İçeriğe geç

Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı Kitap Alıntıları – Mustafa Armağan

Mustafa Armağan kitaplarından Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı kitap alıntıları sizlerle…

Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı Kitap Alıntıları

Alışmışız modern olanı Batı’yla, geleneksel olanı da Doğu ve İslam’la özdeşleştirmeye..
Haritabilimciler iktidarı imal ederler; uzayda bir panoptikon yaratırlar. Bu, haritanın metnine gömülü bulunan bir iktidardır.

J. B. Harley, Deconstruction the map

Bir bakıma her kültür kendi zihnî hapishanesi ne gömülüdür.

Norman Daniel’in bu enfes benzetmesi için bkz.: The Cultural Barrier: Problems in the Exchange of Ideas, Edinburgh University Press, 1975, s. 88.

Modern çağın temel hadisesi, dünyanın bir resim olarak fethidir.
Seküler [laik] devletler dinin kökünü kazıyamazlar Dinin kökünü ne kadar çok kazımaya çalışırlarsa karşılarında o kadar çok dinî başkaldırı bulurlar Lenin’in bedeni belki sırça katafalkta sergilenebilir. Ama hiç kimse onun Marx’ın sağında, hatta solunda oturmak için göğe yükseltildiğini düşünmez. Volga nehri üzerine kurulan barajlar insanlara evrenin anlamıni anlatamaz. Dahası, baskıcı devletler bireysel mahrumiyetlerini arttırdıkça dinî uyaranlar kıvılcımlanır. Belki de din hiçbir
vakit yeraltına indiği zamanki kadar güçlü olmaz.

Rodney Stark Toprağın bol olsun sekülerleşme

1950’li yıllarda Kopernik üzerine çalışan bilim tarihçisi Otto Neugebauer müthiş bir buluş yapmıştı. Şamlı astronom İbnüş-şâtır’ın Nihâyetü’s-Sûl fî Tashihi’l-Usûl adlı Arapça eserini, matematik profesörü Edward Kennedy’nin tavsiyesi üzerine dikkatle incelemiş ve tek kelime Arapça bilmemesine rağmen içerisindeki çizimlerin Kopernik’inkilere müthiş benzerliği karşısında şoke olmuştur. Yoksa Kopernik’in eseri orijinal değil miydi?
Ve acaba nereden aldığını bilmediğimiz teorisinin kaynağı bulunmuş muydu?
Bilim tarihçisi George Saliba, bu buluşun, Avrupa biliminin kökenleri ile İslam bilimi arasında bir bağlantı noktası olabileceği görüşündedir. Dolayısıyla bir ‘Avrupa mucizesi’ yok, İslam bilim
mirasından aktarmalar vardır. Vaktiyle Müslüman alimler de Yunanlılardan pek çok şey öğrenmişlerdi ama üstadlarından aldıklarını açıkça belirtiyorlardı. Oysa Kopernik bilgilerini nereden aldığını israrla gizlemişti.*
Zaman araştırmalar derinleşti ve görüldü ki, Koperik aslında sadece İbnü’ş-Şâtır’dan değil, ondan 1,5 asır önce yaşamış Nasirüddin Tûsi’den de Tusi çifte bağı” denilen teorem ve bunun çizimini aynen almış ama yine kaynak belirtmemişti.
Bunlara, 1973 yılında yeni bir kanıt eklendiğinde heyecan doruğa çıkmış gibiydi. Willy Hartner adlı bilim tarihçisi bir adım daha atmış ve Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir yazma eserde,Kopernik’in kopya çektiğinin en ciddi kanıtını yakalamıştı.

*George Saliba, İslam Bilimi ve Avrupa Rönesansı’nın Doğuşu, Çeviren: Günseli Aksoy, İstanbul 2008, Butik Yayınlar, s. 225 vd.; aynı yazar, A History df Arabic Astronomy, Londra 1994, New York University Press, s. 64’ten aktaran: Hobson, age, s. 180.

Kopernik, Meraga Okulu’nun en dikkate değer takipçisiydi.

Noel Swerdlow ve Otto Neugebauer, Mathematical Astronomy in Copernicus’ De Revolutionibus, Berlin, 1984, Springer, s. 295’ten aktaran: Hobson, age, s. 180.

Galile Tanrı’ya inanıyordu, Katolikti, hatta mümin bir Katolikti’, Kilisenin içinde yetişmişti, nitekim Papa ve Kardinaller öz dostlarıydı. Nihayet iki kızını Kiliseye adamış, ikisini de rahibe olarak manastırlara kapamıştı.

John D. Caputo, On Religion, Routledge 2001, s. 45.

[Aydınlanma insanın bizzat kendisinin neden olduğu bir reşit olmama durumundan kurtuluşudur. İşaret edilen bu reşit olmama, başkasının kılavuzluğu olmadan kendi aklını kullanma yeteneksizliğidir. ( ) Bu yüzden Aydınlanmanın şiarı “Sapere aude!, yani “Aklını kullanma cesaretini göster!” olmalıdır.]
Batı kültüründe anne için iki seçenek kalmıştır. Ya çocuğu büyüyene kadar cüzamlı muamelesi görmeyi kabul edecek ve evine kapanacaktır ya
da kadın olmanın en büyük ödülünü, yani anneliği bastıracaktır. Bu baskının sonucunda Avrupa nüfusunun göçler olmasa hızla tükeneceği gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor.
Buna bir de feminizmin ideolojik baskısı eklenince anneliğin sonu” çok uzak bir ihtimal değil.
Feminizmin en rahatsız edici reflekslerinden biri O moda olmuş “ataerkil toplum” küçümsemesidir. Oysa beni bir kadin olarak özgürleştiren ataerkil toplumdur. Bana bu masada oturup bu kitabı yazmam için gereken boş vakti sağlayan kapitalizmdir. Artık erkeklerle ilgili dar kafalılığımızı bir kenara bırakalım ve onların saplantıları sayesinde kültüre yağdırılan hazineleri kabullenelim. Kaldırımlardan, su tesisatından çamaşır makinelerine, gözlükten antibiyotiklere ve bebek bezine kadar erkek başarılarının kapsamlı bir dökümü
yapılabilir. Kar altında kalmış kentlere yığılan taze, sağlıklı et ve sütten, sebzelerden ve tropik meyvelerden faydalanırız
Amerika’nın büyük köprülerinin herhangi birinden geçerken şunu düşünürüm: Bunu erkekler yaptı. İnşaat en üst düzeyde erkek şiiridir Uygarlık kadının ellerine bırakılmış olsaydı hala ottan kulübelerde yaşıyor olurduk Feministlerin ve entelektüellerin kapitalizmi horlarken bir yandan da onun nimetlerinden faydalanmaları ikiyüzlülüktür.

Paglia’ya göre kadın hareketinin erdemleri var kuşkusuz ama totaliter zihniyette insanları başına toplaması da gösteriyor ki, bireysel düşünmeye izin vermeyen bir akım. 60’ların ruhundan birbsapma, hatta bir geriye dönüştür bugün feminizm.
Kendisi de bir zamanlar kadın hareketinin içerisinde yer almış bulunan Camille Paglia, 60’lar da kendisinin de erkek gibi davrandığını, topyekün cinsel özgürlük ve eşitliği istediğini söylüyor. Zaman geçtikçe soğuk gerçeğe tosladık. Eski çifte standart, aslında kadını koruyordu. Bu serbestlikte kaybeden taraf, kadın oluyordu.

Camille Paglia, Sex, Art and American Culture, Penguin Books, 1993, s. 113.

Hiç kimse, hatta iyi niyetli feministler bile birbirlerine karşı hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiğini söyleme hakkına sahip değildir. ( ) Kadınlar, erkeklerin zorbalığından, doktriner feministlerin sergilediği ve diğerlerinden daha az baskıcı olmayan bir zorbalığa kurban gitmek için kaçınmadılar.
‘Kadın araştırmaları, kadınların genelde insanlığın şaheserlerini okumaktan çok kadınlarca yazılmış alelade ya da marjinal
kitapları okumalarına yol açmaktadır Bu, ölü bir gayedir, en basitinden, kadınları insan ırkının ana düşünüş damarından koparma tehlikesini içerir. Bu tür kültler (tapınma nesneleri), aynı zamanda gençlerin zamanlarını boşa harcamalarına neden olabilir; gençler insanlığın kültürüne ait çetin ve önemli konuları araştırmak yerine feminizm hakkında en son çıkmış kitapları okumaya yönelebilirler.
Ruhsal devrim miti, çevre miti ve feminizm miti birleşerek 21. yüzyılın yükselen miti haline geldi.
Doğumla belirlenen astrolojik burca bu kadar önem verilirken ölüm burcu neden hiç önemsenmiyor?
Ölüm, ebediyet sarayının kapılarını açan altın anahtardır.
Nasıl öldüğümüz kim olduğumuzu gösterir.
Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da yoksun demektir.
atom bombalarının atılmasının Japonya’yı teslim olmaya zorlamak gibi bir kılıf altında gizlenen gerçek niyeti, Mançurya’ya doğru yürüyüşe geçen Stalin’in Kızıl Ordusunu bir an önce durdurmaktı
Ne tuhaf şu dünya! Cepheden binlerce kilometre ötede güvenlik içinde hemşirelik yapan Florence Nightingale hemşireliğin kurucusu kabul edilmiştir de, bizzat cephede askerle omuz omuza hizmet veren ve hayatını tehlikeye atan, üstelik bu hizmetini devletin cebinden değil, kendi kazancıyla finanse eden Mary Seacole, başta Florence Nightingale tarafından, sonra da tarihçiler tarafından karanlığa gömülmüştür. Savaş günlerinde Kırımdan memleketine mektup yazan bir İngiliz askeri, Florence Nightingale’in adını ta oradan duymuştur ama fedakârca hizmetlerini bizzat gördüğü Seacole’ün adının neden Londra’da bilinmediğini
sormaktadır ailesine.
Florence Nightingale’i göklere çıkartanlar neden Mary Seacole’u
unuturlar sahiden de?
eski Dışişleri Bakanlarımızdan Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs görüşmeleri sırasında Shakespeare’in Othello piyesinin 1. perde, 3. sahnesinden Kıbrıs’ın Türkler için ne kadar önemli olduğunu düşünecek olursak
Türk’ün kendisi için birinci derecede önemli olanı arkaya atacak kadar beceriksiz olduğuna inanamayız” pasajını İngilizce olarak okuduğunu ve Kıbrıs görüşmelerinde bu misralarin Türkiye’ye önemli bir puan kazandırdığını biliyoruz.

Bkz. Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, Ankara, 1985, Bilgi Yayınevi, s. 87.

Francis Bacon’ı aday gösteriyor Shakespeare’in tahtına, kimisi Oxford Beyi De Vere’yi. Marlow diye diretenler de var, Ben Johnson diyenler de. Henüz bir ittifak hasıl olmamışsa da, Shakespeare isminin takma olduğu ve bu kasap
eskisi ve oyunculuk meraklısının isminin, eserleri sahneletebilmek için piyeslerin üzerine kamuflaj amacıyla yazıldığı, iddialar arasında. Mark Twain’den Charles Dickens’a, Schlegelden Coleridge’e, Walt Whitman’dan Emerson’a hepsi Bacon’ın gerçek Shakespeare olduğuna inanmışlar.
Mark Twain bir keresinde Tabiat Tarihi Müzesi’ne gidip bir dinozorun iskeletini görmek istemiş. Rehber, iskelette sadece 9 orijinal kemik bulunduğunu, geri kalanını kendilerinin alçıdan yaptıklarını söylemiş. Ünlü hikâyeci, Shakespeare’in hayatıyla ilgili durumu da buna benzetiyor: Elimizde altı üstü 10 tane belge var.
Bu karanlık hayatın geri kalanını “uzmanlar” hayal alçısından başarıyla yoğurmuş durumda!
Bir tek gün okula gitmeyen, okuma yazma bilmeyen, İngiltere dışına adımını atmamış, kitap okuyamayan, yaşadığı bölgede kitap
ve kütüphane bile bulunmayan, bulsa bile Latince kitaplar basıldığı bir zamanda onları okuyamayacak durumda olan bu Stratfordlu kasabın eserlerinde 15-20 bin civarında kelime kullanmış olması (düşünün ki, ünlü şair Milton bile 8 bin kelime ile yazmışti eserlerini), kesif tarih bilgisi, İngiliz, Fransız, İtalyan, hatta Rus
saraylarında geçen en hurda ayrıntılardan haberdar olması ve sanatların en zoru kabul edilen trajedi yazmayı öğrenmesi, Masonlukla ilgili pek çok sembolik ayrıntıyı eserlerinde hakkıyla ve yerinde kullanması, tıp, tarih, çiçek ilmi, felsefe, Fransızca biliyor olması Bütün bunlar Shakespeare muammasına yeni karanlık
sayfalar ekliyor.
Yaşamı boyunca Mehmet ile Mustafa, I. Georg’un adeta ikinci vicdanı gibi yanında yer aldılar. Hatta 1727 yılı 11 Haziran
tarihinde ve krallığının 13. yılında, Londra’dan Hanover’a yapmakta olduğu yolculuğun Osnabrück aşamasında I. George
tutulduğu sar’a nöbeti sonunda hayata gözlerini yumarken, yaninda ne metreslerinden biri, ne bir din adamı, sadece Mustafa
bulunmuştu. Bazı kötü niyetli kimseler George’un bu nedenle Müslüman olarak öldüğünü bile çevrelerine fısıldamaktan
zevk duymuşlardır.

Yusuf Mardin, I. George Müslüman olarak ölmüştür! , Yıllarboyu Tarih, Sayı: 1, Ocak 1981, s. 10-11.

Bernal, hakikati gizleyen beyaz (Aryanist) tarihçilerin fesatlığına inanır; 19. yüzyılda geliştirilen bilimsel yöntemler sadece hakikati gizlemeye hizmet etmişlerdir. Ona göre medeniyet Afrika’daki siyah halklar arasında başlamış, fakat sonradan Avrupalılarca çalınmıştır. Biz “Yunan mucizesi” iddiasında “çalınmış bir miras”karşısında bulunuyoruz.
Velhasıl “Yunan mucizesi” iddiası, 19. yüzyılın başlarından dahageriye gitmeyen Avrupalı Romantiklerin icad ettikleri bir büyük
yalanı, dünya ölçeğinde pazarlama başarısından başka bir şey değildi.

Bu önemli eserin ilk cildinin Türkçe tercümesi için bkz. Kara Atena: Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? (1785-1985), Çeviren: Özcan Buze,
İstanbul 1998, Kaynak Yayınları.

Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Oysa ne o gün Yunanistan topraklarında yaşayanlar Eflatun ve Aristo’nun torunlarıydılar, ne de ortada herhangi bir “mucize”
bulunuyordu. Üstelik Martin Bernaľ’in Black Athena adlı 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen malum uygarlığı kuranlar, bildiğimiz Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yâni Fenikeliler ve Mısırlılar!
Martin Bernal bir Çin tarihçisi iken, ilgisi zamanla Yunan (Grek) medeniyetine ve onun Afrika ve Asya’daki kökenlerine yöneliyor.
Araştırdıkça görüyor ki, bugün hemen bütün “uygarlık tarihleri’nde tadından yenmez iltifatlara boğulan “Yunan mucizesi”, bir efsaneden ibarettir.
Yalnız Martin Bernal’in iddialarının en kuvvetli delili, bizzat Yunanlılardan gelmektedir. Meşhur Heredottan şair Homer’e, filozof Eflatun’dan tarihçi Tukidides’e kadar pek çok kaynağa başvuran Bernal, bu hükemâ’nın (bilgelerin) Yunan medeniyetini kendinden önceki medeniyetlerden, özellikle de Mısır ve Fenike’den bağımsız, yeni ve özgün bir oluşum gibi görmediklerini, hatta medeniyetlerini besleyen kaynakların buralardan geldiğinin pekala bilincinde olduklarını gösteriyor. Hatta yazardan, şöhreti çağları aşan geometrici Öklid’in ömrünün neredeyse tamamına yakınını Mısır’da geçirdiğini
Mozambik’te hüküm süren Müslüman Șiraz Sultanı’nın,ilk karşılaştığı zaman meşhur Vasko da Gama’yı Türk'(!) zannedip kendisine bu yüzden hürmet gösterdiğini dahi biliyoruz
kaynaklardan.*
Neden mi? Çünkü, bu Müslüman deryasında yabancı gibi görünmemek ve kimi şerlerden uzak kalabilmek için Müslüman kıyafetine bürünmek ihtiyacını duymuştu kâşifimiz.**

* bkz. Cemalettin Taşkıran, The Ottoman-Portuguese relationship in the 16th century , CIDC Insight, No: 21, October 1998, s. 109.
**John T. Faris, Real Stories of the Geography Makers, Ginn and Company 1925, s. 84.

On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Neden bir Hindistan’ın Goa limanına çıkarma
yapan Osmanlı, Viyana’yı kuşatan Osmanlı kadar yer almaz tarihlerimizde? Ona Avrupa açısından baktığımızdan kuşkusuz.
Osmanlı hep Batı’ya gitmiş, Doğu’yla hiç ilgilenmemiş. Nereden biliyorsun? diyorum. Cevap geliyor: Ama öyle değil mi?
Bir televizyon programında emekli bir general “Osmanlı’nın Kafkas politikası yoktur” deyince kendisine sormuştum: Özdemiroğlu Osman Paşa’nın III. Murad dönemindeki Kafkas seferlerini biliyor musunuz? Osman Paşa’yı bile bilmediği ortaya çıkmıştı. Ayıp değil mi..?
Doğu-Batı, Avrupa-İslam, şimdilerde Batı-İslam çatışması şeklinde vaz ettiğimiz söylemsel düzen, tekrarlana tekrarlana öyle bir Frankestein’a dönüşüyor ki, sonuçta, bunlar bir realiteyi ifade eden kavramlar olmak yerine, nerdeyse realitenin yerini alıyor.
Bugün herhangi bir zamanda olduğundan daha fazla kadın daha fazla para, güç, nüfuz ve yasal açıdan tanınma imkânına sahiptir; gelin görün ki, kendimizi fiziksel olarak nasıl hissettiğimiz konusunda gerçekte özgürleşmemiş ninelerimizden daha kötü durumdayız.
Burada Bizans’ı Batı’nın Osmanlı’yı Doğu’nun temsilcisi olarak değerlendirmenin yanıltıcılığını bir kere daha görmüş oluyoruz. Şurası giderek açıklık kazanıyor ki, Bizans, bizim bugün bizim ona verdiğimiz anlamda Avrupalı değildi. Hatta uzun yüzyıllar boyunca Katolik âlemi tarafından Doğulu olarak görüldü, öyle muamelede bulunuldu kendisine.
Batı’da kadınların çoğunluğu, hamilelikleriyle yalnızlığa terk edilirler. Batılı kadın erkeklerle rekabet edebilmek için erkeklerin hiyerarşisini takip ediyor ve kendisini erkek gibi değerlendiriyor. Onun için hamileliğin anlamı, tekrar bulunduğu ( ulaştığı ) konumdan aşağı inmek ve manen, basit insanlar has olan doğumun etkisi altına girmektir.
Avrupa’nın pek çok düşünürü bugün Avrupa’nın yeterince Avrupalı olmadığını, dahası, Romalı’lıktan gelen Avrupalı hazmediciliğini hızla yitirdiğini söyleyip dururken, biz Avrupa’yı sanki sabit bir öz değişmez bir coğrafya ve bir kere üzerimize taktık mı asla çıkartamayacağımız bir tür rütbe şeklinde algılıyoruz.
Efsaneden gerçeğe giden yolun modern çağdaki adı, İsrail oldu. Öte yandan biz ise taş gibi Osmanlı gerçeğimizi efsanelere gömdük; üzerine taşlar yığarak unutulmaya terk ettik. İsrail kaybolmuş ve unutulmuş olan İbraniceyi diriltirken, biz yaşayan dilimizi susturduk.
Bir devlet at üstünde fethedilebilir, ancak hiçbir zaman at üstünde yönetilemez.
– Çinli filozof Lu Dza
Batı kültüründe anne için iki seçenek kalmıştır. Ya çocuğu büyüyene kadar cüzamlı muamelesi görmeyi kabul edecek ve evine kapanacaktır ya da kadın olmanın en büyük ödülünü, yani anneliği bastıracaktır.
Biz kelimeleri kullanırken, onlar bizi kullanmaya, kendi iktidar savaşlarına bizi alet etmeye başlıyorlar neredeyse. Böylece kirlenmiş kelimeler ve kavramlar kuyusuna dönüşüyor düşünce dünyamız.
Feminist kadınların çoğu kürtaja karşıydı: kürtajı kadınların sorunlarına bir çözüm değil, sorumsuz erkeklere davetiye çıkarmak olarak görüyorlardı. Fakat 20. yüzyılın dönümünden sonra doğum kontrolünü savunan feministler çoğaldı.
Ayrıca unutulmaması gereken husus, Rönesans’ın Avrupa’nın en karanlık çağı yani çağların en karanlığı olduğu gerçeğidir. Mesela Engizisyon mahkemeleri elbette Ortaçağ’da kurulmuştu ama unutulmamalıdır ki, Engizisyon en yüksek enkinliğine Rönesans döneminde ulaşmıştır.
Avrupalı kimliği, bir defa bulunmuş ve ondan sonra asla ve kat’a değişmeyen, sabit bir kimlik değildir.
Aslında Batı dediğimiz Avrupa merkezli kategori, özcü, cevheri bir veri olmayıp tarih içerisinde oluşmuştur ve bu oluşum, Çin, Hint ve İslam kültürlerine çok şey borçludur.
Alışmışız modern olanı Batı’yla, geleneksel olanı da Doğu ve İslam’la özdeşleştirmeye.
İnançta bir özgürleşme görüyor muyuz Rönesans’ta peki? Tam tersine. Bilime düşmanlıkta Ortaçağ’ı hiç aratmamıştır Rönesans.
300 milyonluk nüfusuyla Avrupa bir kıta sayılacaksa, o zaman 1, 5 milyarlık nüfusu ve aşağı yukarı Avrupa’nın yüzölçümüne denk topraklarıyla Hindistan neden bir kıta olmasın? Bunun objektif, Avrupa zihin kıtası haricinde sahih bir geçerliliği olduğundan söz edilebilir mi?
Şerif Mardin’in bir yazsında vurguladığı gibi; Batı insanının ruhunun derinliklerine işlemiş bulunan şeytan korkusu, bizim için efektler düzeyinde şaşırtıcı bir fantastik dünyadan ibaret kalmış, bir türlü iç dünyamızın derinliğine nüfuz edememiştir.
İsrail kaybolmuş ve unutulmuş olan İbraniceyi diriltirken, biz yaşayan dilimizi susturduk. İsrail, tek tük bileni kalmış olan İbrani Alfabesini iki bin yıl sonra diriltirken modern oldu, biz ise bin yıldır kullandığımız Alfabeyi terk ederek modernleştiğimizi sandık.
Efsaneden gerçeğe giden yolun modern çağdaki adı İsrail oldu. Öte yandan biz ise taş gibi Osmanlı gerçeğimizi efsanelere gömdük, üzerin taşlar yığarak unutulmaya terk ettik.
Nasıl öldüğümüz kim olduğumuzu gösterir. Bu keskin cümleyle sivriltiyor düşüncesini Octavia Paz. Ve şöyle devam ediyor: Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da anlamdan yoksun demektir.
Göz göre göre 20.yüzyılın göbeğinde bir sömürgecilik deneyi yapıldı Filistin topraklarında.. Ve o güzel halk öz yurdunda garip ve parya haline getirildi.
Acı olan topraksız bir halk dedikleri Avrupalı Yahudilere, halksız bir toprak olarak vaad ettikleri Filistin arazisinin durumuydu. O sırada milyonlarca Hristiyan ve Müslüman Filistinli yaşamasına rağmen;Filistin boş, bakir, insansız bir arazi ılarak takdim edildi.
Hayranlık bürüyor zihnimizi.Ama ille de söylememi istiyorsanız,hayranlıktan bir Batılılık çıkmaz,çıksa çıksa Batıcılık çıkar.Bizde de olan budur zaten.
İsrail kaybolmuş ve unutulmuş olan İbraniceyi diriltirken,biz yaşayan dilimizi susturduk.İsrail tek tük bileni kalmış olan İbrani alfabesini iki bin yıl sonra diriltirken modern oldu, biz ise bin yıldır kullandığımız elifbayı terk ederken sofralarımızdan kurtulduğumuza sevindik,böylece modernleştiğimizi zannettik.

İsrail ile aramızdaki fark da bu oldu.

Alışmışız modern olanı Batı’yla, geleneksel olanı da Doğu ve İslam’la özdeşleştirmeye..
Duke Üniversitesi’nden iki değerli araștırmacı, Martin Lewis ve Karen Wigen, haklı olarak ‘Neden Batı sabit bir çekirdeğe sahiptir de Doğu neden sürekli değișir?’ sorusunu yöneltiyorlar kireçlenen idrakimize.
Seküler (laik) devletler dinin kökünü kazıyamazlar Dinin kökünü ne kadar çok kazmaya çalıșırlarsa karșılarında o kadar çok dinî bașkaldırı bulurlar
Türk(Osmanlı) İmparatorluğu Avrupa devletlerinden hiç birine benzemez Oradaki kanunların, bir kıșınin keyfi üzerine kitleleri asıp kesmeye elverișli olduğunu düșünmek hatadır. Yeryüzünde en güçlü (kiși) görünen sultan, tahtından pek az emindir. Bir günlük ayaklanma ile tepetaklak edebilir
Bundan bașka Müslüman dini, aradan bin iki yüz yıl geçtiği halde hala kurucusuu zamanındakinin aynıdır. Bizzat Muhammed tarafından yazılan yasalar bugün değerlerinden hiçbir șey kaybetmemișlerdir.
Biz tarihi çalınmıș bir milletiz.
Vaktiyle Müslüman alimler de Yunanlılardan pek çok șey öğrenmișlerdi ama üstadlarından aldıklarını açıkça belirtiyorlardı. Oysa Kopernik bilgilerini nereden aldığını ısrarla gizlemiști.
Annelik vasfını neredeyse reddederek yola çıkan feminizm, aslında kadına en büyűk kötülüğü yapmıș, erkeklerin ekmeğine yağ sürmüștür. Yıkmaya kalkıștığı ataerkil değerleri kuvvetlendirmiștir.
Feminizmin en rahatsız edici reflekslerinden biri O moda olmuș ataerkil toplum küçümsemesidir. Oysa beni bir kadın olarak özgürleștiren ataerkil toplumdur.

Feministlerin ve entelektüellerin kapitalizmi horlarken bir yandan da onun nimetlerinden faydalanmaları ikiyüzlülüktür.

Bir milleti kadın-erkek diye ikiye bölerek, cinsel farklılık üzerinden siyaset yapmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının temeline konulmuș bir dinamitten farksızdır.
Minogue yazısına feministlerin yüz yüze gelmelerinin mukadder olduğu en ciddi problemin, erkeklerle eșit mi, yoksa farklı mı olduklarına karar verememek olduğuna ișaret ediyor.
Gençler insanlığın kültürüne ait çetin ve önemli konuları araștırmak yerine Feminizm hakkında en son çıkmıș kitapları okumaya yönelebilirler.
Ölümle yüzleșmekten sürekli kaçınan bir kültürde, yașlılık Ölümle eșanlamlı olarak görülmektedir. Yașlanmak ölmek gibi bir șeydir. Sembolik olarak ölmüș oluyorsunuz aslında yașlanınca.
1492 yılı, Amerika’nın Keșif tarihi değil, sonradan Amerika adı verilecek olan kıtanın ișgalinin bașlangıç tarihidir. Hatta gerçek bir öncü bilim adamı olan ve efsaneleri yıkmasıyla gözdelerin arasına giren J. M. Blaut’un dediğin gibi, Amerika boș bir ülke değildi ki, keșfedelsin .
Kristof Kolomb Amerika’yı keșfetmekten çok icat etmiștir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir