İçeriğe geç

Aydın Üzerine Tezler 1 Kitap Alıntıları – Yalçın Küçük

Yalçın Küçük kitaplarından Aydın Üzerine Tezler 1 kitap alıntıları sizlerle…

Aydın Üzerine Tezler 1 Kitap Alıntıları

Görülüyor; Tanzimat toplum yaşamının her alanına
el attı. Türkiye’de bugünün yeniliklerinin çok büyük bölümü
Tanzimat ile başladı. Tanzimat. böylece. Türk toplumunda
bir ikiliğin derin yaralarını açtı.
Tanpınar, Beş Şehir’i yazdığı çalışmasında «Tanzimat İstanbul’a büsbütün başka bir gözle baktı» diyor. Bu başka
gözle bakış, mimariyi değiştirmekle ortaya çıkıyor. İstanbul’da
mimariye bir ikilik giriyor Aziz devrinin
cephesi Greko-Romen taklidi karakollarını , Taksim’de
yıkılan kışlanın Endülüs usulü kule ve pencerelerini , Kuleli
Mektebi’nin Venedik sarayı biçimini örnek olarak veriyor.
Mecit zamanında yapılan ve Mithat Cemal Kuntay’ın, çok yerinde bir beğeniyle, «bayramlık rubasını giyen bir soysuz» olarak nitelediği Dolmabahçe Sarayı’nı , Aziz’in döneminin damgasını taşıyan Çırağan ve Beylerbeyi saraylarını eklemek gerek.
İhtilâlin kendisi bir materyalist diyalektik süreçtir.
Doğrunun kırıntısı. doğrunun kendisi değildir. Çok
zaman karşıtıdır.
Yenilikçiler yalnız, gericiler güçlü oldular. Çünkü lt;ulema
ile yeniçeri, gerici bir düzenin muhafızı olmuşlardır gt;.
Nizam-ı Cedid’in ilk yenilgisinden bir önemli ders çıkarıyor: Eski orduyu ortadan kaldırmadan yeni ordu kurmak mümkün değil. Bu ders, yaşayanların çıkardıkları derstir. Yaşayanlar da ders çıkarır, ancak. çokça zaman, aybersgin su üzerindeki bölümünü gördükleri için. küçük ders çıkarırlar. Büyük ders veya daha doğru deyişle bütün dersi çıkarabilmek için bilimsel bir birikime sahip olmak, tarihi aşmak gerekiyor.
Yenilgi öğretmendir.
Lenin, tarihin on yıllarda yazıldığını yazdı. Bu, teker teker ülke tarihleri için böyle olduğu kadar, ülkeler demeti için de böyle. On yıllar, dünyayı sarsıyorlar.
Yusuf Akçora, çok güzel soyutluyor: Hamit, Genç Osmanlıları’ın öğrencisidir.
Tanzimat’ın hareket noktası Londra veya Paris değil, Mısır ve Kahire’dir. Osmanlı saltanatına kafa tutan Mehmet Ali’yi, fiilen veya siyaseten, mahvetmek, Tanzimat Fermanı’nı okuyan Reşit Paşa’nın yaşam boyu tutkusu oldu.
Gecikmiş ülkelerin aydınları, zaman zaman evrenselliği mantıksız ucuna kadar götürerek, önde giden ülkelerdeki en son yeniliği taklit etmeyi aydın olmanın bir gereği haline sokuyorlar. Aydının evrensel niteliği, bir toplumun teorik sığlığına veya bir ülkenin seçkinlerinin sorumsuzluğuna denk gelince, aydın olmak, patolojik bir transformasyon ile önde gelen ülkelerdeki entelektüel sapkınlıkları bir moda türünden ithal etme alışkanlığı ile özdeşleşiyor.
Öyleyse aydınlık ve bilgi, evrensellikte yatıyor. Aydın, tarihsel doğuşu ve gelişimi ve ayrıca işlevleri gereği evrensel bir bakışı mutlaka içermek zorunda oluyor.
Yalnız bir nokta var: Eşitsiz gelişme yasasının bir realizasyonu olmalı; aydınlık her tarafa eşit olarak dağılmıyor. Uçarı bir kelebek gibi dolaşıyor. Önde olanlar ve gecikmiş olanlar bulunuyor. Gecikmiş olanlar, önde olanlara bakıyorlar.
“Suavi, daima ön safta bulunmak isteyen adamdır. Hatta ön safta bulunabilmek için müşterek cepheyi yıkabilir. Garip bir narsizmle kendisine hayrandır. Övünmeyi daima sever, lüzum görürse yalandan da çekinmez. Hayatında daima bir şantaj tarafı vardır.” Bunları yazan Ahmet Hamdi Tanpınar, şunları da ekliyor: “Suavi eseriyle değil, karakteriyle izah edilmesi lazım gelen adamdır.” Yeni Osmanlı hareketi içindeki aydınlar arasında ‘halk çocuğu’ olana tek kişinin, aynı zamanda ve aynı araştırmacı tarafından yalancı ve şantajcı olarak nitelendirilmiş olması ne büyük bir yazık! Üstelik aksini kanıtlamak imkansızlık ölçüsünde zor.
Mustafa Kemal’in şapka reformunda, fesi bırakmanın İslam’a aykırı ve günah olduğunu propaganda eden gericiler, Mahmut’un fes reformunda, fes giymenin günah ve dinsizlik olduğunu ileri sürdüler. Esnaf ve tüccar, bu gerici güruhunun yanında yer aldı ve fes giymedi. Türkiye, başının örtüsüyle ilerici ve gerici olarak ikiye ayrıldı.
Ya reklamlar? Türkiye’nin yurttaşları, emekçiler, işçiler ve öğrenciler, toplumun gizel olarak, potansiyel olarak en ihtilalci sınıf ve tabakaları reklam tekerlemeleriyle konuşmaya başladı. ‘Atın atın’ veya ‘Öğren de gel’; ‘yoktur bizim farkımız’ veya ‘değiştireceksiniz’ ya da ‘İyisiniz iyi’ veya ‘köşeyi döneceksiniz’ veya ‘ya çıkarsa’ Köylü de tekerleme ile konuşmayı sever. Sözü yerine getirip bir de ‘Öğren de gel’ derse köy kahvesi kahkahayı basar.
Yenilikçi embriyonik bir biçimde, bir Don Kişot’tur. Yenilikçi aydın, Don Kişot öğelerini, hiçbir zaman kaybetmemeli. Yenilikçi aydın her zaman bir ‘saf akıllı’ olmalı. Çok akıllı veya aynı anlama gelmek üzere pek hesaplı. Bundan ne yenilikçi ne de aydın olabilir. Çok akıllı veya pek hesaplı ancak düzen adamıdır.
Öğretim, bu kavganın en can alıcı noktası olduğu için de çok hassas bir kelime haline geliyor. Bu ise, öğretim kelimesinin son derece hassas bir konuma ulaşması, iki türlü abartmanın doğmasına yol açıyor. Birisi şu: Öğretim, bütün diğer reçeteleri geri plana iterek, tek kurtarıcı formül oluyor. İkincisi, zaman içinde de yıpranmaz bir önem kazanıyor. Öğretim, kendinden beklenecek ‘iyilikleri’ bonkörce karşılayabilecek bir düzeye ulaştığı zamanda bile, öğretim eksikliği ülkenin yaşadığı bütün bozuklukların nedeni olarak görülüyor ve gösteriliyor.
Geçerken altı çizilmeli: Meşrutiyet entelijansiyasının eğitim tutkusu, Çalıkuşu Feride’nin öğretmenliği ile Cumhuriyet aydınının köylere kurtarıcı öğretmen yaratma sevdasının kökleri Nizam-ı Cedid’de yatıyor. Başka bir deyişle, entelijansiyanın çok zaman öğretmenle kurtarıcıyı özdeşleştirmesi bir Nizam-ı Cedid kalıntısıdır.
Gerçek ama güzel: Türk yenilik hareketi, yeniliğe düşman halkı yenilikçi yapabilme serüvenidir.
Türkiye, bir toplumsal deprem kuşağı içindedir; dünyadan soyutlanamaz. Kim «biz bize benzeriz» diyorsa, bir cahildir; bilimselliğin düşmanı anlamında. Türkiye, dünyadan etkileniyor ve bir evrensel determinizmi yaşıyor. Geç yaşıyor, yumuşak yaşıyor veya bulaşık yaşıyor; hepsi mümkün. Ancak Türkiye, bilimsel çerçevenin dışına düşmüyor. Dünyanın dışına düşmüyor. On dokuzuncu yüzyıl Türkiye’si de. Üstelik on dokuzuncu yüzyıl Türkiye’si, belki de yirminci yüzyıl Türkiye’sinden çok daha fazla dünyanın içinde yaşıyor. Çünkü on dokuzuncu yüzyıl Türkiye’si, bütün abartmalara karşın, yirminci yüzyıl Türkiye’sine göre, çok daha fazla dünya politikasının içinde yer alıyor.
Sevmek için mutlaka sistemli veya tutarlı olması gerekmez. Tarihin gerisinde kalıyor. Tutarlılık testi, her zaman, çağdaş aydının sorunu oluyor. Tutarlılık birlikte olmak için gerekli; sevmek için değil. Ayrıca gelişmiş biri, karışıklığı sevebilir; basiti sevmek köylülerin işidir. Gelişmişle birlikte senfonik müzik, bu yüzden türkünün yerini alıyor.
Son yirmi yıl içinde, doğal veya zorlama yöntemlerle, Yaşar Kemal’in evrensel ünü arttı. Buna itiraz edecek olan yok, sanıyorum. Öyleyse ikinci bir saptama: Yaşar, bu üne, bir ölçüde de, Türkiye’de sosyal pratikte olduğu için yükseltildi. Fakat Yaşar’ın ünü arttıkça sosyal pratikten uzaklaşması hızlandı. 12 Eylül öncesinde Türkiye’yi terk etti; 12 Eylül sonrasında kendisine, Türkiye’de huzurlu bir yer seçti.
Türk aydını Terceme Odasında doğuyor. Birinci vargı, öğrenmeye yabancı dilden başlıyor. İkinci vargı, kendisini yabancı kaynaklardan öğreniyor. Üçüncü vargı; kendini öğrenmek yabancıların kendisi hakkında yazdıklarını bilmek sayılıyor. Dördüncü vargı; bilinmek, yabancı ellerde tanınmak oluyor. Dördüncü vargının uzantısı, ”ün ” ancak Batı’dan ithal edilebiliyor. Dördüncü vargının ikinci uzantısı: «evrensel ün» Türk aydınının tutkusu ve daha doğru bir deyişle, çocukluk hastalığı haline geliyor. Beşinci vargı, yabancı dil bilmek, yeni bir dünyayı tanımak için bir araç olmaktan çıkıyor ve başlı başına bir amaç oluyor. Terceme Odası’nın damgasını taşıyan birisi için yabancı dil yeni bir kimlik kartı sayılıyor.
Turgeniev ile Dostoyevskiy romana yansımış bir ikilik meydana getiriyor. Dostoyevskiy’in Batılılaşma konusundaki görüşleri, bugün bile Türkiye gericilik akımını beslemeye yardım ediyor. Siyasal yaşam slavofil ve slavofob olarak ikiye ayrılıyor. Bu o kadar öyle ki Lenin, kendisini «Zapadnik», Batıcı, olarak ilan ediyor.
Mahmut’un fes devrimi, Mustafa Kemal’in şapka devriminden daha cüretlidir. Mustafa Kemal’in önünde Mahmut vardı. Fes gelirken «şeriata aykırıdır» dendi. Mustafa Kemal bunu biliyordu.
İş yapmak için önce uzun uzun program yapılması gerektiği, önemli doğruluğu içermekle birlikte, çok zaman iş yapmamanın kılıfı oluyor.
Dönmeler, daha ortodoks olurlar.
Bilim, bir bakış açısıdır, yeni insan, yeni bakış acısına sahip bir hayvandır. Hayvanların bakışı var, açısı yok. Bu yüzden hayvanla insanı ayıran açı oluyor. Bu yüzden Engels, İngiltere’de işçi Sınıfı’nın Koşulları çalışmasında, bakış açısı olmayan insanı, bir tür hayvan olarak niteliyor. Bu yüzden popülizm, aydının, en baş düşmanı oluyor. Çünkü bilim maddeyi, kütleyi ve toplumu değiştirmek için ortaya çıkıyor. Aydın, toplumu aklıyla değiştirmek için mücadele eden kişi olarak tanımlanıyor. Aydın kütleye yeni bir bakış açısı kazandırabilen kimse sayılıyor. Popülizm ise önce kütleyi olduğu gibi kabul ediyor; sonra kütleye yaklaşıyor ve özdeşleşme yolunu arıyor. Popülizm, bulaştığı kimseleri, bukalemun yapıyor. Bukalemun, bir hayvandır. Üzerine örtülen kütlenin rengini alıyor.
Kendine güveni pek zayıf Türk aydını, kendini yabancı aynalarda görmeyi ve kendisinin yabancı ağızlar tarafından anlatılmasını tercih etti. Türk aydını, Türk bilim adamları, yabancı değerlendirmelerden hiç kuşku duymadı. Yıllar yılı yabancıların Türkiye üzerine yazdıklarını tartışan kaç bilimsel çalışma gösterilebilir?
..hiçbir yenilikçi yenilikçi olmak için yenilikçi olmaz. Yenilikçi, kurtarmak için var olan kimsedir. Bilim adamı, kafasında sorunu olan kimsedir. Çok zaman kafasındaki sorun yüzüne yansır; her zaman gerekli değil. Bilim, bir totolojik açıklama sayılmamalı, bilim adamının kafasındaki sorunun çözümünden çıkar. Bilim adamının kafasındaki sorun ise, her zaman toplumsal ve her zaman sınıfsaldır. Her zaman siyasal; çünkü, insan bir siyasal hayvandır. Aristotales’in sözüyle, zoon politikor.
Matbaanın engellenmesinden iki tür çıkar sağlanıyor. Birisi, hattat denilen yazıcılar zümresi, ayrıcalıklı durumlarını koruyabiliyorlar. Ancak, bunun, meslekten iktisatçı olmadıkları için iktisadi faktörleri gördükleri yerde fazla abartan bazı sosyal araştırmacılarımızın sandıkları kadar önemli olmadığını düşünüyorum; asıl önemlisi ve ikincisi, matbaanın kolay yayıcılığını önleyerek, ulemanın, egemen ideolojiyi daha kolaylıkla saklı ve etkin tutabilmesidir.
Popülizm, bir istekten çok bir kıskacın ideolojisidir. Fizikten bilinir. Birbirine zıt iki kuvvet karşılaşırsa, biri diğerine egemen olamazsa, ortak bir kuvvet doğar ve yeni bir yöne akar. Popülizm de böyle. Burjuva ideolojisi ile proleter ideolojinin birinin tam egemen olamadığı durumda popülizm bir akım olarak doğuyor.
”(Namık)Kemal’in arkadaşlığı necip bir nüans taşıyordu: Müsavilik. Onda, biriyle arkadaş olmak demek, arkadaşını kendine müsavi yapmak demekti. Arkadaşı çocuk denecek kadar genç de olsa, cahil sayılacak kadar hiç de olsa onunla müsavi sesle konuşmasının sırrını biliyor ve bu sesini tevazu şekline sokmayacak kadar tabii olarak kullanıyordu. Hem de çok kibirli olduğu halde. ”
Dış savaş, bir eğilim olarak, sıradan kütlelerin savaşıdır; iç savaşın bireyleri ise, yine bir eğilim olarak, toplumun seçkinleridir.
..aydın yalnızlığa dayanabilen hayvandır. Ve teorik güç ile yalnızlığa dayanma gücü doğru orantılıdır. Çok büyük bir doğallıkla; çünkü teori dünyadır.
Türk aydınının teorik dünyası hep sığ oldu. Türk aydını bir teorik dünyadan güç alamadı, böyle bir teorik dünyada dayanak bulamadı. Tarihsel dayanağı Yeniçerilik yıkılınca hep dayanak aradı. Dayanağı kendisini çoğaltmada aradı, Mısır Prenslerinde bulduğunu sandı, yabancı elçiliklere dayandı, bir Türk edibinin çok yerinde deyişi ile, düvel-i muazzamayı Allah’tan sonra en büyük güç saydı, sonra büyük devletleri mağlup eden Mustafa Kemal’e tapındı, Kemalizmin Truva Atı köylülerle özdeşleşti, tekrar asker kişilere döndü, sendikaların peşinde koştu, holdinglere, bankerlere, aydın uğraşının taban tabana zıddı reklamcılığa heves saldı. Hep düş kırıklığına uğradı.
..sanat ve bu arada roman, eğilimleri tekil olaylar olarak verirler. Bilimsel çaba ise eğilimlerin peşindedir; tarihsel belgeler eğilimleri oluşturan damlalardır. Bu yüzden eğer roman bir tarihsel kanıt olarak kullanılabiliyorsa, normal bir tarihsel kanıttan çok daha açıklayıcıdır.
Tarihsel olgulara, bir bakış açısı olmadan, daha açık bir deyişle, bir teorik şema olmadan bakmak, tarihi olguların altında ezilmekten başka bir sonuç vermez. Tarihi olguların altında ezilmek ise geriliktir. Bu nedenle olmalı, bir bilimsel tutarlılığa ve bu anlamda bir bilimsel güzelliğe kavuşturulmamış tarihçilik, en büyük gericiliktir.
Tek başına eylem aydını büyütmez. Aydın, tanımı gereği, kafasıyla ve çok büyük bir inatla, toplumu değiştirmek için mücadele eden hayvandır. Tanımı kısaltmak gerekirse, aydın kafasıyla mücadele eden insandır. Mücadele etmeyen aydın olmaz. Eyleme inmeyen aydın olmaz. Güzel, ancak, kafasız mücadele aydını büyütmez. Aydını, tarihin diğer aktörlerinden ayıran en belirgin çizgi, mücadeleye kafasını koymasıdır. Aydının kafası, mücadelede ön plandadır. Bu yüzden zaman zaman önce aydının kafası koparılır.
Türk aydını, Türk tarihinin ürünüdür. Türk tarihsel eyleminin çocuk kalmış çocuğudur. Bu haliyle hem sevgi kaynağıdır, hem endişe. Güzelliği çocukluğundadır; hep sevilmeli. Endişe verici yanı ise hep çocuk kalmasında. Çocuk ne kadar güzelse, çocuk en büyük sevgilerin objesi olsa da, çocuğun hep çocuk kalması sürekli bir üzüntü ve endişe kaynağıdır.
..sanat ve bu arada roman, eğilimleri tekil olaylar olarak verirler. Bilimsel çaba ise eğilimlerin peşindedir; tarihsel belgeler eğilimleri oluşturan damlalardır. Bu yüzden eğer roman bir tarihsel kanıt olarak kullanılabiliyorsa, normal bir tarihsel kanıttan çok daha açıklayıcıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir