İçeriğe geç

Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır Kitap Alıntıları – Yavuz Bülent Bakiler

Yavuz Bülent Bakiler kitaplarından Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır kitap alıntıları sizlerle…

Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır Kitap Alıntıları

Biz, vatanımızdan kaçmadık; Lenin ‘den kaçtık! Rus-
ya ‘da bir Avrupa filmi gösterildiği zaman, bizim gözümüz,
gönlümüz o filmin konusundan ziyade güzel bir abajura,
zengin bir yemek sofrasına takılır kalırdı.
Niçin hayret ediyorsun? Azerbaycan da senin mem-
leketin gibi iktisaden ve likren yeteri kadar gelişmemiş
bir ülke! Böyle ülkelerde önemli olan ilim değildir.
Önemli olan, liderin görüşleridir. Sözleridir, gösterdiği
istikamettir. Burada da ilmin, hür düşüncenin geçerli-
liği yoktur. Burada Lenin vardır. Lenin ‘in görüşleri
vardır. İşte Moskova da, yüzde yüz Leninci gençler ye-
tiştirmek için sınıfların içine bile, getirip onun heykeli-
ni yerleştirmiş.
Azerbaycan’a ilk gidişimizde, yani 1 980 yılında dik-
katimi çekti: Bütün resmi dairelerde, Lenin’in resimleri,
büstleri, veeizeleri vardı. Büyük meydanlarda, gösterişli
yerlerde Lenin heykelleri insanları gözetler, dinler gibi
duruyordu. Azerbaycan’da -da Leninli meydanlar, Lenin-
li caddeler, Leninli müzeler, Leninli kolhozlar, Leninli
mektepler, Leninli kütüphaneler, Leninli tiyatro salon-
ları, Leninli hastahaneler, Leninli iş yerleri vardı.
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Camileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.
Ama Markisizimde insanlar eşit değil mi? Beni, şeref
salonuna alıyorsunuz; arkadaşlarımı dışarıda bırakıyor-
sunuz. Olur mu bu?
Korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha iyidir!
Bu Nazım Hikmet’in Zona başlıklı galiba on say-
falık bir şiiri var. Nazım Hikmet, Zona isimli bir Rus
kızının, II. Dünya Savaşı ‘nda faşist Alman subaylarına
karşı başkaldırışını, direnişini, arkadaşlarını ele ver-
meyişini anlatıyor. Moskova, Nazım ‘ın yazdıklarını ka-
fi görmedi. Sansürcüler, Zona ‘ya kendiliklerinden 1 0-
15 sayfa daha ilave ettiler. Zona şiiri oldu 20-25 sayfa.
Şimdi biz bilmiyoruz, o şiirde hangi mısralar Nazım
Hikmet’e aittir, hangi mısralar Moskova memurları ta-
rafından yazılmıştır?
Şimdi ben çıkıp Türkiye’ye gelsem, orada, sokaklarda
dilenen bir fakir Türk görsem, büyük şehirlerin etrafını
çeviren gecekondularla karşılaşsam, Türk dilinin devlet
radyolarında, televizyonlarında doğrandığına şahid ol-
sam, şurada burada Türk musikisinden daha çok Batı
musikisinin çalınıp söylendiğini dinlesem, Azerbaycan
denilince, Türkistan denilince yüzüme bön bön bakan ve
o da nesi? diye soran insanlarla tanışsam halim ne
olur biliyor musun? Benim için yaşamanın hiçbir manası
kalmaz. Yıkılır darmadağın olurum. Bu bakımdan Tür-
kiye’ye gitmek istemiyorum. Türkiye’yi gönlümde istedi-
ğim gibi allıyar pulluyorum.
Karabağ’dan Türkiye’ye iki avuç toprak götürmek is-
tiyorum. O toprağın bir avucunu, şimdi Sivas’ta bulunan
babamın mezarına serpeceğim. Vasiyetim var: İkinci
avuç Karabağ toprağını da, öldüğüm zaman çocuklarım
benim üzerime koyacaklar. Yani ben, Türkiye toprağıyla
beraber ebediyyen Karabağ toprağı altında da yatmak
istiyorum.
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah ‘ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!
Hasreti gönlümde büyük Türkistan kadardır!
Azerbaycan yüreğimde bir şah damardır.
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır:
Câmileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.

Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır:
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri.
Vatan olmasına vatan Anadolucasına
Ama vatan haritamda yok yeri.

Rüyaya inanır mısınız?
Siz de salih rüyalar gördünüz mü? Yani rüyanızda yaşadığınız bir hadiseye, uyandıktan birkaç saat sonra veya birkaç gün sonra, aynen şahit oldunuz mu? Ben öyle rüyalar gördüm ki, uyandıktan bir süre sonra, bazen de birkaç yıl sonra, o rüyada şahit olduğum hadiselerin bütün çizgilerini, bütün renklerini, bütün kişilerini, konuşmalarına kadar aynen karşımda buldum. Mesela, Sivas’ta, 1961 yılında kapı komşumuz Gürünlü Ali Efendi hastahaneye yatırılmıştı. Bir gece, rüyamda, Ali Efendi’yi hastahanedeki odasında ziyarete gidiyorum. Yatırıldığı odanın kapısını açtığımda bakıyorum ki, genç bir hemşire, Ali Efendi’nin üzerine beyaz bir örtü çekiyor. Beni görünce Vah!Aman!Çok korktum! diyor. Hayrola! Ne oldu? diye soruyorum. Öldü de oğlu geldi sandım! diye telaşlanıyor. O esnada kapı tekrar açılıyor. Başımı çevirdiğim zaman bakıyorum ki, Ali Efendi’nin büyük oğlu İhsan, arkamda. Üzerinde gri renkli, kendinden çizgili, uzun bir pardösü var. Fötr şapkasını iki eliyle göğsüne yapıştırıp kalmış. Sonra birden baba! diye hıçkırarak yatağa kapanıyor. Ben o kadar üzülüyorum ki, başınız sağ olsun! diyemeden odadan ayrılıyorum. Arkamda İhsan’ın boğuk hıçkırıkları Rüyam aynen böyle! Babam da aynı hastahanede yatıyordu. Bir böbrek ameliyatı geçirmişti. Kalktım giyindim. Kendi kendime dedim ki, Gürünlü Ali Efendi’ye bugüne kadar gitmemem çok yanlış oldu. Kendisine uğrayıp bir geçmiş olsun! demeliyim!Babam daha uyanmamıştı. Onun uyanmasını bekledim. Bir süre sonra gözlerini açtı. Ona gördüğüm rüyayı olduğu gibi anlatamazdım. Çünkü zaman zaman komaya giriyor, sonra kendisini zor toparlıyordu. Baba, dedim: Gürünlü Ali Efendi de bu koridorun dibindeki odalardan birinde yatıyor. Geçen gün hastahaneye yatırdılar. Eğer müsaade ederseniz birkaç dakikalığına ziyaretine gitmek istiyorum! Babam: Şu saatlerde hademeler sabah kahvaltısını getiriyorlar. Bekle biraz. Onlar geldikten sonra gidersin! dedi. Belki bir yarım saat kadar da sabah kahvaltısının gelmesini bekledim. Babamı doyurduktan sonra odadan çıktım. Ali Efendi koridorun ucundaki koğuşta yatıyordu. Rüyada gördüklerim aklımda değildi. Ama bin defa hayret!Çünkü Gürünlü Ali Efendi’nin kapısını açtığım zaman, gördüm ki, bir hemşire onun üzerine beyaz bir örtü çekiyor. Beni görür görmez : Vah ! Aman!Çok korktum! diye doğruldu. Hayrola!Ne oldu? diye sordum. Öldü de oğlu geldi sandım! diye telaşlandı. O ara tekrar kapı aralandı. Başımı çevirdiğim zaman arkamda Ali Efendi’nin büyük oğlu İhsan’ı görmeyeyim mi? Üzerinde, rüyamda gördüğüm gibi kendinden çizgili, gri renkli, uzun bir pardösü vardı. Fötr şapkasını göğsünün üzerine yapıştırmış, omzumun üzerinden, babasının karyolasına bakıyordu. İhsan’ın hıçkırıkları arasında duyduğum tek kelime baba! oldu. Ona başınız sağ olsun! bile diyemeden odadan ayrıldım. Sonra günlerce, aylarca, bu müthiş rüyanın tesirinden kurtulamadım. Çünkü düşündüm ki, ben o rüyayı gördüğüm zaman Gürünlü Ali Efendi daha ölmemişti . Hemşire ve İhsan daha ortalıkta yoktu. Peki, nasıl oluyordu bu? Bir ölüm hadisesini, vukundan saatlerce önce, milimi milimine nasıl görebiliyordum? Bu rüyamı, önce Ankara’da Prof. Recep Doksat’a, sonra İstanbul’da, Prof. Ayhan Songar’a anlattım. Bana dediler ki: Bu rüyanın ilmen izahı mümkün değildir. Biz böyle rüyalara salih rüyalar diyoruz. Böyle rüya gören başka kimseler de var. Onlara da aynı şeyi söylüyoruz. Cenab-ı Hakk, bir ölüm hadisesini, vukuundan birkaç saat önce sana olduğu gibi göstermiş. Sonra sen o rüyayı, yeni baştan bütün kareleriyle yaşamaya başlamışsın. Böylesi metafizik olayların kanunlarını bulmak, onları yeniden tekrarlamak ve izahlarını ilmi açıdan yapmak mümkün değildir. Ama bu rüyaları inkar etmek de yanlıştır. ilim her mes’eleyi aydınlatamıyor ki! Hiç rüya görmeyenler de veya rüyaya inanmayanlar da varmış. Ben elbette inananlar için yazıyorum: Benim elimde on bir göbek ötemize kadar uzanan bir aile şeceremiz var. Bunu, babamın dedesi olan Hacı Mahmud Efendi tutmuş. Hacı Mahmud dedem, yüz on yıl yaşamış. Mezarı Sivas’ın Gürün ilçesinde, bir tepe üzerindeki eski bir mezarlıkta. Dedem imzasını hep Hacı Mahmud El Karabaği şeklinde atıyormuş. Yani Karabağlı Hacı Mahmud! Karabağ, Azerbaycan’da eski bir Türk beldesi. Şimdi Ermenilerin işgalinde bulunuyor. Hacı Mahmud El Karabaği dedemin tuttuğu notlara göre, on birinci dedem olan Hacı Ali Murad, Karabağ’ın Ağdam köyü’nde doğmuş. Onun oğlu Hacı Ali Ferahşad da öyle. Mezarları, Karabağ’ın Şuşa şehrinde imiş. Ruslar Azerbaycan’ı işgal edince önce katharnlara başlamışlar. Sonra Şii-Sünni kavgaları düzenlemişler. Karabağ’dan önemli miktarda Sünni Türk (Karapapaklar) Osmanlı Devleti’ne sığınmış. İşte o büyük dalgalanmada Hacı Ali Ferahşad’ın oğlu Mehemmed Sabir de Türkiye’ye göçenler arasına katılmış. Babamın anlattığına göre şair olan ve naatları, münacatları da bulunan Mehemmed Sabir dedem, çoluk çocuğuyla birlikte Kahramanmaraş’a yerleşmiş. Şimdi, sonsuzluk uykusunu Maraş’ta uyumakta. Mehemmed Sabir’in oğlu olan Abdülbaki Karabaği dedem, tekrar Azerbaycan’a dönmek isterken Doğu Beyazıt’tan öteye geçememiş. Yerli halkla aralarında nedense müthiş bir çarpışma olmuş. Devlet, bir grup Karabağ muhacirini Erzurum’a bağlı Toprakkale’ye yerleştirmiş. Dedelerim Genceli Ali Ağa, Mehmet Ağa, Yusuf Ağa oralarda kalmışlar. Hacı Mahmud dedem ise, kalkıp soyunun lakabıyla birlikte Sivas/Gürün’e göç etmiş. Bu arada Kars’a yerleşen akrabalarımız da olmuş. Ben Azerbaycan’ı ve büyük dedelerimi, babamdan yeteri kadar dinleyemedim. Çünkü babam, evvela içine kapanık bir adamdı. Sonra terbiyemin bozulmaması için beni karşısına oturtup konuşmaz, konuşturmazdı. Çok iyi hatırlıyorum: Bundan 50-60 yıl önce, Bakü Radyosunun yayınları, Sivas’tan rahatlıkla dinlenemezdi. Ama babam, bazen çok uzun süre radyo başında oturur, durmadan ses ve dalga düğmesiyle oynar; belki kırk ayrı radyo istasyonu üzerinde gidip gelir, sonra aradığını bulur, odamızı birdenbire bir piyano sinyali doldururdu. Arkasından sıcak bir Türkçe dikkatimizi çekerdi: Danışır Baku!Danışır Baku!Danışır Baku! Sonra pambıx tarlalarında işleyen fehlelerin konuşmaları başlardı. Arkasından neft guyularındaki çox geyretkeş fehlelerin, fehlebaşıların övünmelerini dinlerdik. Anlayamadığım kelimeler olurdu: -Baba! Fehle ne demek? Neft guyusu ne demek? diye sorardım. Cevap verirdi: -Fehle, işçi karşılığında bir kelime!Neft guyusu da petrol kuyusu demek ! Bakü Radyosunun sesi zaman zaman düşerdi. Veya cızırtılara karışırdı. Babam kulağını radyonun hoparlörüne dayardı. Bakü Radyosu müzik yayınma başlar başlamaz babam bana dönerdi: -Koş git, Hacı Karaçoban arncana haber ver!Hemen Baku Radyosunu açmasını söyle. Çabuk! Çabuk!Çabuk! Hacı Karaçoban, babamın çok yakın arkadaşlarındandı. Azerbaycan’dan Türkiye’ye göçmüş güzel bir ailenin örnek isimlerinden biriydi. Babamın emri üzerine, uçar gibi gider Hacıbeylerin kapılarını tokmaklardım. Babam her Baku programından sonra, radyo başından hüzünle kalkardı. Babamın hüznü, bana da geçerdi. Ben, çocuk yaşlarımda, anamın ay balam! lı türküleriyle de büyüdüm. Anamın Türküleri isimli şiirimin ilk iki kıt’ası şöyle: Anam, türkü söylerdi bana masal yerine Hüzünlü, boynu bükük, hep Azeri türküler. Yüzüme bakamazdı; acısını anlardım. Rüzgarlarla savrulur; yağmurlarla yağardım. Ya yer yatağımda, ya serin sofalarda Anamı dinlerken ağlardım. Ben, süt gibi mübarek türkülerle büyüdüm Bir yanım aydınlık, bir yanım gurbet! Anamın ay balam! lı türkülerinde Bin yakarış gibiydi baştan başa memleket! Bir yandan anamın ay balam lı türküleri, bir yandan babamın hüznü, öte yandan Baku Radyosunun sazlı sözlü programları, çocuk yüreğimi baştan sona Azerbaycan’la bezerdi. Azerbaycan ve Karabağ konusunu uzun yıllar sonra, yani üniversite öğrencisi olduğumda, hem büyük amcamla hem de babamla konuşmaya başladım. Azerbaycan yüreğimde bir şah damar gibi vurmaya başladı. Galiba 1965 yılıydı. Erzurum’da, Cevad Dursunoğlu ile tanıştım. Cevad Dursunoğlu’nun Erzurum Kongresi’ni adım adım yaşayan, daha sonra Erzurum’dan milletvekili seçilen siyasetçilerimizden olduğunu elbette biliyorsunuzdur. Kendisine adımı ve soyadımı söyleyince heyecanlandı: -Dur bakayım hele! Sen bizim İbrahim Bakiler’in nesi oluyorsun acaba? -Yeğeniyim efendim ! -Oooo!Ne kadar sevindim bilemezsin!İbrahim, benim çok yakın arkadaşlarımdandır. Adliye Bakanı’yla görüşerek İbrahim’i Büyükada’ya ben tayin ettirdim. İbrahim de bizim gibi Karabağ asıllıdır. Çok yahşi adamdır haaa! -Siz de Karabağlı mısınız efendim? -Elbette!Elbette! Benim dedelerim de Erzurum’a Karabağ’dan çıkıp gelmişler. -Siz Karabağ’ı gördünüz mü efendim? -Görmedim; ama orayı dedelerimden çok dinledim ! -Bana da lütfeder misiniz efendim? Karabağ nasıl bir yer acaba? -Sorulur mu? Sorulur mu? Karabağ cennet gibi bir yer. Diyebilirim ki, dünyanın en güzel köşelerinden biridir orası! Cevad Dursunoğlu konuşurken, sağ elinin bütün parmak uçlarını bir araya getiriyor ve ağzında sanki çok lezzetli bir yemiş varmış gibi konuşuyordu. Bana, Karabağ’ın bitmez tükenmez güzelliklerini, bağlarını bahçelerini, nar ağaçlarını, dutluklarını, kavun karpuz bostanlarını, billur sularını, al-baharlı dağlarını, bakmaya kıyılamayan ceylan duruşlu atlarını, eşine ender rastlanacak nispette zarif halılarını, bağlı bahçeli serin evlerini anlatıp durdu. Sonra ayağa kalkarak o meşhur Karabağ şikestesini mırıldandı. Bayıldım!Bayıldım!Bayıldım ! -Karabağ, işte şu bizim Ağrı Dağı’nın hemen ardında. Ama biz ona hep hasret yaşıyoruz. Karabağ’ı bir kere görebilmek için ömrümün bir yılını verebilirdim ! -Ben de öyle efendim! Ben de öyle! Bu Karabağ sohbeti üzerinde 5-10 gün geçti, geçmedi; Ankara’daki bekar evimde, çok sıkıntılı bir rüya gördüm O unutulmaz rüyam aynen şöyle: Al renkli, uzun bir otobüsün önündeydim. Bir grup gazeteciyle birlikte, Azerbaycan’a gitmek üzere bekleşiyoruz. Derken otobüsümüz hareket etti. Ve bizi adeta uçarcasına Azerbaycan’a ulaştırdı. İlk durağımız Karabağ! Otobüsümüz tek katlı bir bina önünde durdu. Güya o bina, bir gazetenin idarehanesi imiş. Herkesten önce inip oraya koştum. İçeride 4-5 kişi var. Ayaküstü hoşbeş ederken başımı çevirip caddeye baktım. Hayretle gördüm ki, o al renkli otobüs çekip gitmiş. Heyecanla dışarı fırladım. Görünürde otobüs de yok, içindeki yolcular da! Telaşla, korkuyla sağa sola koşuşturmaya başladım. Yok! Yok Yok! Derken yanımda bir genç adam belirdi. -Merak etmeyin! Korkmayın! Ben sizi otobüsünüze götürebilirim. Onun nerede olduğunu biliyorum çünkü! -Hemen gidelim öyleyse ! -Ama ben size, önce Karabağ’ı şöyle bir gezdireyim diyorum. Şehri görmek ister misiniz? -Hem de nasıl görmek isterim!Ben yıllarca, hep bu Karabağ hasretiyle yaşayıp durdum. Çünkü Karabağ, benim ulu dedelerimin memleketi! -Gelin benimle öyleyse! Genç adam elimden tutarak beni bir bedestene götürdü. Bedestenin loş dükkanlarında rengarenk ipekli kumaşlar ve kadifeler yığılı. Dükkan önünde ise, çuval çuval baharat çeşitleri duruyor. Tezgahlar, sedef işlemeli zarif kutularla, rahlelerle, tepsilerle ve tespihlerle yüklü. Kendi kendime diyorum ki, burası tam bir Orta Çağ bedesteni. İnsanların kıyafetleri de eski çağlara ait. Karşımızda, bedestenin büyük kapısı var. Oraya doğru yürüyerek dışarı çıktık. Gördüm ki, biraz önce yağmur yağmış. Çünkü masmavi gökyüzünü, muhteşem bir ebemkuşağı süslemekte. Ayrıca, dikkatimi çeken bir husus daha var: Bu esrarengiz gökkuşağı altında, bir cami enkazı duruyor. Cami tamamen yıkılmış. Ayakta kalan sadece iki yarım minare Bu hazin manzara karşısında, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyorum. Yanımdaki genç adam bana dönüyor: -Niye ağlıyorsunuz; ne var? -Karabağ’ı ben böyle mi görecektim? Şu yıkılan ve sadece iki yarım minaresi ayakta kalabilen caminin haline bak!Kim bilir benim dedelerim bu camide ne kadar namaz kıldılar? Ağlamamak mümkün mü? O rüyadan kan ter içinde uyandım. Bir süre yatakta hareketsiz kaldım. Rüyamı, kendi kendime yorumlamaya çalıştım. Acaba Cevad Dursunoğlu’nun ballandıra ballandıra anlattığı Karabağ’ın bugünkü hali böyle midir? Çünkü Lenin diyor ki: En masum bir Allah fikri, yeryüzünün bütün kanlı cinayetlerinden, bütün soygunlarından, vurgunlarından daha tehlikelidir! Acaba Azerbaycan’da camiler yine yıkılıyor mu? Yataktan dövülmüş gibi kalktım. Bir süre, odadan odaya dolaşıp durdum. Üzerimde anlatılmaz bir sıkıntı vardı. Bağırıp çağırmak, birisiyle kavga etmek istiyordum. Bir ara, tıraş olduğum duvar aynasına bir yumruk atarak, onu paramparça etmek istedim. Yumruklarım bir süre sıkılı kaldı. Sonra hıncımı bıyıklarımdan aldım. Fakülte ve askerlik yıllarımda bile hiç kesmediğim bıyıklarımı kökünden kazıyıp attım. Sonra oturup Karabağ Hasreti isimli şiirimi yazdım:

Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Camileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretini ben duyarım.

Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri.
Va tan olmasına vatan Anadolu’casına
Ama vatan haritamda yok yeri.
Güzelim türküleri türkülerimiz gibidir
Ve kalpaklı, bindallı oyunlarını balam
Bilenlerimiz bilir.
Bir gün bir selam gitse Anadol u ‘mdan
O şehirden sımsıcak bin selam gelir

II
Balam!Balam!diyerek okşardı beni ana m
Anamın dizlerinde, ben Hazar’ı yaşadım.
Hazar’ın diliyle benim dilim bir.
Hazar, şimdi yere inmiş bulutlar mahşeridir
Ve Karabağ, -Karagözlü bir Türkmen kızı gibiHazar’ın
karşısına bağdaş kurup oturmuş
Dedem Hacı Mura t ‘ın destan şehridir.
Öz yurduma yıllar yılı hasret duyarak
Mecnun gibi, Ferhat gibi bir gön ül verdim.
Bir gelen olsaydı Karabağ’ımdan
Gider ayaklarına gözlerimi sürerdim.
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah ‘ım! Ruh uma biraz h uzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç a vuç m übarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!

1980-2008 yılları arasında ben de Moskova’ya dört defa, Türk Cumhuriyetleri’ne on defa gidip geldim. Türk Cumhuriyetleriyle ilgili olarak 101 Tv programı hazırlayıp sundum. Çeşitli şehirlerimizde konferanslar verdim, makaleler, kitaplar yazdım. Samimiyetle inandım ki, Marksizm yeryüzünün en yalancı, en zalim, en sömürgeci, en kanlı imparatorluklarından birini kurmuştur. Biliyorum, biliyorum, biliyorum!Şimdi, bizim Lenin sakallı Marksistlerimiz çok öfkeleneceklerdir. Devrimcilik, ilericilik ve laiklik üzerine gevezelikler edip duracaklardır. Bugüne kadar, Türkiyeli Marksistlerden bir teki olsun şu sorumun cevabını veremedi: Dünkü Sovyetler Birliği 22 milyon 400 bin km2lik bir alana yayılmıştı. Nüfusu 2 9 2 milyondu. Federal Almanya’nın toprakları ise 3 5 7 bin km2 idi. O topraklarda 80 milyon Alman yaşıyordu. Sosyalist Rus İmparatorluğu, Federal Almanya’dan 66 kere daha büyük bir coğrafya üzerindeydi. Çok zengin bir coğrafyaya sahipti. Yeraltı ve yerüstü kaynaklar, zenginlikler bakımından Sovyetler Birliği, Federal Almanya’dan en az bin misli daha zengindi. Hal böyle olmasına rağmen Federal Almanya’nın mali gücü Sovyet Rusya’nın mali gücünden yüz yirmi beş misli daha kuvvetliydi. Peki, sonra ne oldu? 3 Ekim 1990 yılında, Sovyet Rusya, işgal ettiği Doğu Almanya topraklarını Federal Almanya’ya satmak mecburiyetinde kaldı. Federal Almanya, aynı zamanda Doğu Almanya’da bulunan 380.000 Sovyet askerinin, Sovyet Rusya’ya dönme ve yerleşme masraflarını da üzerine aldı. Birisi çıksın da cevap versin bana: Dünyada hangi devlet işgal ettiği toprakları para karşılığında sattı? Ve bu ilerici, bu devrimci, bu hürriyetçi, bu eşitlikçi Sovyet Sosyalist İmparatorluğu, hiçbir devletin müdahalesi olmadan, neden, niçin gümbür gümbür yıkılıp gitti? Eşitlik iddiasına da bir örnek vermeliyim: Moskova, dümdüz bir ova üzerinde, mağrur bir şehir. Etrafında göze çarpan dağlar yok. Şehrin bir yerine, yığma bir tepe yapmışlar. Üstü, bir futbol sahasının yarısı kadar geniş. Yeni evli çiftler, nikâh dairesinden sonra yakınlarıyla orada buluşup ayakta kadeh tokuşturuyorlar. Heyetimizi o tepeye, büyükelçiliğimizde çalışan kâtiplerden biri götürdü. Kendimizi, daha gelinliklerini üzerlerinden çıkarmaınış yeni evli çiftler arasında bulduk. içki kadehlerini ağız hizalarına kadar kaldırıp şarkılar söylüyorlar, eğleniyorlardı. Birden dikkatimi çekti: Gelinler, bir masal dünyasından çıkıp gelmişler gibi çok güzeldiler. Damatlar ise karikatür suratlıydılar. O kadar güzel kızların böyle çerden çöpten delikanlılarla evlenmelerine çok şaşırdığımı, hayıflandığımı söyledim. Elçilik mensubunun anlattıkları, bana yine Ankara’daki profesör arkadaşımı hatırlattı: -Sovyetlerde 20 milyon kişinin evi yoktur. Bu delikanlıların babalarından kendilerine geçen bir evleri vardır. Kızların aileleri ise evsizlikten perişandırlar. Çok sıkıntıdadırlar. İşte bu güzel kızlar, vakitlerini geçirip evde kalmamak için böyle delikanlılarla evlenmek zorunda kalıyorlar. Zavallı kızlar ne yapsın peki ? Marksizm bir büyük yalan, bir büyük zulüm, bir büyük korku imparatorluğudur. Azerbaycan, bir zamanlar o zulüm, o yalan, o korku imparatorluğunun pençesi altındaydı. Ben bu kitaba, neyi gördümse, neyi duydumsa, neyi yaşadıınsa onu yazdım.
-Şikayet etmedin mi?
-Kime?
-Yok mu bu ülkede
Bir dinleyecek seni?
-Var! Fakat unutma ki kılıç kesmez kendini!
Yan yana oturarak bir süre sohbet ettik. Tercümanlığımızı Murat yaptı. Adam, bir ara bana sordu:
-Rus edebiya tından hangi yazarlan okudunuz?
-Dostoyevski ‘yi , Puşkin’i, Tolstoy’u, Çehov’u, Turgenyef’i , Soljenitsin’i zevkle okudum. Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov’u yirmi yıldan beri adeta kolumda taşıyorum.
-Niçin?
-Suçlu olmasına rağmen, Dostoyevski , konuyu öyle müthiş bir kudretle ortaya koymuş ki , ben, Komiser Javer’in Raskolnikov’u yakalamasını istemiyorum.

Peki, siz Türk edebiyatından kimleri okudunuz?
-Nazım Hikmet’i okudum !
Adam, Nazım Hikmet derken Nazım’ın ilk hecesini: Nasılın, namazın, nasırın ilk hecesindeki (na) gibi okudu. Kısa, küt ve aceleci bir tavırla.
-Başka?
-Başka yok!
-Bizim edebiyatımız sadece Nazım Hikmet’ten ibaret değil ki ! Artık Nazım Hikmet de bizden ziyade sizin bir şairiniz. Burada görüyorum ki , ben , size karşı 6-1 galibim!

Prof. Dr. Abbas Zaman Azerbaycan’ın en yürekli, en çileli evlatlarından biri ! Azerbaycan sevgisi yüzünden üniversiteden atılan, aç kalan, açıkta kalan zaman zaman bir dilim ekmeğe muhtaç yaşayan; ama Azerbaycan’da bir kere yükselen Türklük bayrağını çekildiği serenden indirmeyen idealist ziyalılardan (aydınlardan) biri ! Onun söylediklerine nasıl kayıtsız kalabilirdim?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Rusların, 1917 ihtilalinden beri öldürdükleri, sürgüne gönderdikleri kardeşlerimizin sayısı yüz ellibine çok yakındır. Sonra Ruslar, sistemli bir şekilde bizim değerli şairlerimizi, yazarlarımızı, fikir, san ‘at, siyaset adamlarımızı yok ediyorlar. Sadece bizde değil, bütün Türk topluluklarında aynı zulmü uyguluyorlar.
Bu Ruslar, çok zalim adamlardır.
Bunlar, komünizm denilen gözü doymaz bir canavarla,
vatanımızı sömürüp durmakta, dilimizi, dinimizi,
ırkımızı yok etmeye çalışmaktadırlar. Bunların en medeni ölçüler içinde bile tenkide tahammülleri yoktur. Buralarda
hak, hukuk, hürriyet, demokrasi . . . Keloğlan’ın keçel
başı gibidir. Rus ‘un beyninde ne hak var, ne hürriyet,
ne demokrasi!
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Benim Azerbaycan’da tanıdığım ve yüreğinin aydınlığına, büyüklüğüne, asaletine hayran olduğum bayrak adamlardan biri de Prof. Dr. Xudu Memmed’dir. Türkiye’yi aşk derecesinde sevdiği halde neden Türkiye’ye gelmediğini çok merak ettiğim için kendisine sormuştum. Verdiği cevabı ebediyyen unutamam: -Ben noksansız bir Türkiye kara sevdalısıyım ! Ben Türkiye ‘yi kendimi bildim bileli istediğim gibi düşündüm. Ona istediğim ruh yüceliğini verdim. Benim gönlümdeki Türkiye ‘nin hiçbir yanlış tarafı yoktur. Noksanlığı yoktur. Şimdi ben çıkıp Türkiye ‘ye gelsem, orada, sokaklarda dilenen bir fakir Türk görsem, büyük şehirlerin etrafını çeviren gecekondularla karşılaşsam, Türk dilinin devlet radyolarında, televizyonlarında doğrandığına şahid olsam, şurada burada Türk musikisinden daha çok Batı musikisinin çalınıp söylendiğini dinlesem, Azerbaycan denilince, Türkistan denilince yüzüme bön bön bakan ve o da nesi? diye soran insanlarla tanışsam . . . halim ne olur biliyor musun? Benim için yaşamanın hiçbir manası kalmaz. Yıkılır darmadağın olurum. Bu bakımdan Türkiye’ye gitmek istemiyorum. Türkiye ‘yi gönlümde istediğim gibi allıyor pulluyorum.
Komünist sistem, noksansız bir zulüm sistemidir. Allah’ı bilmeyen, Allah’tan korkmayan kuldan utanır mı ?
Prof. Dr. Abbas Zaman’a gerçekten hiçbir şey söylemedim. Onu hep başımı sallayarak ama derin bir hüzünle dinledim. Prof. Dr. Abbas Zaman Azerbaycan’ın en yürekli, en çileli evlatlarından biri! Azerbaycan sevgisi yüzünden üniversiteden atılan, aç kalan, açıkta kalan zaman zaman bir dilim ekmeğe muhtaç yaşayan; ama Azerbaycan’da bir kere yükselen Türklük bayrağını çekildiği serenden indirmeyen idealist ziyalılardan (aydınlardan) biri! Onun söylediklerine nasıl kayıtsız kalabilirdim?
Sen, Aleksandr Soljenitsin’i elbette duymuşsundur.
-Elbette biliyorum . Gulag Takımadaları isimli kitabını
aldım; ama daha okuyamadım.
-Soljenitsin, bugünkü Rus edebiyatının en seçkin kalemlerinden
biri. Üstelik dünya çapında da bir şöhreti
var. 1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan roman
yazarı . Ruslar, bu edebiyatçılarına karşı nasıl tavır
takındılar biliyor musun ? Soljenitsin, Stalin devrinde
yapılan haksızlıkları, zulümleri, milyonlarca insanın
keyfi kararlarla yok edilmelerini yazdı. Peki, doğru mu
yazdı ? Yüzde yüz doğru yazdı. Çünkü Stalin, canavar
ruhlu idarecilerinden biriydi. Moskova, Stalin devrinde
yapılan zulümlerin yazılmasına tahammül edemedi. Soljenitsin’i tutup Akıl hastasıdır. Çünkü Stalin devrini
tenkid ediyor! diyerek tımarhaneye tıktı. Moskova, Soljenitsin’i öldürmek istiyordu. Ama adam, edebiya t alemi
tarafından bilindiği, sevildiği, okunduğu, takip edildiği
için yazarını boğamadı. Bu defa, Soljenitsin’in Nobel
Edebiyat Ödülü ‘nü reddetmesi, almaması için akla gelmedik
baskılar yaptılar. Sonunda Soljenitsin’i, Sovyetlerden
kovdular. Adam, gidip Amerikaya yerleşti. Yarın
o, göreceksin büyük bir kahraman olarak alkışlanacak
ve yurduna, şanlı, şerefli bir isim olarak dönecektir.
Moskova, kendi görüşleri
dışında kalan bir şeyin yazılmasına, çizilmesine,
konuşulmasına kat’iyyen tahammül edemez.
Nazım Hikmet, Moskova Hava alanına indiği zaman
dedi ki: Beni, Stalin yarattı ! Gözlerimin ışığını ona
borçluyum!
Bu Nazım Hikmet’in Zona başlıklı galiba on sayfalık
bir şiiri var. Nazım Hikmet, Zona isimli bir Rus
kızının, II. Dünya Savaşında faşist Alman subaylarına
karşı başkaldırışını, direnişini, arkadaşlarını ele vermeyişini
anlatıyor. Moskova, Nazım’ın yazdıklarını kafi
görmedi. Sansürcüler, Zona ‘ya kendiliklerinden 10-
15 sayfa daha ilave ettiler. Zona şiiri oldu 20-25 sayfa .
Şimdi biz bilmiyoruz, o şiirde hangi mısralar Nazım
Hikmet’e aittir, hangi mısralar Moskova memurları tarafından
yazılmıştır?
Ruslar, Nazım Hikmet’i burada adım,
adım, adım takip ettiler. Yurt dışına çıktığı zaman arkasına
KGB ajanları taktılar. Bir kalp krizi geçirerek
hastahaneye yattığı zaman aynı odaya kendi adamlarını
da uzattılar. Yani Ruslar, Nazım’ı her yerde, her zaman
adım adım takip ettiler. Nazım Hikmet, bir güne bir gün
ağzını açarak: Yahu beni neden böyle takip ediyorsunuz.
Ayıptır! Bu bana hakarettir, zulümdür! diyemedi.
Nazım’ın bütün heyheyleri, kabadayılıkları Türkiye’de
kaldı. Nazım, Rusları tanıyınca kedi gibi pıstı kaldı.
Burada sana Moskova ‘nın büyük taassubunu, zulmünü,
vahşetini, dehşetini anlatmak için Soljenitsin ve Nazım
Hikmet örneklerini de verdim.
Birkaç defa Moskova’da bulundum. Hayretle ve dehşetle gördüm ki Sovyetler Birliği, baştan sona bir rüşvet imparatorluğudur. Rüşvetsiz iş yapmak, yaptırmak imkansız gibidir. Dünkü ve bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin de en büyük hastalığı, rüşvet kanseridir. Rüşvet, rüşvet, rüşvet ! Yeni Türk Cumhuriyetleri, Marksizmin bulaştırdığı, kökleştirdiği, adeta kanunlaştırdığı rüşvet hastalığından kurtulmadan hiçbir aydınlığa ulaşamazlar.
Sen bu Rusları, bizim kadar bilmezsin. Bunlar çok binamus adamlardır. Çok canavar ruhlu, çok zalim kimselerdir. Ruslar, bizimle Türkiye arasında dostane münasebetler kurulsun istemiyorlar. O bakımdan, 1917 İnkılabından beri Türkiye kapısını bize kapadılar.
Hz. Muhammed diyor ki: Zorlaştırmayın kolaylaştırın. Nefret ettirmeyin sevdirin! Ben, insanca yaşamayı bu tavsiyeye uymakta buluyorum.
Biz, Türkiye olarak 1. Dünya Harbi’nden sonra Milli Mücadele’ye başladığımızda Türkistan Türkleri, Buhara Hanı Osman Bek, bize külliyatlı miktarda altın yardımında bulundu. Azerbaycan’da da Gardaş Kömeği isimli bir dergi çıktı. Bu dergi ancak iki sayı basılabildi. Ama o derginin de gayretiyle Türkiye için elli kilo altın (kızıl) toplandı ve yardımlar Türkiye’ye, Atatürk’e ulaştırıldı. Biz o Türkistan, Azerbaycan yardımlarının çok büyük faydalarını gördük. İşte bu şuur, bu ruh daima canlı tutulmalı.
Ben, 1980 yılına kadar sanıyordum ki Köroğlu, Türkiye’de Çamlıbel Dağı’nda, arkadaşı Ayvaz’la birlikte yaşayan bir halk kahramanıdır. Özbekistan’da gördüm ki, Köroğlu destanları önce Türkistan topraklarında çalınıp söylenmiştir. Ve Köroğlu’nun adı Türkistan’da Goroğlu’dur. Arkadaşı Eyvaz’la birlikte Çendibil Dağı’nda yaşamıştır. O kahramanımıza, Türkmenistan’da Göroğlu diye alkış tutulmaktadır. 1980 yılında Azerbaycan’a geldiğimde baktım ki karşımda bir Koroğlu var. O da arkadaşı Eyvaz’la birlikte burada Çamlıbel Dağı’nda yaşamıştır. Irmaklar denizlerden dağlara doğru akmazlar; dağlardan denizlere doğru inerler. Türkiye, 1071 yılında Türk boyları tarafından fethedildi. Anadolu, o tarihten önce Diyar-ı Rum idi. Kendi kendime, demek ki dedim: Biz, destanlarımızı Türkmenistan, Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya taşımışız. Türkistan’ın bir Nasreddin Efendi’si var, Azerbaycan’ın Molla Nasreddin’i, bizim de Nasreddin Hoca’mız var. Türkiye’de çok sevilen bir çocuk kahramanını, yani Keloğlan’ı ben, Daz Bala olarak Kırgızistan’da buldum. Sonra gördüm ki, Dede Korkud her Türk topluluğunun ortak atası. Köroğlu, Nasrettin Hoca, Keloğlan, Dede Korkud neden İngiltere’ de, Almanya’da, Fransa’da . . . yok? Çünkü onlar ayrı milletler. Kültürleri bizden çok farklı. Peki, bizde neden var? Aynı milletin boyları olduğumuz için! Bir Azerbaycan türküsü, Türkiyeyi neden ayağa kaldırıyor? Çünkü zevklerimiz, kederlerimiz bir. Velhasıl, milletlerin hayatında, kültür ekonomiden de önemli medeniyetten de. Bu, benim şahsi görüşüm değil. ilim adamları bunu böyle söylüyorlar.
Karabağ’ı görmeden Karabağ için yazdığım şiirler var. Karabağ Hasreti isimli şiirimin son kıt ‘ası şöyle:

Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah’ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!

Karabağ’dan Türkiye’ye iki avuç toprak götürmek istiyorum. O toprağın bir avucunu, şimdi Sivas’ta bulunan babamın mezarına serpeceğim. Vasiyetim var: İkinci avuç Karabağ toprağını da, öldüğüm zaman çocuklarım benim üzerime koyacaklar. Yani ben, Türkiye toprağıyla beraber ebediyyen Karabağ toprağı altında da yatmak istiyorum.

Dedelerim Karabağ’ın Ağdam köyünden Türkiye’ye yürümüşler. Orada yatan iki dedemin ismini biliyorum: Hacı Ali Murad ve Hacı Ali Ferahşad.
Bizim Ahmet Emin Yalman isimli meşhur bir gazetecimiz vardı. Vatan isimli gazetenin sahibiydi. Ahmet Emin Yalman, 1950 yılında, Nazım Hikmet için bir af kampanyası başlattı. ilim, fikir, san’at, siyaset dün­yamızdan yüz elli kadar önemli kişilerden imza aldı. Gö­türüp o listeyi devrin Başbakanı merhum Adnan Mende­res’e sundu. Nazım, hapishanedeydi. Menderes, 1950 yılında çıkarılan Af Kanunu kapsamına Nazım Hikmet’i de aldı. Nazım, cezaevinden çıkıp Moskova’ya kaçtıktan sonra, kendisine canla başla kol kanat geren ve Türk milliyetçilerinin büyük hücumlarına uğrayan Ahmet Emin Yalman için şunları yazdı:

Hapse atacaklarmış Ahmet Emin Yalman’ı
Amerikan’a yaranmak rekabet yüzünden.
Hapisteki hırsızlara acıyorum ben
Ahlakları bozulacak Emin Bey’le aynı damda yaşayarak

Sonra, Başbakanımız Adnan Menderes’e, insaf da­marları patlamış bir yüzle sövüp saymaya başladı: Tarlalarımıza girmiş değil sizin gibi yaban domuzu Şehrimiz görmüş değil yangının sizden kanlısını! Nazım Hikmet, başbakanımıza neden yaban domu­zu diyerek saldırıyordu? Adnan Menderes, Türkiye’yi NATO antlaşmasına sokmuştu ya, bizden Boğazları, Kars’ı ve Ardahan’ı isteyen Stalin’in Kızıl Ordusuna karşı Türkiye’yi kolay yutulacak bir lokma olmaktan kurtarmıştı ya, NATO’ya girişimiz Nazım’ın çılgınlaş­masına yetmişti de artmıştı bile! Nazım Hikmet, vefa duygusu sıfır noktasının altında olan bir adamdı

Biz, Azerbaycan Türkleri gördük ki, Nazım, şiir­lerini bizim dilimizle yazıyor, konuşmalarını da bizim dilimizle yapıyor. İşte o zaman biz dedik ki, Nazım’ın dili Türkçe olduğuna göre bizim dilimiz neden Azer­baycanca?
Bir insan, bir şair, kendi milletinin diliyle düşünür, konuşur ve yazar. Biz gördük ki, Nazım Hik­met ‘in dili, aynı zamanda, bizim analarımızın, baba­larımızın, atalarımızın da dili. Peki dedik, Nazım Hik­met Türk şairi olduğuna göre onunla aynı dili konuştu­ğumuz halde biz neden Türk milletinden değiliz de Azerbaycan milletindeniz?
Velhasıl Nazım Hikmet, bu­rada Türklüğün ve Türkçenin bayrağını yeniden yük­selttiği için biz onu çok sevdik

Bana, Nazım Hikmet sevgilerini bu gerekçelerle açıklayan Azerbaycan Türkçülerine, onun dedelerinin Polonya’dan Türkiye’ye göç ettiklerini, Borjensky aile­sine mensup olduklarını ve Türkçe’yi Türkiye’de öğren­diklerini söylemedim .

Bakü’de Şaumyan isimli bir Ermeni kornitacısının da büstü vardı. Yüksekçe bir kaide üzerinde, beyaz mer­merden oyularak oturtulan, bir hain, bir düşman adamın büstü gelene geçene sövüyor gibiydi. Resmi kayıtlara göre, 1918 yılında Şaumyan baş­kanlığında Azerbaycan’a giren Rus ve Ermeni kuvvetle­ri yirmi bin soydaşımızı öldürmüştü. Ben, o katliama şa­hid olan, sonra tek başına Türkiye’ye kaçan Mehmed Al­tunbay dostumdan dinlemiştim. Demişti ki: Sokaklar, katledilen insan cesetleriyle doluydu. Ço­cuktum ama çok iyi hatırlıyorum. O sokaklarda, insan kanına basmadan, ölen insanların cesetleri üzerinden atlamadan yol almak mümkün değildi. Şaumyan çeteleri için insan öldürmek, bir çırpıda binlerce kişinin kanını dökmek, bir bardak su içmek gibi basit ve zevkli bir işti. Ben, Azerbaycan’a gitmeden, Şaumyan’ın vahşetinden haberdardım. 1980 yılında Azerbaycan’a ilk gidişimde, Şaumyan’ın büstüne de iğrenerek bakmıştım. Düşünebili­yor musunuz? Acaba dünyada bir devlet var mıdır ki, ken­di halkından yirmi bin kişiyi katleden bir barbarın büstü­nü yaptınp, hem de başşehrinin meydanlarından birine yerleştirmiş olsun?
Kruşçev, Sta­lin devrinde yapılan katliamlar, sürgünler, mahkümiyet­ler üzerinde durdu. Öldürülen, mahkum edilen, sürülen birçok fikir, san’at, siyaset adamının itibarlarını iade et­ti. Bu arada, Sovyet yazarlarından Stalin devrini lanet­leyen eserler yazmalarını da emretti . Bu emre ilk uyan­lar arasında, Sovyet!erin en büyük komünistlerinden bi­ri olan Nazım Hikmet de vardı. 1950 yılında, Beni Stalin yarattı. Gözlerimin ışığını ona borçluyıım! diyen, 1953 yılında Stalin’in arkasından gözyaşı döken Nazım Hikmet, 5 yıl sonra, aldığı yeni emir üzerine Stalin’i yerden yere vuran mükemmel bir şiir yazdı. Gerçekten de Nazım Hikmet’in yazdığı gibi, 1958 yılıyla birlikte milyonlarca Sovyet vatandaşının, binlerce, on binlerce, Sovyet aydınının göğsünden Stalin ağırlığı kalktı. Gürcistan dışında, ülkenin hemen her yerinde Sta­lin büstleri, heykelleri paramparça edildi. Stalin resimleri yırtılıp yakıldı. Sovyetler, 1959 yılına Stalinsiz girdiler. 1990 yılında ise, hiçbir devletin müdahalesi olmadan, Marks’ın ve Lenin’in kurduğu sistem Sovyetlerde kendi­liğinden gümbür gümbür yıkılmaya başladı.
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır
Ben Yakub gibiyim uzun yıllardır.
Onda Yusuf’umun kokusu vardır.
Ve hasreti gönlümde büyük
Türkistan kadardır.
Ayettir kitabımda, bayrağımda rüzgârdır
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır.
Karasevdalılar gibi hasretim Karabağ’a
Uğruna ölebilirim.
Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Camileri yıkılmış, minareleri yarım
Bu şehrin çilesini ben çekerim yıllardır
Hasretimi ben duyarım.

Şimdi uzaklarda kalan bir şehir vardır
Ki sızlatır yüreğimi yıllardan beri
Vatan olmasına vatan Anadolucasına
Ama vatan haritamda yok yeri.

Güzelim türküleri türkülerimiz gibidir
Ve kalpaklı, bindallı oyunlarını balam
Bilenlerimiz bilir.
Bir gün bir selâm gitse Anadolumdan
O şehirden sımsıcak bin selâm gelir.

Balam balam diyerek, okşardı beni anam
Anam’ın dizlerinde ben Hazar’ı yaşadım
Hazar’ın diliyle benim dilim bir
Hazar, şimdi yere inmiş bulutlar mahşeridir.
Ve Karabağ çekik gözlü bir Türkmen kızı gibi
Hazar’ın yakınında mahzun güzelliğiyle
Dedem Hacı Murat’ın destan şehridir.
Çağrılsam yollarına düşebilirim.
Toprağına bayraklarla girebilirim
Karasevdalılar gibi hasretim Karabağ’a
Uğruna ölebilirim.
Bir gün biterse her şey Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler…
Allah’ım ruhuma biraz sükun ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter

Bliyorum, biliyorum, biliyorum! Şimdi, bizim Lenin sakallı Marksist­lerimiz çok öfkeleneceklerdir. Devrimcilik, ilericilik ve la­iklik üzerine gevezelikler edip duracaklardır. Bugüne ka­dar, Türkiyeli Marksistlerden bir teki olsun şu sorumun ce­vabını veremedi: Dünkü Sovyetler Birliği 22 milyon 400 bin km2lik bir alana yayılmıştı. Nüfusu 292 milyondu. Fe­deral Almanya’nın toprakları ise 357 bin km2 idi. O top­raklarda 80 milyon Alman yaşıyordu. Sosyalist Rus İmpa­ratorluğu, Federal Almanya’dan 66 kere daha büyük bir coğrafya üzerindeydi. Çok zengin bir coğrafyaya sahipti. Yeraltı ve yerüstü kaynaklar, zenginlikler bakımından Sovyetler Birliği, Federal Almanya’dan en az bin misli da­ha zengindi. Hal böyle olmasına rağmen Federal Alın’an­ya’nın mali gücü Sovyet Rusya’nın mali gücünden yüz yir­mi beş misli daha kuvvetliydi. Peki, sonra ne oldu? 3 Ekim 1990 yılında, Sovyet Rusya, işgal ettiği Doğu Almanya topraklarını Federal Almanya’ya satmak mecburiyetinde kaldı. Federal Almanya, aynı zamanda Doğu Almanya’da bulunan 380.000 Sovyet askerinin, Sovyet Rusya’ya dönme ve yerleşme masraflarını da üzerine aldı. Birisi çıksın da cevap versin bana: Dünyada hangi devlet işgal ettiği topraklan para karşılığında sattı? Ve bu ileri­ci, bu devrimci, bu hürriyetçi, bu eşitlikçi Sovyet Sosyalist İmparatorluğu, hiçbir devletin müdahalesi olmadan, ne­den, niçin gümbür gümbür yıkılıp gitti?
Azerbaycan’da 1917 Marksist İhtilalinden sonra öldürülen, sürülen, yerinden yurdundan edilen kişilerin sayısı yüz kırk dört bindir. Bütün bunları Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzade yazıyor ve söylüyor.
Dünkü ve bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin de en büyük hastalığı, rüşvet kanseridir. Rüşvet, rüşvet, rüşvet ! Yeni Türk Cumhuri­yetleri, Marksizmin bulaştırdığı, kökleştirdiği, adeta ka­nunlaştırdığı rüşvet hastalığından kurtulmadan hiçbir aydınlığa ulaşamazlar.
Ruslar, Nazım Hikmet’i burada adım, adım, adım takip ettiler. Yurt dışına çıktığı zaman ar­kasına KGB ajanları taktılar. Bir kalp krizi geçirerek hastahaneye yattığı zaman aynı odaya kendi adamlarını da uzattılar. Yani Ruslar, Nazım ‘ı her yerde, her zaman adım adım takip ettiler. Nazım Hikmet, bir güne bir gün ağzını açarak: Yahu beni neden böyle takip ediyorsu­nuz. Ayıptır! Bu bana hakarettir, zulümdür! diyemedi. Nazım ‘ın bütün heyheyleri, kabadayılıkları Türkiye’de kaldı. Nazım, Rusları tanıyınca kedi gibi pıstı kaldı. Burada sana Moskova ‘nın büyük taassubunu, zulmünü, vahşetini, dehşetini anlatmak için Soljenitsin ve Nazım Hikmet örneklerini de verdim .
– Sen, Aleksandr Soljenitsin’i elbette duymuşsundur.

-Elbette biliyorum. Gulag Takımadaları isimli ki­tabını aldım; ama daha okuyamadım.

-Soljenitsin, bugünkü Rus edebiyatının en seçkin ka­lemlerinden biri. Üstelik dünya çapında da bir şöhreti var. 1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan roman yazarı. Ruslar, bu edebiyatçılarına karşı nasıl tavır takındılar biliyor musun ? Soljenitsin, Stalin devrinde yapılan haksızlıkları, zulümleri, milyonlarca insanın keyfi kararlarla yok edilmelerini yazdı. Peki, doğru mu yazdı? Yüzde yüz doğru yazdı. Çünkü Stalin, canavar ruhlu idarecilerinden biriydi. Moskova, Stalin devrinde yapılan zulümlerin yazılmasına tahammül edemedi. Sol­jenitsin ‘i tutup Akıl hastasıdır. Çünkü Stalin devrini tenkid ediyor! diyerek tırnarhaneye tıktı. Moskova, Sol­jenitsin ‘i öldürmek istiyordu. Ama adam, edebiyat alemi tarafından bilindiği, sevildiği, okunduğu, takip edildiği için yazarını boğamadı. Bu defa, Soljenitsin ‘in Nobel Edebiyat Ödülü ‘nü reddetmesi, almaması için akla gel­medik baskılar yaptılar. Sonunda Soljenitsin ‘i, Sovyet­lerden kovdular. Adam, gidip Amerika ya yerleşti. Yarın o, göreceksin büyük bir kahraman olarak alkışlanacak ve yurduna, şanlı, şerefli bir isim olarak dönecektir.

Azerbaycan toprağı, bereketli ve renkli bir topraktır. Bizim bağlarımız, bahçelerimiz, bostan­larımız, göllerimiz, meralarımız, yaylalarımız ve zengin tarım alanlarımız vardı. Buralarda renk renk çiçekleri­miz açar, kuşlarımız barınır, ceylanlarımız, marallarımız dolaşırdı. Moskova, Azerbaycan topraklarını kendi ihti­yaçları doğrultusunda planladı. Bağlarımızın, bahçeleri­mizin, tarım alanlarımızın yerine pirinç ektirdiler. Güze­lim topraklarımız sivrisinek yatağı olan bataklıklar ha­line geldi. Sonra, o güzelim çiçeklerimiz de, o cennet bahçelerinden çıkıp gelmiş gibi zarif kuşlarımız da, bak­maya kıyamadığımız ceylanlarımız da başlarını alıp git­tiler. Nereye gittiler bilemiyoruz; ama onlara öz evlat­larımızı kaybetmişiz gibi yanıyoruz. Baku ‘nün dışına çıktığın zaman göreceksin. Etrafta, binlerce petrol kuyusu var. O petrol kuyularının petrolü tükenmeye başlayınca Ruslar, kuyulara tonlarca su sıkıyorlar. Belirli bir zaman sonra kuyulara sıkılan o su­lar toprağın üzerine çıkıyor ve etrafta küçük çapta göl­cükler teşekkül ediyor. Böylece toprağımızın hem altını sömürüyarlar hem de üstünü çirkinleştiriyorlar. Ruslar, vatanımızın en büyük düşmanıdırlar. Ben çok iyi biliyorum ki, günün birinde topraklarımızın ve Hazar Denizi’nin altında petrolümüz kalmayınca, vatan coğ­rafyamız daha çok kirlenin ce, Ruslar defol up gidecekler­dir. Çünkü artık sömürülecek bir şey kalmayacaktır.
Bak şimdi bu komünist Ruslar, bizim başımızı nasıl eziyorlar. Dedim ki bu Ruslar, bizim ırkımızın en büyük düş­manıdırlar. Neden böyle söylüyorum: Allah insanları, çe­şitli kavimlerden yaratmış. Ve her kavim, kendisine ayrı bir isim almış. Bizim kavmimizin ismi önceleri Türük idi. Sonra bu iki hece, tek hece haline getirilerek söylendi. Biz, Türk milletindeniz. Biz Türk’üz! Ama bu komünist Ruslar bize diyorlar ki: Hayır, siz Türk değilsiniz. Siz Azerbaycanlısınız. Veya siz Tatar’sınız! Siz Oğuz’sunuz, siz şusunuz busunuz diyorlar da bize Türk demiyorlar. Sadece bize değil bütün Türk toplulukları üzerinde aynı oyunu oynuyorlar.
Ayrılmaz başımdan, bırakmaz beni artık
Selâmsız, sabahsız bir efkâr.
Ve yüreğim bin yıllık destanlarla tutuşur
Büyür Azerbaycan kadar!
Keşke Nazım Hikmet sağ olsaydı da Moskova ‘nın yeni talimatı üzerine Stalin şiiri gibi, bir de Lenin için yeni bir şiir yazsaydı; ne kadar güzel olurdu.
Stalin, insanlık tarihinin en kanlı diktatörleri arasındadır. Nazım Hikmet, 1950 yılında Moskova Ha­vaalanına indiğinde, bütün basın mensupları önünde şöyle demişti: Beni Stalin yarattı. Gözlerimin ışığını Stalin ‘e borçluyum Stalin, 5 Mart 1953 yılında öldüğü zaman Nazım Hik­met, ağlamaklı bir sesle Budapeşte Radyosundan Sta­lin şiirini okumuştu. Nazım Hikmet, kayıtsız şartsız mükemmel bir komünistti. Kayıtsız şartsız Marksçıydı·! Engelsçiydi! Leninciydi! Stalinciydi. Kruşçev 1958-1964 yılları arasında iktidarı ele geçirince Rusya’da, 20. Kon­greden sonra, büyük değişiklikler başladı. Kruşçev, Sta­lin devrinde yapılan katliamlar, sürgünler, mahkümiyet­ler üzerinde durdu. Öldürülen, mahkum edilen, sürülen birçok fikir, san’at, siyaset adamının itibarlarını iade et­ti. Bu arada, Sovyet yazarlarından Stalin devrini lanet­leyen eserler yazmalarını da emretti . Bu emre ilk uyan­lar arasında, Sovyet!erin en büyük komünistlerinden bi­ri olan Nazım Hikmet de vardı. 1950 yılında, Beni Stalin yarattı. Gözlerimin ışığını ona borçluyum! diyen, 1953 yılında Stalin’in arkasından gözyaşı döken Nazım Hikmet, 5 yıl sonra, aldığı yeni emir üzerine Stalin’i yerden yere vuran mükemmel bir şiir yazdı. Gerçekten de Nazım Hikmet’in yazdığı gibi, 1958 yılıyla birlikte milyonlarca Sovyet vatandaşının, binlerce, on binlerce, Sovyet aydınının göğsünden Stalin ağırlığı kalktı. Gürcistan dışında, ülkenin hemen her yerinde Sta­lin büstleri, heykelleri paramparça edildi.
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah’ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!

Bu rüya ve bu şiir üzerinden tam on dört yıl geçti .

Burada insanlar birbirlerine eşit değil mi? Burada bir bakanla bir işçi aynı otobüsle gidip gelmiyor mu? Eşitliğin bulunmadığı yerde Marksizm olur mu? Beni, böyle bir arabayla götürüyorsunuz; arka­daşlarım sulara bata çıka koşuyorlar. Olur mu bu? Eşit­lik bu işin neresinde?
Ben noksansız bir Türkiye kara sevdalısıyım Ben Türkiye’yi kendimi bildim bileli istediğim gibi düşün­düm. Ona istediğim ruh yüceliğini verdim. Benim gön­lümdeki Türkiye’nin hiçbir yanlış tarafı yoktur. Nok­sanlığı yoktur. Şimdi ben çıkıp Türkiye’ye gelsem, orada, sokaklarda dilenen bir fakir Türk görsem, büyük şehirlerin etrafını çeviren gecekondularla karşılaşsam, Türk dilinin devlet radyolarında, televizyonlarında doğrandığına şahid ol­sam, şurada burada Türk musikisinden daha çok Batı musikisinin çalınıp söylendiğini dinlesem, Azerbaycan denilince, Türkistan denilince yüzüme bön bön bakan ve o da nesi? diye soran insanlarla tanışsam halim ne olur biliyor musun? Benim için yaşamanın hiçbir manası kalmaz. Yıkılır darmadağın olurum. Bu bakımdan Tür­kiye’ye gitmek istemiyorum. Türkiye’yi gönlümde istedi­ğim gibi allıyar pulluyorum.
1980 yılında Baku’ye geldiğimin hemen ikinci gününde Karabağ’a gitmek istedim. Fakat maale­sef mümkün olmadı. Moskova’dan izin almak gerekiyor­muş. Şimdi, daha çok Karabağ’ı görmek üzere geldim. Karabağ’ı görmeden Karabağ için yazdığım şiirler var. ,Karabağ Hasreti isimli şiirimin son kıt’ası şöyle:

Bir gün biterse her şey,
Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Allah ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek
Karabağ toprağından serpilse yeter!

Gördüm ki, Azerbay­can hasreti yüreğimin her hücresindedir. Bu deli divane hasreti dindirmenin tek yolu, Azerbaycan’a yeniden git­mek ve orada daha uzun süre kalabilmekle mümkündür.
Ve Karabağ çekik gözlü bir Türkmen kızı gibi
Hazar’ın yakınında mahzun güzelliğiyle
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır!
Ben Yakup gibiyim uzun yıllardır,
Onda Yusuf’umun kokusu vardır..
Cahilin sorusuna verilecek en güzel cevap susmaktır.
Ebulfez Elçibey diyordu ki; “Türkiye iki yüz elli milyonluk Türk dünyasının başı durumundadır. Bu başın boğazı Azerbaycan, gövdesi Türkistan’dır.”
Ama türküleri yine, baştan başa efkârdır
Düşlerime yağan kardır.
Boynu bükük bir diyardır.
Yardır
Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır.
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.
Götür beni Aras, al beni Hazar
Türk’ü Türk’ten başka şimdi kim anlar?
Türkmenistan Cumhurbaşkanı Sapar Murat Niyaz bir konuşmasında bu konuyu açıklığa kavuşturdu: “Biz Türkiye ile bir milletiz ama iki ayrı devletiz.” dedi. Onun bu vecizesini Türkmen idarecileri kocaman harflerle Akşabat’ın büyük meydanlarına, geniş caddelerine yazdılar. Sonra başşehirlerine üç yeni heykel diktiler. Bu heykellerden ikisi Yunus Emre’ye aitti. Diğeri tığ gibi bir Karacaoğlan heykeli. Şimdi artık Türkmenistan’da kime sorsanız, size diyecektir ki; “ Yunus Emre de Karacaoğlan da Türkmen asıllı şairlerdir. Buradan çıkarak Anadolu’ya göçmüşlerdir. Biz Türkiye ile bir milletiz, ama iki ayrı devletiz.”
Geçen zaman üstüne,dökülen kan üstüne,
Kılıç kalkan üstüne,
Ve ağzı köpüren yeleli atlar üstüne,
Benim bir yeminim var:

Azerbaycan yüreğimde bir şah damardır!!

Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter.
Ve Karabağ çekik gözlü bir Türkmen kızı gibi
Hazar’ın yakınında mahzun güzelliğiyle
Dedem Hacı Murat’ın destan şehridir.
Çağrılsam yollarına düşebilirim.
Toprağına bayraklarla girebilirim
Karasevdalılar gibi hasretim Karabağ’a
Uğruna ölebilirim.
Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter.
“Bir insanın sadece Türk doğması kâfî değildir. Türk gibi düşünmesi, Türk gibi yaşaması da lâzımdır”

Yahya Kemal

Yaşasın Türk milleti! Yaşasın Türklük!
Yaşasın can Azerbaycan!
Biz, “Arapça’dır” gerekçesiyle “mektep” kelimesini dilimizden çıkarıp attık. Yerine Fransızcanın “ecol“ünden veya İngiliz’in “school”undan “okul” kelimesi yaptık. Azerbaycan ve bütün Türkistan ise bin yıldan beri kullandığımız mektep kelimesine sırtını dönmedi. Hiçbir Türk Cumhuriyeti’nde okul diye bir kelime yoktur
Lenin diyor ki:
“En masum bir Allah fikri, yeryüzünün bütün kanlı cinayetlerinden , bütün soygunlarından vurgunlarından daha tehlikelidir”
Korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha iyidir!
Nâzım Hikmet, Moskova Havaalanına indiği zaman dedi ki: “Beni, Stalin yarattı! Gözlerimin ışığını ona borçluyum!”
Karabağ’dan Türkiye’ye iki avuç toprak götürmek istiyorum. O toprağın bir avucunu, şimdi Sivas’ta bulunan babamın mezarına serpeceğim. Vasiyetim var: İkinci avuç Karabağ toprağını da, öldüğüm zaman çocuklarım benim üzerime koyacaklar. Yâni ben, Türkiye toprağıyla beraber ebediyyen Karabağ toprağı altında da yatmak istiyorum
Karabağ Hasreti’nden

Bir gün biterse her şey, Karabağ’ı görmeden
İstemem bandolar, büyük çelenkler…
Allah’ım! Ruhuma biraz huzur ver!
Üstüme okunmuş birkaç avuç mübârek
Karabağ toprağından serpilse yeter!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir