değildi. Hele erkeğin tuvalet ve süse kıymet vermesini hiç kabul etmiyordu. Gençlerin cinsiyetine yakışır bir tarzda giyinmelerine muarız değildi. O tırnaklarına manikür yapan, zülüflerini acaip bir şekilde uzatan, yürüyüşüne gayri tabii bir reşakat ilave etmeye kalkışan kimselere fena halde kızardı. Ecnebileri taklit etmek bunu kabul ediyorum"derdi. "Ancak Frenklerde taklit edilecek manikürden, danstan, tuvaletten daha mühim işler dururken ikinci hatta üçüncü derecede kalan fuzuli fantezilere özenenleri sevemiyorum. Baştan başa katılaşmağa, erkekleşmeğe muhtaç olduğumuz şu günlerde Levantenlik çok yersiz, aynı zamanda pek tehlikeli birşey."
Safahat şairi namütenahi nazikti. Değil Süleyman Efendi gibi makul ve zarif kimseleri, o sırasında mütemadiyen saçmalayan edebiyat hastalarını bile nezaketen dinler ve sabrederdi.(Mahalle Kahvesi) bence Safahat şairinin şaheserlerinden biridir. Eski mahalle kahvelerinin duvarlarına yazılan beylik manzumeler hakkında şu söz ne kuvvetli ve müstehzi bir buluştur.Bedaheten kusulan herzepareler ki düşün! Epey zaman daha lazım idi herzeolmak için!. Bunu otelde bana zorla şiirlerini okuyan eski hukuk mezunlarındanbir zata söyledim de üzerine hiçbir şey alınmadı. Çünkü hiçbir şey anlamadı!..
Safahat şairinin en büyük kusurlarından biri de hislerini gizleyememesidir, kırıldığı zaman imkânı yok belli eder, kaşları gayriihtiyarî çatılır, geniş alnı gerilir. Daha garip parlamağa başlar, bütün hal etvarı iğbirarını izhar eder. Aksi takdirde sevindiği zamanlar, sürurunu gizleyemez.Gözlerinin içi güler. Ben tabiatını bildiğim için halinden anlıyordum. Babam İstanbul’dan ayrılır iken bu kadar nikbin değildi. Her halde onun gönül ferahının sebepleri, hem de çok mühim sebepleri vardı…
Anayurdunu zebunkeş ve nâmert düşman istilâsından korumak için ölümü;şerefin, şehametin en yüksek rütbesi telâkki eden kahramanlar; o pek karanlık günlerde Mehmet Âkif’e bir İstiklâl Marşı yazabilmek ilhamını aşılamıştır…
Mehmet Âkif ve ben, Ali Şükrü Bey, Kuşçubaşı Eşref Bey, Binbaşı Şükrü Bey kafileden ayrıldık, tren yolu üzerinde dekovil ile Eskişehir’e kadar daha çabuk gittik. O zamanlar Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler, Manisa, Aydın, Ödemiş üzerine ilerliyorlardı. Eskişehir’den Ankara’ya tren ile gittik. Atatürk Ankara’da idi. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.
Tren öğleye doğru Ankara’ya vâsıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan Millet Meclisi’nin önünde indik. Babam bana sen buralarda otur diyerek, Meclisin bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyahkalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum Mebusu Gözübüyükzade Ziya Hoca varidi, daha tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvelâ Ali Şükrü Bey’in elini sıkarakhoş geldiniz, diyen Atatürk oldu; bilâhare şaire iltifat etti: Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim" dedi…
İstanbul en hazin ve pek kara günlerini yaşıyor idi. Müttefikler bu güzel şehri işgal etmişlerdi. Boğaz; İngiliz, Amerikan, İtalyan, Fransız harp gemileriyle doluyken memleketin muhtelif semtlerinde işgal kuvvetlerinin ayrı ayrı karakolları ve kuvvetleri vardı. O zamanları çok iyi hatırlarım; on iki yaşımda idim.Çengelköyü’nde büyük bir evde oturuyorduk.Bir mayıs sabahı babam bizzat beni pek erken uyandırdı; kalabalık olanevimizde bir fevkalâdelik, garip bir heyecan vardı. Annem gizlemek istediğigözyaşlarını saklayamıyor, herkes bana düşünceli görünüyor idi. Çabucak hazırlandık, Mehmet Âkif ile gün doğmadan Üsküdar’a müteveccihen yola düzüldük…
Babamı ilk defa Burdur’da hükümet konağında üç dört yüz kişiyi mütecaviz bircemaate karşı hitap ederken gördüm. Fazla bağırdığı zaman sertleşen gür sesi ilekonuşuyor. Çok heyecanlı olduğu bütün hareketlerinden belli oluyordu. İzmir havalisinden sızan kara haberleri vatandaşlarımıza yapılan işkence vehakaretleri, mülevves çizmeler altında çiğnenen tarihî ve ilâhî mabetlerimizi öyleyanık bir dille ifade ediyor. Bu fecayiin yürekler acısı avakıbını öyle acı bir dille tarif ediyordu ki: Ben de dinleyiciler arasında sıkışmıştım.O muazzam kalabalık derin bir sükûta dalmıştı. Lâkin bu öyle bir sessizlik öylebir hava idi ki, kasırgalar koparacak ruhların kellesini koltuğuna almağa niyeteden başların son kat’î kararından doğuyordu. Bir de şurada burada hissiyatınamalik olamayarak hıçkırıklarını tutamayan vatanseverlerin iniltileriduyuluyordu.Burdur’da bir hafta kadar kaldık. Babama çok fazla iltifat ettiler. Öğle ve akşam yemeklerini başka başka yerlerde davetli olarak yiyorduk. Safahat şairi boğazlı bir insan değildi. Bünyesine nispeten az yerdi. Lâkin güzel yemekleri intihap etmekte bilhassa sanatkârane yapılmış hamur tatlılarını seçmekte zevkiselim sahibi idi. Burdur’da eşraftan bazı kimselerin sofralarında yediğimizarmudî şekilde imal edilmiş bir tatlı çok hoşuna gitti.
Geyve Boğazı’nı çeteci Eşref Bey’e cephane götüren yine onun tayfasından bir kafile ile geçmiştik. Eskişehir’de Kuşçubaşı’nın oğlu çeteci Eşref Bey babamın ziyaretine geldiği zaman pek zinde ve pürsilah bir adam idi. Bir doksan boyunda çok geniş omuzlu 110 kiloluk bir insandı. Benim o zamanlar ata öyle dehşetli bir iptilam bir merakım vardı ki buhalimi hissedince bana bir kısrak hediye etti. Hayatımda hiç bir hediye beni buderece sevindirmemiştir!Babam vaziyeti görünce; İyi amma oğlum, biz başımızı sokacak bir yer buldukda atımıza mı bir ahır temin etmek kaldı demişti…
Ben Asım’ı bu şekilde yaratıcısının ağzından işite işite baştan başa ezberlemiştim…
Kafilemiz Geyve Boğazı’na yaklaşır iken bir köyde konakladı. Orada Kuşçubaşı’nın oğlu Eşref Bey’le birleştik. Bu zât Mehmet Âkif’in dostlarından vesevdiği arkadaşlarındandır. Harb-i Umumî’de Necid Çölleri’nde de develerüzerinde uzun boylu arkadaşlıkları vardır. Eşref Bey’le birlikte Enver Paşa’nınyaveri, o zamanlar binbaşı olan Yenibahçeli Şükrü Bey de var idi. Türk ordusunda nişancılığı ile şöhret bulan Binbaşı Şükrü Bey’e de Mehmet Âkif’in sevgisi pek fazla idi. Anzavur Ahmet Çetesi’nin Kuvayi Milliye’ye cephane sevkeden kafilemizi çevirmek gayesi ile üzerimize geldiğini duyduk. Ancak buna cesaret edemeyerek bize yol verdi.
Hatıraların 6. bölümünde söz edilen Mustafa Sağîr hadisesiyle ilgili anlatılanlar, konuya değinilen bir kaynakta -Aykut Kazancıgil Kitabı- verilen bilgilere açıklık getirmektedir. Burada Emin Âkif’in bu hususta söyledikleriarasında geçen şu cümleler önemlidir:İstiklâl Marşı şairinin bu hain İngiliz casusunun içyüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol değil, Mustafa Sağîr’i suçüzeri babam yakalamış, Atatürk’ün doğrudan doğruya hayatı ilealâkadar olan teşkilatlı bir suikasta mâni olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sağîr kendisine Hindistan’ın Ankara Hükûmeti’ni alkışlayan bir ferdi,âlemi İslâm’ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskidenberi Türkiye’de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden birmütefekkir tanındığı için Mustafa Sağîr ile samimiyet peyda etmiş,içyüzünü henüz bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar TaceddinMahallesi’ndeki evimize davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendihesabına faydalanmayı düşünen Hintli casus yeni yeni düzelmekteolan muhabere işlerinde babamın adresiyle mektuplaşmayı dahamünasip bulmuş, Mehmet Âkif vasıtasıyla muhabereye başlamıştı.Lâkin Mustafa Sağîr namıyla Hindistan’dan, İstanbul’dan, hattâMısır’dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflargeliyordu ki peder şüphelenmeğe başladı. Hiç unutmam, İstanbul’dan Mustafa Sağîr’e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfınmuntazaman katlanmış sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizinde nazarı dikkatini çeken şey mazrufun yazıdan âri olması oldu.Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsız büyük eseri ceditkâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada üç dörtsatırlık bir yazı vardı. İstanbul’da havaların yağmurlu gittiğindenbahsediyor, Mustafa Sağîr’e muvaffakiyetler temenni ediliyordu.Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi. Bu gibi hâllerde istimal edilenkimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafa Sağîr, sağîr değilkebir bir hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında canverdi.Aynı konuya Kazancıgil de Avni Refik Bekman’dan naklederek değinmektedir:(…) Hintli bir casus, Mustafa Sağîr diye bir İngiliz casusu,Afganistan’daki Afgan Kralını vurmuş… Daha sonra İngilizlertarafından Ankara’ya Atatürk’ü vurmakla görevli olarak gönderiliyor.Fakat Mustafa Sağîr, Ankara’dayken bir türlü Atatürk’ü göremiyor;ama bir yandan da İngilizlerle yazışıyor. Merak etmeyin, mutlakavuracağım," diye… Bizimkilere de Hint Müslümanlarını temsilengeldiğini ve onlardan milli mücadeleye yardım için para getirdiğinisöylüyor. Fakat Mustafa Sağîr’in -Sağîr, küçük demektir- bir zamansonra Ankara’da niyeti anlaşılıyor ve asılıyor…
Emin Âkif’in hatıralarına göre Mehmet Âkif yola çıktıktan sonra KaracaahmetMezarlığı’nda Ali Şükrü Bey’le buluşmuş, Geyve yakınlarında bir köyde iseKuşçubaşı Eşref’le birleşmiştir. Böylece Âkif’in yol arkadaşlarının kimler olduğunu da Emin Âkif’in hatıralarından öğrenmiş oluruz.
Emin Âkif’le İlgili Bir Rivayetin Sıhhati

Emin Âkif’in işsiz kaldığı günlerde çeşitli tanıdıklarına; baba dostlarınabaşvurmuş olması tabiî karşılanacak bir hadisedir. Kaynaklar bu hususta bize üçisim vermektedir. Nusret Safa Coşkun (1915-?), Refi Cevad Ulunay (1890-1968)ve Çetin Altan (d. 1927)…İlk olarak Nusret Safa’nın Memleket gazetesinde çıkan (25 Aralık 1947)röportaj-yazısında Emin Âkif’in böyle bir başvurusundan söz edilmektedir.Bunun dışında Refi Cevad Ulunay’ın da aynı meâlde bir yazısı vardır. Ulunay’ın bu yazısı Emin Âkif’in Karacabey Harası’nda çalışırken meydanagelen bir zelzele sebebiyle işsiz kalması hadisesine ışık tutmaktadır. Hadise, yazıİki ay kadar oluyor (…)" diye başladığına ve 30 Ocak 1965 tarihini taşıdığınagöre 1964’ün Aralığında vuku bulmuş olmalıdır ve Ulunay Milliyet gazetesindeçalışırken vuku bulmuştur.Bir yıl sonra da hemen hemen aynı hadise vuku bulmuş olabilir mi? O yıllardayine Milliyet gazetesinde çalışan Çetin Altan’ın Sabah gazetesinin 5 Ağustos1999 tarihli nüshasında yayınlanan "Enver Paşa’nın Kız Kardeşi ve MehmetÂkif’in Oğlu" başlıklı yazısında anlattığı şeyler, Ulunay’ın anlattıklarıyla aynı meâldedir. Altan’ın anlattıklarına bakılırsa Emin Âkif bu kez de Çetin Altan’ı ziyaret etmiş ve ondan yardım istemiştir. Yalnız Ulunay’ın yazısında kaybettiğiişini tekrar elde etmek için bir tavassut isteği söz konusuyken, Altan’ın yazısında para yardımı isteği söz konusudur.Ulunay’ın ilgisi sonucu, Emin Âkif Ziraat Bakanlığı tarafından tekrar Karacabey Harası’ndaki işine iade edilmiş ve fakat kendisine kalacak yer olarakmerkeze 7-8 km. ötede Poyrazbahçe Koyun Ağılı gösterilmiştir.Her iki yazarın aynı gazetede çalışıyor olması ve hadiselerin çok yakınsayılabilecek bir tarihte vuku bulmuş görünmesi Emin Âkif’in Ulunay’ın yanına–belki– bir kez daha uğradığını ve onu bulamadığı için Altan’la görüştüğünüdüşündürüyor. Burada kafa karıştırıcı olan şey, Altan’ın Ulunay’ın anlattığıhadiseden tamamen habersiz görünmesidir. Ulunay 1953-1968 tarihleri arasındaMilliyet’te çalışmıştır. Altan ise Nebioğlu’nun Türkiye’de Kim Kimdir adlıansiklopedisine bakılırsa 1960’lı yıllarda Milliyet’te çalışmıştır. Bu durumdaUlunay’la aynı tarihlerde Milliyet gazetesinde mesai arkadaşıdırlar. Fakat anlattığı hadise için verdiği tarih 1966 olduğuna göre Ulunay’la o tarihte mesaiarkadaşı olmayabilirler. Yine de Altan’ın olayın vuku buluş tarihi olarakzikrettiği 1966, bir hafıza yanılması değilse Ulunay’ın anlattıklarıyla çok yakınbir tarihte vuku bulmuş olmaktadır. Bu durumda Emin Âkif hem 1964Aralığında Ulunay’a, hem de 1966’da Çetin Altan’a gelmiştir. Altan’ın Milliyetgazetesinde vuku bulan ilk hadiseyi duymamış ve aynı zamanda Ulunay’ıngazetedeki köşesinden okumamış olması mümkün müdür? Hadisenin Milliyetgazetesi merkezinde –ufak çaplı da olsa– bir çalkantıya sebep olmamasıdüşünülemez.Ulunay ile Altan’ın yazılarını yan yana koyduğumuzda iki yazıdan ilkinde birtavassut dileği, diğerinde ise para yardımı isteği söz konusudur. Fakat Altan,adını vermediği bazı gazetelerde Emin Âkif’in ‘Beşiktaş’taki çöp bidonlarındanbirinde (…) ölüsünün bulunduğunu’ yazmıştır ki, Emin Âkif’in öldüğündeTophane’de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yaşadığı bilenmektedir.Dolayısıyla Altan’ın verdiği ve birçok kaynağın ittifakla ondan naklettiği buhususu doğru kabul etmemiz mümkün değildir. Altan, 1966’da gerçekleştiğiniyazdığı bu hadiseden ‘bir ay geçmeden’ ölümüyle ilgili haberi okuduğunubelirttiğine ve Emin Âkif 24 Ocak 1967 öldüğüne göre hadise 1966’nın sonlarında vuku bulmuş olmalıdır. Altan’ın Emin Âkif’in ölümüyle ilgili yazdıkları Âkif’in çocuklarını söz konusueden birtakım eserlerde aktarılmıştır.

Mehmet Âkif’in Ölümünden Sonra Emin Âkif
Kaynakların bu hususta verdiği bilgilere göre Emin Âkif, 1934’te askerliğiniyapmak üzere Mısır’dan Türkiye’ye döndü. Askerliğini Kırklareli’nde er olarakyapmaktaydı. Fakat bu dönemde koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsirettiği gerekçesiyle Divan-ı Harb’e verildi.Bu bilginin kaynağı Ali İlmî Fanî’nin Rıza Tevfik’e gönderdiği bir mektuptur.14 Ekim 1935 tarihli söz konusu mektup Emin Âkif’in Bereketzâde Cemil Bey’egönderdiği bir mektuptan iktibaslar ihtiva etmektedir. Kırıkhan’da mevkuf şairMehmed Âkif Bey’in mahdumu Emin" imzalı mektuptan iktibasta şu ifadeler yeralmaktadır: Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifâ ediyordum. Arapça bildiğimiçin ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, âyetleri tefsir ederdim. Buhareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundumve tevkif edildim. Tevkifhâneden şimdi benimle beraber bulunançavuşumun delâlet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul’a geldik, oradanbir vapura atladık. Mersin’e çıktık. Mersin’den yaya olarak Antakya’yagelirken yoldaki karakolhanedeki jandarmalar hâlimizden şüphelendi,pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan kazasınagönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımızayetişiniz.
Bu hadise vuku bulduğunda Mehmet Âkif sağdır ve Mısır’dadır. Hadiseyiduyduktan sonraki tavrı hakkında ise bir şey bilmiyoruz. Tutuklandıktan sonracezasını çektiği ve askerliğini bitirip terhis olduğu anlaşılmaktadır.Terhisi sonrasıyla ilgili bilgiler ise Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbulAnsiklopedisi’ndedir. Buna göre Emin Âkif terhis olduktan sonra kendini içkiyeverdi ve yakınlarıyla irtibatsız bir biçimde perişan bir hayat sürdü. Sabahçıkahvehanelerinde ve hamamlarda barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap, ispirto veesrar parası için hamallık yaptı. 1939’da İstanbul zabıtası tarafından bir esrarkeşolarak yakalandı ve akıl hastanesine sevk edildi. Bir müddet cezaevinde kaldı.Bu arada kendisine ulaşan bir baba dostu tarafından Bursa’da Atatürk Çiftliğiharasına kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi ve mazbut bir hayat sürmeye başladı.Fakat bir müddet sonra (1963-1964) işinden çıkartıldı. İstanbul’a döner dönmeztekrar esrara başladı. 1966 başlarında eşi vefat edince yine kimsesiz kaldı. Bu kez âdeta intihar kastıyla kendisini içkiye ve esrara verdi.1966 sonlarında birkaç ay akıl hastanesinde kaldı. Hastaneden çıktığında(Kasım 1966) geceleri Tophane’de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içindeyatmaya başladı ve 24 Ocak 1967’de bu karoserin içinde ölü bulundu.
Reşad Ekrem’in nitelemesiyle Emin Âkif: "(…) hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio Murri’nin Kürek Cehennemi isimli eserinin ayarında dehşetverici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adam"dır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya dökülmemiştir.
Reşad Ekrem’in nitelemesiyle Emin Âkif: (…) hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio Murri’nin Kürek Cehennemi isimli eserinin ayarında dehşetverici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adam"dır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya dökülmemiştir.
Mahir İz’e, 17 Muharrem 1347, 5 Temmuz 1344, Perşembe (1928) Emin ile Tahir ellerinizi öpüyorlar. Emin, Fahir’e birçok selâmlargönderiyor. Geçen kış, onlarla birlikte bir resim aldırmıştık. Altına şukıtayı yazdım:
Ne odunmuş babanız, olmadı bir baltaya sap!
Ona siz çekmeyiniz, sonra ateştir yolunuz.
Meşe hâlinde yaşanmaz, o zamanlar geçti;
Pek de incelmeyiniz, sâde biraz yontulunuz.
Fuat Şemsi İnan’a, 2 Recep 325 (6 Ocak 1927) Perşembe).Tahir için validesine yazdım. Hiç karışmayacak, tamamiyle sanabırakacak. Emin’i buraya getirdiğimden dolayı o kadar memnunum, okadar doğru bir iş gördüğüme kaniim ki sorma!Evet, Secde"den sonra bir şeyler yazmak isterdim amma, tercümeişini ikmal etmeden şairliğe kalkışmağı doğru bulmuyorum…
Mehmed Âkif’in büyük oğlu Emin Âkif (1908-1967) babasıyla ilgilihatıralarını kaleme almış, İstiklâl Savaşı’na onunla birlikte Anadolu’yu dolaşarakiştirak etmiş; fakat askerliğini yaptığı sırada yaşadığı talihsiz bir vaka sonrasındahayatının kalan kısmını büyük oranda perişan bir biçimde geçirmiş birşahsiyettir. Millet gazetesinde on beş; Memleket ve Tercüman gazetelerinde birerbölüm hâlinde yayınlanmış hatıralarında babasıyla geçirdiği Mısır ve İstiklâlSavaşı yıllarına dair birçok ayrıntı vermiş ve hem yakın tarihe, hem de MehmetÂkif biyografisine katkıda bulunmuştur.
Var kıyâs et vüs’at-i deryâ-yı rahmet nidüğün!
…Bu sersem çocuğu yola getirmeğe çalış! Ahval, beni canımdan bîzar etmişti; bu hâdise, yıkık maneviyatım üstüne tüy dikti!Çoktan beri yazamıyor, imâte-i vakt için okuyordum. Şimdi aynı satırı kırk defa okusam bir şey anlayamıyorum.
Mehmed Âkif’in üç oğlu dünyaya gelmiştir: İbrahim Naim, Emin ve Tahir Ersoy. Büyük oğlu İbrahim Naim bir buçuk yaşında iken ölmüştür.
Emin ortanca oğludur. Küçük oğlu Tahir (1916-2000) ise babası Tahir Efendi’nin (ö. h. 1305) adını taşır.

Âkif’in hayatı hakkında bilgi veren kaynaklar çocukları hakkında doyurucu malûmat vermezler. En başta, damadı Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952)’un Safahat neşrinin başında verdiği malûmat yetersizdir. En yakın arkadaşlarından Hasan Basri Çantay (ö. 1962)’ın Âkifnâme’sinde ise Mehmed Âkif’in Doğumu ve Âilesi" başlıklı bir bölüm olmasına rağmen yalnızca anne ve babası hakkında bilgi verilmiştir.

Emin Âkif’in hayatı hakkındaki ayrıntılar ise daha çok Reşad Ekrem Koçu ile M. Ertuğrul Düzdağ’ın eserlerindedir. Düzdağ’ın verdiği malûmata göre Emin Âkif 1908’de İstanbul’da doğmuştur.
Mehmet Âkif’in İstiklâl Savaşı’na katılmak üzere İstanbul’dan yola çıkarken yanına aldığı Emin o sırada 12 yaşındadır. Ailesinin diğer fertlerini bir müddet sonra Kastamonu’ya getirtip orada bir ev kiralayan Âkif, Emin’i de Kastamonu’ya göndermiş ve mektebe kaydettirmiştir. Fakat Emin Kastamonu’da fazla duramayarak kaçmış, babasının yanına, Ankara’ya gelmiş ve Âkif’le birlikte Taceddin Mahallesi’nde ikamet etmiştir. Âkif, bir müddet sonra eşi ve diğer çocuklarını da Ankara’ya getirtmiştir. Fakat başkentin Kayseri’ye taşınma tartışmalarının yaşandığı İstiklâl Savaşı sıralarında eşini ve çocuklarını Kayseri’ye göndertmiş, yanında yalnızca Emin’i alıkoymuştur. "Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün" diyerek baba-oğul cepheleri dolaşmışlar, halka ve askere moral verip düşmanın çıkardığı yangınlara su taşımak gibi fedakârlıklarda bulunmuşlardır.

Emin Âkif, hatıralarında babasının kendisini yanında alıkoymasından iftiharla söz eder, bunu biraz da onu diğer kardeşlerinden daha fazla sevmesine bağlar.

Mehmet Âkif, uzun süreli gidişinden önce de birkaç kez Mısır’a gitmiştir. 1923 ve 1924 kış aylarını geçirmek üzere Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Kahire’ye gitmiş, 1924 ve 1925 baharlarında İstanbul’a dönmüştür. Fakat Mısır’da kaldığı ilk iki kış döneminde İstanbul’da bulunan Emin Âkif, haylazlık yaptığı için çok üzülmüş ve 1925 sonlarında uzun süreli olarak Kahire’ye giderken onu da yanında götürmüştür. Âkif daha sonra eşini ve küçük oğlu Tahir’i de yanına aldırtmıştır.

Âkif’in Mısır’da iken Emin sebebiyle ne kadar tedirgin olduğunu, Kahire’den dostu Fuad Şemsi İnan (1886-1974)’a yazdığı mektuplar yeterince gösterir.[7] Gerek Fuad Şemsi’ye, gerekse diğer dostlarına yazdığı mektuplarında Emin’le ilgili birçok husus dile getirilmiştir.

Mektuplarda bir baba olarak Âkif’in oğlu hakkındaki endişelerini bütün açıklığıyla görürüz. Onun İstanbul’da iken okula devamsızlık vb. davranışlarından duyduğu üzüntü; Mısır’da iken de Arapça ve İngilizce öğrenmesi için gösterdiği gayret ve teşvik, bu hususta yeterince gayretli görmediği oğlu hakkında esprili bir üslûpla dile getirdiği şikâyetler, eğitimiyle ilgili gelişmeleri takipteki hassasiyeti, güreş ve yüzme gibi spor dallarında gösterdiği kabiliyetten duyduğu memnuniyet ayrıntılı bir biçimde mektuplarından takip edilebilir.

Emin Âkif, hatıralarında babasının kendisini yanında alıkoymasından iftiharla söz eder, bunu biraz da onu diğer kardeşlerinden daha fazla sevmesine bağlar.

Mehmet Âkif, uzun süreli gidişinden önce de birkaç kez Mısır’a gitmiştir. 1923 ve 1924 kış aylarını geçirmek üzere Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Kahire’ye gitmiş, 1924 ve 1925 baharlarında İstanbul’a dönmüştür. Fakat Mısır’da kaldığı ilk iki kış döneminde İstanbul’da bulunan Emin Âkif, haylazlık yaptığı için çok üzülmüş ve 1925 sonlarında uzun süreli olarak Kahire’ye giderken onu da yanında götürmüştür. Âkif daha sonra eşini ve küçük oğlu Tahir’i de yanına aldırtmıştır.

Emin Âkif’in kardeşleri ve bazı yakınları sağken ve evlenmişken neden bu kadar yalnız kaldığı, hayat hikâyesi hakkında yazılanlarla kısmen aydınlanmaktadır. Fakat elbette bu hususta daha fazla ayrıntıya ihtiyaç vardır. Eşinin kendisinden önce vefat ettiğini kaydeden kaynaklar, bu evliliğinden çocuğu olup olmadığı hususunda ise sükût hâlindedir. Kendisiyle yapılan görüşmelerde, hatıralarında neden diğer kardeşlerinden hiç söz etmemiş, hatta ‘babasının tek oğlu olduğunu’ vurgulama ihtiyacı hissetmiştir? Mehmet Âkif’in Türkiye’ye dönmeden kısa bir süre önce o sırada askerliğini yapmakta olan oğlunun başına gelenler karşısında nasıl bir tavır takındığı hususu ise hepten karanlıktadır. Âkif Türkiye’ye döndüğünde Emin ne durumdaydı? Kabri nerededir?
…Bana, Baba, beni hafız mı etmek istiyorsun?" demesin mi! "Oğlum, böyle bir şey aklımdan geçmedi. Zaten, baksana; maazallah öyle bir tasavvurum olsa, bu gidişle ömr-i beşer değil, ömr-i beşeriyyet bile yetişmeyecek!" dedim.
Hani sen zengin olacaktın da beni şair edecektin. Ondan vazgeçtim. Şu çocukla biraz meşgul olursan beni cidden minnettar edersin. Dirîğ-ı lutf etmeyeceğinden eminim. Cenab-ı hak tevfik versin…
Âh, kendi yumurcağını terbiyeden âciz babaların mürebbi-i ümmet geçinmesi ne ayıp şeymiş!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir