Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kitaplarından Aydaki Kadın Kitap Alıntıları sizlerle.
Aydaki Kadın Kitap Alıntıları
Bazen kendimi iki ayrı insan sanıyorum.
Hatta birbirine karşı vaziyet almış iki ayrı insan. Birinin yaptığını öbürü bozuyor gibi geliyor bana..
Hatta birbirine karşı vaziyet almış iki ayrı insan. Birinin yaptığını öbürü bozuyor gibi geliyor bana..
İnsanlara güvenim kalmadı artık. Sizin de bilmenizi istedim.
Hepimiz parça parçayız. İçimizde, dışımızda birtakım şeyleri lehimleyerek yaşıyoruz.
Fakat artık imkânsız. Bir şeye bağlanamıyorum. Yoruluyorum.
Bana öyle geliyor ki bu tecrübelerle imkansızlığın hududunu genişletiyoruz.
Birkaç saniye veya bir dakika azapsız kaldım, dünya üstüme yıkıldı… Demek ki başka türlüsü kabil değil…
Sen benim uçurumum olacaksın, ben senin uçurumun…Beraber yuvarlayacağız bir müddet. Sonra birbirimize yabancı, birbirimize karşı terbiyeli, sakin ayrılacağız.
Günler gelip geçmedeler
Kuşlar gibi uçmadalar
Kuşlar gibi uçmadalar
Başka yerime isabet etseydi, muhakkak ölürdüm. Fakat kelimeler böyleydi. İnsanın doğrudan doğruya kalbine veya gözüne, yahut kafatasına gelmezlerdi. Düşünce denen o acayip ve gizli şeye, o jelâtin yığınına isabet ederlerdi. Onun için birdenbire öldürmezler, bir daha kaybolmamak, sizi bırakmamak için oraya gömülürler, oradan yavaş yavaş gizli ve açık, sizi zehirlerlerdi.
İmtihana geçip geçmeyeceğini değil, çıktıktan sonra ne yapacağını düşünerek girdi.
Şimdi artık hep içimde konuşuyorum..
Gitmesem n’olur sanki?
Bir şey söylemem lâzım. Ama ne söyleyeceğim? Ben sekiz sene susmuş bir kadınım. Şimdi artık hep içimde konuşuyorum.
Onlar konuşuyorlar, azabını ben çekiyorum..
«Onlar konuşuyorlar, azabını ben çekiyorum…»
Hangimiz ahmak değiliz sanki…
Bu yükü nerde bırakabilirim?
Güneş hayattır, ışıktır, cüzzamdır…
Bizim hatamız insanı yavaş yavaş öğrenmekte.
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor.
Konuşsa, hepsi birden konuşsa da aralarında kaybolsam.
Onun da benim de senin de Allahımız var…
Parmaklarım onunkine benziyor. Ben de onun gibi olacağım.
Adını söylerken yüzü kızarıyor
Kıskançlık, arzunun öbür yüzü.
Para daima bulunur, bulunmadığı zaman da vazgeçilir!
Aşk her şey değildir.. Huzur ve hürriyet de lazım. Her şeyden evvel hürriyet lazım.
Kelimeler böyleydi. İnsanın doğrudan doğruya kalbine veya gözüne, yahut kafatasına gelmezlerdi. Düşünce denen o acayip ve gizli şeye, o jelatin yığınına isabet ederlerdi. Onun için birdenbire öldürmezler, bir daha kaybolmamak, sizi bırakmamak için oraya gömülürler, oradan yavaş yavaş gizli ve açık, sizi zehirlerlerdi.
Talih.. Herkes hayata koltuğunun altında gizli bir torbayla gelir. Kimisininki bomboştur. Kimisininki sıkı sıkıya doludur. Benimkinde çok iyi şeyler vardı. Güzel bir kadın, latif çocuklar, sevdiğim bir meslek.. Az çok şöhret, itibar.. Ne çare ki torba delikmiş.. Hepsi, hepsi gitti. Hepsini yarı yolda kaybettim.. Hepsini..
Gözlerinin önünden beşikte çırpınan küçük, beyaz bir çocuk eli geçti. Hiçbir şey bu kadar güzel olamazdı.
Politika, modern zamanların afetidir.
Fakat artık imkansız. Bir şeye bağlanamıyorum, yoruluyorum…
«Kaç iklim birden değiştirdim ve şimdi bomboşum…»
Onlar niçin bizden değil? Onlar tarihi kaybetmişler. Bir aksülamelde yaşıyorlar. Hakikatte namına konuştukları kitleden de değiller. Sefaletlerini almışlar, insanı unutmuşlar. Türkülerini almışlar, inançlarını bırakmışlar. Hayatlarından iğreniyorlar.
Aşk her şey değildir, Selim. Huzur ve hürriyet de lâzım. Her şeyden evvel hürriyet lâzım.
Umumi ahlak düzelmeden hiçbir şeyi yoluna koyamazsınız!
~
~
Bu medeniyet, enkazı bir işe yaramayacak kadar çürüdü.
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor.
Sapır sapır dökülen bir dünyada yaşamanın azabı.
Kendi kendisini tenkit.
Niçin hepimiz sadece kendimizi göz hapsinde tutarak yaşıyoruz.
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr eder.
Bir gün Selim ona para sıkıntılarından bahsederken «Hocam ne kadar ehemmiyet veriyorsunuz bu işe… Para daima bulunur, bulunmadığı zaman da vazgeçilir!» demişti.
Ciddi bir kadın dar ayakkabıdan daha berbat bir şeydir.
«Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.»
Fakat artık imkansız. Bir şeye bağlanamıyorum. Yoruluyorum.
Rüyalara gelince o da sanat gibi. Bütünüyle görmüyoruz. Yalnız duygusu bizde teessüs ediyor.
Bir gün bana «Üçü sevmez misin?» diye sormuştu. «Üç yahu üç… Üç sevilmez mi hiç? Ne garip adamsın sen Selim, üçü sevmiyorsun? Hâlbuki ne güzel rakam… Ah bir kere size dünyaya rakam ve hendesî şekille bakmayı öğretebil-sem, ne rahat ederdiniz!..»
Kendiyle baş başa kalmamak için her türlü harekete hazırdı.
Hiç yaşamamış şeyler gibi güzeldi. Hayatın eşiğinde, düşüncenin eşiğinde son bir defa için gördüğümüz şeyler gibi güzeldi…
Kim bilir kaç dededen miras cömert ev sahipliği daha karaya adım atar atmaz onları dört yandan sarmıştı.
~
~
Niçin her şey bu kadar ağır ve zalim?
~
~
Selim’de rüyalarına merak çocukluğunun yadigârıydı. «Yalnız büyükbabam rüyalarını söylemezdi. Çünkü büyükbabam geçmiş zamandı. Geçmiş zaman rüya görmez, sadece hatırlar. Büyük babam hatırlardı. O bir kere ve tam rüya görmüştü.»
Yalnızlığın terbiyesini almış kendi kendisine konuşmağa alışmış insanlar gibi parça parça, bağlantısız konuşuyordu. Fakat sesi güzel ve toktu.
Kendimi gizledim ve düşündüğümden başka türlü hareket ettim… Daha doğrusu kaçtım.
Fikirler bize kapalı…
…Onlara boşlukta rastlıyoruz.
…Onlara boşlukta rastlıyoruz.
Ben insan düşmanı değilim. Yalnız kâfi derecede akıllı bulmuyorum. Halbuki tam akılsız da değil. Yarı yolda kalışı hoşuma gitmiyor.
Günler gelip geçmedeler
Kuşlar gibi uçmadalar.
Kuşlar gibi uçmadalar.
Sıcak ve dinlendirici, unutma gibi, uyku gibi, ana kucağı, ana rahmi gibi…
İyi ama rüyaları ne yapıyorsun? Bazen bir uyanış lahzasına en olmayacak şeyleri, bütün bir zaman ve hayatı sığdıran rüyaları?
İnsan nelere razı olmuyor, Selim Bey…
«Kendini ne zannediyorsun? Allah baba mısın sen?»
Ölümü artık biliyoruz değil mi Selim? Çok kolay şey değil mi?
«Ne yapmamı istiyorsunuz, beyefendi? Daha doğrusu ne yapmamı tavsiye edersiniz?…»
«Belli ki söylemek istediğini resme mal edememiş. Ressam gibi düşünemiyor. Daha ziyade acemi bir edebiyatçı, ham ruh hallerini olduğu gibi veren bir şair.»
Bazı sahillerde deniz insan teni gibi kokuyor. Yorgun kadın teni, saçlı mâhluk teni gibi.
Bütün mesele bir doz meselesi…
«Siz benimle konuşmayın… Size darıldım…
«Bazen öyle olur. Hele bizde… Günlerce sessiz sedasız, âdeta unutulmuş kalırsın. Sonra birden çıldırmış gibi olur! İyisin ya?»
Onlar konuşuyorlar, azabı ben çekiyorum…
Niçin her şey biraz dikkat edilince içinden çıkılmaz mesele haline geliyor?
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor
«Talih… Herkes hayata koltuğunun altında gizli bir torbayla gelir. Kimisininki bomboştur. Kimisininki sıkı sıkıya doludur…
Hayvanlar, belki eşya bile bize kendimizden daha sadık.
Seven iki insanın böyle birdenbire birbirlerini bedbaht etme ihtiyacı?
Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın..
Büyük davranışlara ne lüzum var sanki?…
Şurası var ki onlar çekilmesi icap eden yerde çekilmesini bilen, kendilerine erişme heveslerinin etrafında her an yeniden çekidüzen vermesini bilen insanlardı.
Süleyman hemen daima baş ağrısından mustaripti.
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor. Cemiyetler de böyle değil mi? Hakiki çözülüş birtakım yıkılışlarla kabil. Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın… Ya kendi hayatına veya birtakım fikirlere… Fakat biz fikirlere gidemiyoruz. Fikirler bize kapalı. İnsanla birleşerek gelmiyorlar. Sadece fikir olarak geliyorlar. Onlara boşlukta rastlıyoruz.
Bazen öyle olur…Günlerce sessiz sedasız ,âdeta unutulmuş kalırsın….
Aldırma, bu dünya böyle işte. Şurada kaç günlük ömrümüz var? Ne diye meseleleri azdıralım.
Piyano tek başına sözü almış gidiyordu.
Rüyamda kendimi bir başkası gibi seyrediyordum ve bunu biliyordum
Asıl zalimi bu dikkat, bu sarsıntı korku ve sıçrayışlara rağmen içindeki kayıtsızlıktı. Her şeyi görüyor; hepsine bütün duyuş ve teessür kabiliyetleriyle maruz kalıyordu; bununla beraber kayıtsızdı. Bir çeşit anestezide uyuşturulmuş gibi bütün bu ameliyelere, bu dönemeçten doğru birdenbire karşılaşmalara, bütün bir eşyanın, insanların ve anın kendine gelip çarpmasına, hatta içindeki eziliş ve korkuya kayıtsız olmasıydı.
Hülasa oyun diye başladı, ciddi oldu. Şimdi ben de seviyorum.
Her şey her şeydir ve kendisidir. Tıpkı Leylâ gibi. Leylâ bütün kadınlara benzer ama yine Leylâ’dır.
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini adeta inkâr ediyor…
Niçin bütün bir hayat derlenip toplanıp tek bir ânımıza yüklenir? Hafızanın hangi zalim iflâsıdır ki bütün mazi artıklarını bir lâhzada canlandırır ve bize yollar.
Süleyman daima bütün bir kabileyle başına yıkılan acayip sevgilileriyle her an sıkıntı içindeydi
Çıldırmıyorum, belki sevmiyorum…Fakat bırakamıyorum, vazgeçemiyorum da. Garip bir şey. Dedim ya, burnumdan yakalandım. Kımıldamama imkan yok…Bir makinenin içindeyim. Acayip, korkunç bir makine.
Bilginin, tecrübenin ve hepsinden fazla yalnızlığın gülümsemesi.
Kaç iklim birden değiştirdim ve şimdi Bomboşum…
Bilir misiniz dünyada en korkunç şey nedir?
“Talihini bilmek… Onu anlamak yok mu? O mutlak çaresizlik fikri bir kere sizi sarmasın…
“Talihini bilmek… Onu anlamak yok mu? O mutlak çaresizlik fikri bir kere sizi sarmasın…
Bütün dünyam sen olamazsın. Ne de ben senin için dünya olurum. Yaşamak için bütün varlık lazım. Aşk her şey değildir, huzur ve hürriyet de lazım. Her şeyden evvel hürriyet lazım. Çünkü bütün sonradan gelenler gibi her şeyi o tamamlar. Kayboldu mu hiçbir şey yoktur.
Çünkü annem için kendi yaptığı reçeller sofra dininin en esaslı unsurlarıydı …
«Tutar veya tutmaz…» Bu son kozuydu, oynaması lâzımdı.
İmtihanı geçip geçmeyeceğini değil, çıktıktan sonra ne yapacağını düşünerek girdi.
Aşk veya politika yahut para dalaveresi veya sıkıntısı. Hayat hakikaten birkaç madde etrafında dönüyor.
Mesele çocukluğumuzu devam ettirmek meselesi. Hayat olduğu gibi.
Hiç kimse kendime ihanet ettiğimin farkında değil.
İçimde olacağını bildiğim şeyin korkusu var….
Her şey kendisine indirilince basit oluyor.
…
…kendi kendine güldü: ” Kendisini asmıştı. Basit bir delilik meselesi. Paranoya… Tipik, tipik.
…
…kendi kendine güldü: ” Kendisini asmıştı. Basit bir delilik meselesi. Paranoya… Tipik, tipik.
Ne kadar güzel hayatımız var. Bir saat gibi kendi üstüne kapalı.
Doğrusu kaçtım. Daima zihnimin bir köşesinde yaşadım.
Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.
Yazarın ölümüyle yarım kalan bu romanın taslakları, 1974’te Tanpınar’ın İstanbul Türkiyat Enstitüsü’ne verilen diğer evrakı arasında karışık bir biçimde numaralanmış olarak bulunmaktaydı. Aydaki Kadın’ı kitap haline getirebilmek için önce, yaklaşık dört bin sayfayı bulan evraktan ayırmak gerekti. Daha sonra birden fazla taslağı bulunan ve sayfalarının çoğu numaralandırılmış olan roman, yazarın plan ve notlarına dayanılarak, kendi içinde bir düzene sokuldu.
Ölüleri hafızamız taşıyamıyor.
İnsan insana tahammül edemez. İnsan insana muhtaçtır . İnsan insana yüklenir, insan insanla yaşar. Bütün felâketimiz ve tezatlarımız burada…
Yazık… Artık birbirimize hasret çekmiyoruz. Yahut birbirimizde eskisi gibi yaşamıyoruz. Musiki ve herhangi bir tesadüf bizi birbirimize eski kudretiyle getirmiyor.
Beni bir defa kendim olarak tanımasını ne kadar isterdim
Güneş hayattır, ışıktır, cüzzamdır…Her şeydir.
Ama bütün bir nesil böyle işte. Hepsi kendi hakikatlerini içkide arıyor. Hepsi kendilerini bilmedikleri bir şey için harcamaktan hoşlanıyor.
Hiçbir şey bitmiyor Selim, hiçbir şey. Her şey birbirine karışıyor, kenetleniyor.
Aşk her şey değildir, Selim. Huzur ve hürriyet de lâzım. Her şeyden evvel hürriyet lâzım.
Çünkü bütün sonradan gelenler gibi her şeyi o tamamlar. Kayboldu mu hiçbir şey yoktur.
Çünkü bütün sonradan gelenler gibi her şeyi o tamamlar. Kayboldu mu hiçbir şey yoktur.
Hayat biraz da tefrika romanı değil mi? Her gün bir yığın gizli tasavvurların , kararların tatbiklerine, neticelerine şahit olmuyor muyuz?…Bunu anlamadığımız için biraz da dışarda kalmıyor muyuz?
İki mürekkep balığı bir sığlıkta denizde karşılaştılar. Birbirlerini kustukları mürekkeple selâmladılar ve ayrıldılar… Hangimiz daha çok mürekkep kustuk. Sanayileşme, mütasyon, hele insan istihsali…
O devamlı açlığım ve susuzluğumdu. Korkum ve lezzetim…
Bizim hatamız insanları yavaş yavaş öğrenmekte. Halbuki bir kısmı bunu baştan biliyor.
Ne varsa kendi hafızasında, kendi kafasının içinde, o acayip tavanarasındaydı.
Hakiki çözülüş bir takım yıkılışlarla kabil. Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın… Ya kendi hayatına veya birtakım fikirlere… Fakat biz fikirlere gidemiyoruz. Fikirler bize kapalı. İnsanla birleşerek gelmiyorlar. Sadece fikir olarak geliyorlar. Onlara boşlukta rastlıyoruz.
Ben isyan denen şeyi hiç anlamadım. Kızdım, kendimi yedim, fakat, isyan etmedim…
Ne dersiniz beyefendi, Aya seyahat edebilecek miyiz?”
“Bilmem” dedi. “Fezaya açılacağımız aşikar. Fakat neye yarar. Gideceğimiz yerlere hep şartlarımızı götürecek olduktan sonra…
“Bilmem” dedi. “Fezaya açılacağımız aşikar. Fakat neye yarar. Gideceğimiz yerlere hep şartlarımızı götürecek olduktan sonra…
Onlar konuşuyorlar, azabını ben çekiyorum.
Fakat artık imkansız.. Bir şeye bağlanamıyorum …Yoruluyorum…
Tutunamayacağın yüksekliklerde ne diye kalmaya kendini zorlayacaksın? Aşağıya, aşağıya in.
Her şeyi nasıl birden eskiyor.
Ona doğru bütün içiyle akmış, onda dağılıp tükenmek istemişti.
Ama Nuri öldü. Ölülerle dans edilmez. Bu da budalalık. Niçin ölülerle dans edilmesin? Madem ki zihnimizde yaşıyorlar.
(…) Fakat artık imkânsız. Bir şeye bağlanamıyorum. Yoruluyorum. (…)
Hiçbir şey unutulmuyor.
Talih… Herkes hayata koltuğunun altında gizli bir torbayla gelir. Kimisininki bomboştur. Kimisininki sıkı sıkıya doludur.
Benimkinde çok iyi şeyler vardı. Ne çare ki torba delikmiş.
Benimkinde çok iyi şeyler vardı. Ne çare ki torba delikmiş.
İşin içinde bir başka şeyin daha bulunduğunu hissediyordu.
Para daima bulunur bulunmadığı zaman da vazgeçilir!!!
Fakat kelimeler böyleydi. İnsanın doğrudan doğruya kalbine veya gözüne, yahut kafatasına gelmezlerdi. düşünce denen o acayip ve gizli şeye, o jelâtin yığınına isabet ederlerdi.
Zavallı Türkiye kendi kendine ihanet eden adamların memleketi oldu.
Niçin bütün bir hayat derlenip toplanıp tek bir anımıza yüklenir? Hafızanın hangi zalim iflasıdır ki bütün mazi artıklarını bir lahzada canlandırır ve bize yollar.
Ne kadar güzel hayatımız var. Bir saat gibi kendi üstüne kapalı….
O tutmayan evlenmelerden biri…
Daima evin uslu çocuğu kaldım. Kendimi gizledim ve düşündüğümden başka türlü hareket ettim. Daha doğrusu kaçtım. Daima zihnimin bir köşesinde yaşadım.
Beni daima parça parça yaşattılar.
Şimdi bu unutulmuş hayat parçası en beklenmedik şeklinde karşısına çıkıyordu.
Ben isyan denen şeyi hiç anlamadım. Kızdım, kendimi yedim, fakat, isyan etmedim…
Her şey namütenahilikte çırpınan, genişleyen, kaybolan gölgesiydi sanki.
Beni bir defa kendim olarak tanımasını ne kadar isterdim.
Hiç yaşamamış gibi güzeldi. Hayatın eşiğinde, düşüncenin eşiğinde son bir defa için gördüğümüz şeyler gibi güzeldi.
Aşk her şey değildir, Selim. Huzur ve hürriyet de lâzım. Her şeyden evvel hürriyet lâzım.
Bazı insanların kaderi başından o kadar belli ki…
Daima küçük şeyler yolumu kesti. Karşıma ilk çıkan meselede şaşırdım, kayboldum. Daima yaşamak için bekledim. İşin fenası bütün bunları en sonunda öğrenmiş olmam.
İnsan tecrübesi bizi olduğumuzdan yükseklikte yaşlandırıyor.
Bu daima böyleydi. Bir kere ipin ucunu kaçırdınız mı her şey kaçar, kaybolur.
Bu da aşk gibi… Yalnız bende iken güzel…
Her şey yeniden başlayabilir. Hiçbir şey bitmiyor Selim, hiçbir şey. Her şey birbirine karışıyor, kenetleniyor. Dipte olanı birdenbire en üstte görüyorsun. Hepsi suyun yüzüne çıkmak için vaktini bekliyor.
Hepsi kendi ahlarının ateşinde tutuşmuş yanıyorlardı.
insan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor.
Dünyaları dar da onun için Selim. Bizim dünyamız geniş. Her lahza dağılıyoruz.
Ben insan düşmanı değilim,” dedi. “Yalnız kâfi derecede akıllı bulmuyorum. Hâlbuki tam akılsız da değil. Yarı yolda kalışı hoşuma gitmiyor.
Selim ”İnsan insana tahammül edemez. İnsan insana muhtaçtır. İnsan insana yüklenir, insan insanla yaşar. Bütün felâketimiz ve tezatlarımız burada. Daima birbirimizle haşır neşiriz ve birbirimize bir türlü tahammül edemeyiz.
Bana öyle geliyor ki bu tecrübelerle imkânsızlığın hududunu genişletiyoruz. (…) Fakat neye yarar? Gideceğimiz yerlere hep şartlarımızı götürecek olduktan sonra…
İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkar ediyor..
Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın…. Ya kendi hayatına veya birtakım fikirlere….
niçin hepimiz sadece kendimizi göz hapsinde tutarak yaşıyoruz.
Tarih kitapları… Senelerdir, ama çok eskiden beri, hep Yıldırım Beyazıt ve Timurlenk meselesiyle meşgulüm. Bu işte Yıldırım’a çok haksızlık ediliyor. Epeyce vesika topladım. Herkes Timur’u bir kahraman olarak görüyor. Ben hiç anlamadım bu işi… Timur sadece hadise yaratan adam. Halbuki Yıldırım Beyazıt vakur ve insan hükümdar.
Talih… Herkes hayata koltuğunun altında gizli bir torbayla gelir. Kimisininki bomboştur. Kimisininki sıkı sıkıya doludur. Benimkinde çok iyi şeyler vardı. Güzel bir kadın, lâtif çocuklar, sevdiğim bir meslek… Az çok şöhret, itibar… Ne çare ki torba delikmiş… Hepsi, hepsi gitti. Hepsini yarı yolda kaybettim… Hepsini…
Fakat artık imkânsız. Hiçbir şeye bağlanamıyorum.
Onlar konuşuyorlar, azabını ben çekiyorum…
Her eser kendi şartıyla doğar. Hele bugünkü devirde. Hepimiz parça parçayız. İçimizde, dışımızda birtakım şeyleri lehimleyerek yaşıyoruz.
Hayat hakikaten birkaç madde etrafında dönüyor. Aslında hayat zannettiğimizden fakir..
Daima zihnimin bir köşesinde yaşadım…
Fakat biz fikirlere gidemiyoruz. Fikirler bize kapalı. İnsanla birleşerek gelmiyorlar. Sadece fikir olarak geliyorlar. Onlara boşlukta rastlıyoruz.
İnsan affetmesini bilmelidir. Ben yapamadım bunu.
Kıskançlık o kadar korkunç bir şey ki… Kıskançlık insanı körleştiriyor.
… daima kendi kendinin hapsettiği adamdır.
Ne olur konuşun, kendinizden bahsedin. Hayatınıza sığınmaya geldim.
Daima küçük şeyler yolumu kesti. Karşıma ilk çıkan mesele de şaşırdım, kayboldum.
Sanki bir duvar birdenbire çatlamış ve olduğu yere başka türlü hakikatlerin hücumuna maruz kalmıştı
İnsan tecrübesi bize olduğumuzdan yükseklikte yaşlandırıyordu.
İnsan ,affetmesini bilmelidir…
Ama o da bir şey değil mi ? Bozmak da bir şey ….
Sevmek için muhakkak ayrılmak mı lâzım?
Ben isyan denen şeyi hiç anlamadım. Kızdım, kendimi yedim, fakat isyan etmedim…
Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi?
İnsanın onu olduğu yerde tutabilmek için ne karışık yollardan geçmesi lazımdı.
sevmek için muhakkak ayrılmak mı lazım?
Kıskançlık insanı körleştiriyor.
Kelimeler böyleydi… İnsanın doğrudan doğruya kalbine veya gözüne yahut kafatasına gelmezlerdi. Düşünce denen o acayip ve gizli şeye, o jelatin yığınına isabet ederlerdi. onun için birdenbire öldürmezler, bir daha kaybolmamak, sizi bırakmamak için oraya gömülürler, oradan yavaş yavaş gizli ve açık, sizi zehirlerlerdi.
Niçin bütün bir hayat derlenip toplanır tek bir anımıza yüklenir?
Her şey nasıl birdenbire eskiyor..
çocukluğunun cennetinden kovulmuştu.
Leyla bana yetiyordu. O benim sonsuz imparatorluğumdu…
Niçin her fikir üzerinde düşününce, biraz üzerine basınca bir lahzada öbür tarafına geçiliveren çürük bir tahta perde oluyor?
Aşk hiç de sağlam bir trapez değil. İhtirasın körlüğünden başka ne var bu işte? Bir rüzgar esiyor ve gözleriniz birdenbire hiçbir şey görmüyor. Asabi cümlenizin oyuncağınsınız o kadar…
Aşk hiç de sağlam bir trapez değil. İhtirasın körlüğünden başka ne var bu işte? Bir rüzgar esiyor ve gözleriniz birdenbire hiçbir şey görmüyor. Asabi cümlenizin oyuncağınsınız o kadar…
İnsan kendisi araştırırsa neler bulunmaz. Bir ömür bu. Fakat niye araştırmalı! İnsan ne diye kendisini yolcu zembili zannetmeli?
Her şey nasıl birdenbire eskiyor…..
Her gittiğim yere Leyla ‘yı daha evvel gelmiş buldum. Gelmiş ve gitmiş….
Bu daima böyle idi. Bir kere ipin ucunu kaçırdınız mı her şey kaçar ,kaybolur….
Bir idealin muhafazası çok güçtü insanın onu olduğu yerde tutabilmek için ne karışık yollardan geçmesi lazımdı ..
Aşk her şey değildir.
Hayat biraz da tefrika romanı değil mi? Her gün bir yığın gizli tasavvurların, kararların tatbiklerine, neticelerine şahit olmuyor muyuz?… Bunu anlamadığımız, bilmediğimiz için biraz da dışarda kalmıyor muyuz?
Geçmiş zaman rüya görmez, sadece hatırlar.
Acı şiddetli olmasına rağmen, mühim bir şey değildi…
Niçin böyle olduk Sabih Bey?”
“Programsızlıktan… Birini bitirmeden öbürüne başlıyoruz. Ve bitabii randıman gecikiyor.
“Programsızlıktan… Birini bitirmeden öbürüne başlıyoruz. Ve bitabii randıman gecikiyor.
– ” (…) Hepimiz parça parçayız!
İçimizde, dışımızda bir takım şeyleri lehimleyerek yaşıyoruz…
İçimizde, dışımızda bir takım şeyleri lehimleyerek yaşıyoruz…
Rüyalar gelince o da sanat gibi. Bütünüyle görmüyoruz.
Fakat artık imkânsız. Bir şeye
bağlanamıyorum. Yoruluyorum.
bağlanamıyorum. Yoruluyorum.
Hiç kimse kendime ihanet ettiğimin farkında değil…
Aslında hayat zannettiğimizden fakir.
Talih… Herkes hayata koltuğunun altında gizli bir torbayla gelir. Kimisininki bomboştur. Kimisininki sıkı sıkıya doludur.
İçinde bir ömrü beyhude harcamış olmanın hiç aman vermeyen azabı vardı.
Hayvanlar, belki eşya bile bize kendimizden daha sadık.
Sanki camdan bir oda içindeydim. Bir köşede oturmuş düşünüyordum. Fakat yüzüm kendi yüzüm değildi.
Her şey her şeydir ve kendisidir. Tıpkı Leylâ gibi. Leylâ bütün kadınlara benzer, ama yine Leylâ’dır.
Kâinatla aramda yabancı hiçbir şey yoktu. Her şeye içim kendiliğinden açıktı. Ve kendimi her şey sanıyordum.
aşk her şey değildir… huzur ve hürriyet de lazım, her şeyden evvel hürriyet lazım.
Hayır bir şey bitmişti. Çocukluğunun cennetinden kovulmuştu.
hangi hayalim onda benim yerimi aldı?
Geçmiş zaman rüya görmez sadece hatırlar…
İnsan nelere razı olmuyor, Selim bey…
Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye , oradan dünyaya gireceğim.
‟Tam melodramın içindeyim. Dört başı mamur…ˮ
Yaşamak için bütün varlık lâzım.. Her şey ve herkes …..
Bizim hatamız insanları yavaş yavaş öğrenmekte.
Hakikat şu ki Selim bir saadet rüyasının yıkılmasını çok iyi anlıyordu.
fakat artık imkânsız. bir şeye bağlanamıyorum.
Farkında olmadan hayırla şerrin yol ağzında beklediğini bilmiyordu…
Hayatımızı kendimiz mi yapıyoruz? Başkaları mı hazırlıyor? Yoksa baştan aşağı hazır kendi içimizde mi buluyoruz?
Her şey nasıl birdenbire eskiyor.
Ölülerle dans edilmez.
Bu da budalalık.
Niçin ölülerle dans edilmesin ? Madem ki zihnimizde yaşıyorlar.
Birkaç saniye veya bir dakika azapsız kaldım, dünya üstüme yıkıldı.
Demek ki başka türlüsü kabil değil !..