İçeriğe geç

Avarifü’l Mearif Kitap Alıntıları – Şihabüddin Sühreverdi

Şihabüddin Sühreverdi kitaplarından Avarifü’l Mearif kitap alıntıları sizlerle…

Avarifü’l Mearif Kitap Alıntıları

Şu söyleyeceklerimiz fenâ haline dahildir:
Bir kulun bütün fiil ve sözünde merci, danışması Allah teâlâ’ya olup bütün iş ve eşyadaki tasarruflarında nefsi ile değil, Allah Teâlâ ile hareket etmek için ondan izin bekler. İşte kendi ihtiyacını terk ederek Hakk’ın fiilini bekleyen bu kimse Hak’ta fani olmuştur.
Ebû Said el-Harraz’a, fenâ haline ulaşan kimsenin âlâmeti sorulunca; şöyle demiştir:
”Fenâ haline ulaştığını iddia eden kimsenin âlâmeti; kendisinde Allah Teala’dan başka dünya ve ahiretle ilgili bütün hazların gitmesidir. ”
Denilmiştir ki:
”Fenâ, kulun bütün nefsânî hazlardan fâni olup nefsi adına herhangi bir şeyden zevk almamasıdır. ”
”Bekâ: kulun kendisine ait şeylerden fâni olup Allah Teâlâ için içinde bulunduğu halde bâkî kalmasıdır. ”
Cüneyd el-Bağdâdî demiştir ki:
”Allah Teala, kullarının kalplerine, onların kendisine yakın olduğu ölçüde yakın olur. Öyleyse; kalbinin neye yakın olduğuna bak! ”
Zünnûn el-Mısrî’ye, ”Üns ” sorulunca:
”O, sevenin sevdiğine rahatlıkla açılıp sıkılmadan hareket etmesi ve her arzusunu ondan istemesidir. ” demiştir.
İbnu Atâ’ya şevkten sorulunca şöyle demiştir:
”Şevk, dosta yakın olduktan sonra ayrılma korkusundan yüreğin yanması, kalplerin tutuşması ve ciğerlerin parçalanmasıdır. ”
Muhabbete göre şevk, tövbeden sonra gelen züht gibidir. Tövbe tam yerleşince züht meydana çıktığı gibi; muhabbet kalpte karar kılınca da şevk ortaya çıkar.
Müminlerin emiri Ali b. Ebî Talib (r.a) ‘a zühdün ne olduğu sorulduğunda: Zühd; dünyayı, bir müminin ya da bir kâfirin yemesine hiç aldırış etmemendir. diye cevap vermiştir.
Resûlullah (s.a.v), ölmek üzere olan bir adamın yanına girdi. Ona:
”Kendini nasıl buluyorsun? ” diye sorduğunda, adam:
”Kendimi günahlarımdan korkar ve Rabbimin rahmetini ümid eder bir durumda buluyorum. ” diye cevap verdi.
Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v) :
”Bu halde, bir kulun kalbinde bu iki hal bulunursa; Allah Teala kendisine ümid ettiğini verir ve korktuğundan onu emin kılar. ” buyurdular.
Ebû Yezid el- Bestami demiştir ki: İntibahın (mânen uyanmanın) alâmeti beştir:
1-Kul nefsini hatırlayınca boynunu büker,
2-Günahını hatırlayınca istiğfar eder,
3-Dünyayı hatırlayınca düşünüp ibret alır,
4-Ahireti hatırlayınca sevinir,
5-Allah teâlâ’yı hatırlayınca ürperir.
Bilinen her fazilette bir hâl ve makâm bulunmaktadır. Zühdde bir hâl ve makâm vardır. Tevekkülde bir hâl ve makâm vardır. Rızâda bir hâl ve makâm vardır.
Gerçekten kul, hâllerin sebebiyle makamlara yükselir. Hâller; kulu, içinde kesb ve ilahi mevhîbenin karıştığı makâmlara yükselten bir takım manevi mevhibelerdir. Kulun içinde bulunduğu makâmdan daha yüksek bir makâmın hâli kendisine ancak ona yükselmesi yakın olduğu zaman zâhir olur. Kul, hâllerin çoğalmasıyla devamlı üst makâmlara doğru yükselir.
Müminlerin emiri Ali b. Ebi Tâlip (r.a)’ ın : Bana semâvâtın yollarından sorunuz. Gerçekten ben onları, yeryüzünün yollarından daha iyi tanırım. sözü makam ve hâllere işaret etmektedir.
Sufilerin edeplerinden birisi de kardeşleri için gıyâbında günah ve kusurlarına istiğfar etmek ve onlardaki çirkin şeyleri def etmesi için Allah Teala’ya yalvarmaktır.
Arkadaşlık edeplerinden birisi de kardeşlerinin görülmesi duyulması uygun olmayan şeylerini örtmektir.
İyi geçimle yağcılık birbirine benzer. Halbuki aralarında fark vardır:
İyi geçim, arkadaşının iyiliğini ümit ederek onun iyiliği için kendisi ile iyi geçinip onda gördüğün sevimsiz şeylere tahammül etmendir. Yağcılık ise, bir mevkiye yerleşmek yahut nefsâni bir şey ele geçirmek niyetiyle yapmacık olarak yapılan hareket ve sözlerdir.
Sûfilerin arkadaşlık edeplerinden birisi de; kardeşlere çokça insaf edip onlardan insaf beklemeyi terk etmektir.
Ebu Osman el-Hırî demiştir ki:
Arkadaşlığın hakkı kendi malından kardeşine bolca verip onun malına göz dikmemen, kendin ona insaf edip ondan insaf beklememen, sen ona tâbi olup onun sana uymasını arzulamaman, ondan sana ulaşan iyilikleri çok görüp senden ona ulaşanları az bulmandır.
Sûfilerin sohbet edeplerinden birisi de;
Bütün dert ve düşüncesi dünyanın fûzuli şeyleri olan kimseyle arkadaşlığı terk etmektir.
Bu hususta Allah Teâlâ buyurmuştur ki: Artık bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başka da bir arzusu olmayan kimseden yüz çevir.
Necm sûresi 29. ayet
Muhabbetin ihlasla Allah için olmasının âlameti onda iyilik ve ihsan gibi dünyevî hesap ve endişelerin bulunmamasıdır. Bir şeye bağlı olarak yapılan şey, o sebebin ortadan kalkması ile yok olur gider. Dostluğunu herhangi bir dünyevî sebebe dayandırmayan kimse bu dostluğunu güzelce devam ettirir .
Rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.v) ; Bazı insanların, kötülük yapmış birisine ileri geri konuştuklarını duyduğu zaman:
susunuz buyurmuş ve kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın sözü ile onları sakındırmıştır.
Sohbet ve kardeşlik haklarından birisi de; kardeşi ile arasında bir ayrılık, uzaklaşma olduğu zaman onu ancak hayırla anmasıdır.
Hz Ömer’in (r.a) şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
Bir adam gündüzleri oruç tutsa, geceleri ibâdetle geçirse, sadaka verip cihat etse ; fakat Allah için sevip, Allah için buğz etmezse bu yaptıkları kendisine fayda vermez.
Bir tanesi sohbetin ve uzletin hakikatini ve faydasını şu şekilde dile getirmiştir:
İnsanın yalnızlığı hayırlıdır kötü dosttan, Hayırlı bir dost ise, iyidir tek kalmaktan.
Allah için dost olan kimse bazen mürşitler gibi karşısındakine fayda verir; bazen de müritler gibi kendisi istifade eder. Şu halde gerçek halvet ve uzlet Allah yolunda bir dost olmaksızın terk edilmez. Allah için dost arayan kimse eğer kendisi geri ise; Allah Teala ona, kendisiyle halini ıslâh edeceği ve noksanını tamamlayacağı bir dost gönderir. Eğer ileri seviyede (kâmil bir insan) ise kendisine müridlerden ünsiyet edeceği kimse hazırlayıp gönderir.
Muhammed b.Hanefiyye (r.a) demiştir ki:
İyiliklerine iyilikle karşılık vermeyen kimseyle güzel geçinmeyen kimse, Allah Teâlâ kendisini bu halden kurtarıncaya kadar hikmet ehli olamaz.
Bir hadis-i Şerif’te buyurulmuştur ki :
” Şüphesiz Allah Teala’ya en sevgili olanınız ; başkalarıyla ülfet edip iyi geçinen ve kendisiyle de iyi geçinilen kimsedir. Mü’min ; başkalarıyla dost olarak iyi geçinen ve kendisiyle iyi geçinilen kimsedir. ”
Denilmiştir ki ; selamet on parçadır; dokuzu susmakta, birisi de uzlettedir.
Şöyle demek caizdir: Halvet uzletten başkadır. Halvet başkalarından ayrı kalmaktır. Uzlet ise ; nefis’ten , onun çağırdı hallerden ve Allah teâlâ’dan meşgul eden şeylerden uzaklaşmaktır. Buna göre halvet çokça olmakta uzlet ise az bulunmaktadır.
Denilmiştir ki ; uzlet iki çeşittir : biri farz diğeri fazilettir. Farz olan , kötüden ve kötülükten ayrılmak . Fazilet olan ise fuzuli şeylerden ve sahibinden uzaklaşmaktır.
Anlatılır ki; Süleyman el-Havvas’a :
İbrahim bin Ethem geldi, onu karşılamayacak mısınız? denilince ;
Onu karşılamaktansa yırtıcı bir hayvan karşılamayı daha çok severim. Çünkü ben onu görünce , ona karşı sözümü güzelleştirip kendimin en güzel hallerini ortaya koymaya çalışacağım. Bu ise fitnenin tâ kendisidir! demiştir.
İnsan bir şahsın arkadaşlık ve sohbetine meylettiği zaman kendisini şöyle bir kontrol edip kime meyl ve muhabbet ettiğine bir baksın. Muhabbet ettiği kimsenin hallerini dinin ölçülerine göre ölçsün. Eğer onun hallerini düzgün ve güzel bulursa kendisinin de iyi hâl sahibi olduğunu bilsin ve buna sevinsin ; çünkü Allah onun hâlini güzelleştirmiş kardeşinin aynasına da güzel hâli yansımıştır. Eğer meyl ve muhabbet ettiği kimsenin fiil ve hallerini bozuk görürse önce kendisini ayıplayıp kınasın ; çünkü arkadaşının hâl aynasına kendi kötü hâli yansımıştır. Bu durumda ona gereken böyle bir arkadaştan arslandan kaçar gibi kaçmaktır ; çünkü onunla beraber oldukları sürece zulüm ve bozukluğu artacaktır.
”Bir Hakk talibi gördüğün zaman onu iyilik ve yumuşaklılıkla karşıla, hemen ilimle önüne çıkma. Çünkü yumuşak muamele onu ısındırır. İlim ise ilk anda onu soğutabilir. ”
Resûlullah (s.a.v) insanlara akıllarının alacağı ölçüde konuşuyor ve herkese hâline uygun işe emrediyordu. Ashâbından bazısına malını infak etmeyi, bazısına malını elinde tutmayı, bazısına çalışıp kazanmayı ; Ashâb-ı Suffe gibi bir kısmına da çalışmayı bırakmalarını hüküm ve emir veriyordu.
Kelâmın bozulması ; içine nefsâni hevâ ve hîslerin kavuşmasıyla olur. Bir damla hevâ, bir ilim denizini bulandırır.
Rivayet edildiğine göre ; Rasulullah (a.s) şöyle buyurmuştur :
” Sabah namazından sonra , güneş doğuncaya kadar oturup Allah Teala’yı zikretmem, benim için dört köle azat etmekten daha hayırlıdır. ”
Alkame, Abdullah b. Mesud’dan Rasulullah (a.s) ‘ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
”Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez! ”
Bunun üzerine orada bulunan birisi :
”Ya Rasulallah! Bir adam var ki ; elbise ve ayakkabısının güzel (temiz) olmasından hoşlanıyor, bu da kibre girer mi ? ” diye sorunca , Rasulallah (a.s) :
” O kibir değildir. Allah güzeldir, güzel (ve temiz) olan şeyleri sever. Kibir ; hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görmektir. ” buyurdu.
Kimin dünya için dert ve meşguliyeti yoksa; o, dünyayı ehline bırakmıştır. Artık onun durumunu bozacak ve kendisine Allah Teâlâ’nın hizmetinden daha tatlı gelecek bir şey yoktur.
Bir haberde: Geceleri namaz kılanın, gündüz yüzü güzel (parlak) olur. denmiştir. Bu sözü iki ayrı manâda anlamak mümkündür.
Birincisi: Bir hücre (oda), içinde yanan ışık ile aydınlanır. Yakîn nûru kalpte bulunmaktadır. Gece amellerinin bereketi ile bu nûr daha da çoğalır ve parlar. Bu sebeple kalp te aydınlanır. Kalbin hücresi olan kalp te ondan nūr ve aydınlık elde eder.

İkincisi : Bu kimsenin gündüz yöneldiği (el attığı) bütün işleri güzel olur. Bütün tasarruf ve işlerinde kendisine Allah Teala’nın özel yardımı ulaşır. Girip çıktığı her işinde ona yardımcı olur. Böylece maksat ve fiilleri güzel sonuçlar verir. Sözü doğru özü düzgün bir şekilde sırat-ı müstakimde yürür. Çünkü sözler kalbin istikameti ile düzgün olur.

Insanoğlunda fıtratında bulunan her bir maddeden dolayı hiç ayrılmayan bir tabiyat bulunur. Dibe çökmek, (çöküp kalmak) toprağın sıfatı olduğu için; bundan dolayı insanda tembellik, gevşeklik, durgunluk gibi tabiatlar oluşmuştur.
•Sofradakiler yemeği bitirinceye kadar yemekten elini çekmemek.
Bu konuda Ibnu Ömer (r.a) Râsûlullah (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Sofra kurulduğu zaman, sofra kalkmadan kimse kalkmasın ve kendisi doymuş olsa bile sofradakiler yeme İşini bitirinceye kadar elini çekmesin. Yiyor gibi görünerek oyalansın. Öyle insanlar vardır ki ; arkadaşının kalkmasıyla (sofrada tek başına oturmaktan) utanır ve ihtiyacı olsa da yemeği bırakır.
•Yemekte kusur aramamak:
Ebû Hûreyre’nin (r.a) rivayetine göre; Râsûlullah (a.s), hiçbir yemeğe kusur bulup ayıplamazdı. Eğer iştahı varsa yer, yoksa terkeder öylece bırakırdı.
Beden, tek başına hayvâniyet tabiatı üzerinde yaratılmıştır; onunla dünyanın imârı temin edilir. Ruh ile kalb ise meleklik tabiatı üzerinde olup, onlarla da âhiretin imârı yapılır. Her ikisinin birleşmesiyle de, dünya ve âhiretin imârı gerçekleşmektedir.
Kim haram aylarda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep) perşembe, cuma ve cumartesi günlerinde 3 gün oruç tutarsa yediyüz sene cehennem ateşinden uzaklaştırılır.
Sûfilerin bazıları bir gün yiyor bir gün oruç tutuyordu. Bu hususta Resulullah (as) şöyle buyurmuştur:
Oruçların en faziletlisi kardeşim Dâvud (as)’un orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.
Sûfilerin bazısı bir gün sabra, bir gün de şükre vesile olduğu için bu oruç şeklini güzel bulmuşlardır.
Bişr el-Hafî demiştir ki: Açlık kalbi sâfîleştirir, hevâyı öldürür. İnce ve sırlı ilimleri te’min eder.
İnsanoğlunda şerre vesile olacak bin tane uzuv vardır ve hepsinin ipi de şeytanın elindedir. Kişi karnını aç bırakıp boğazını tutunca, bütün uzuvlar kururlar ve açlık ateşi ile yanarlar (etkilerini azaltırlar). Şeytan bu kimsenin (içine girmek şöyle dursun) gölgesinden kaçar. Fakat boğazının yolunu açıp arzuladığı bütün leziz yemekleri yiyerek karnını doyurduğu zaman, şerre alet olacak azaları yeşerir (canlanır) ve şeytanın istediği gibi tasarruf etmesine imkan hazırlamış olur.
Cahil ve gâfil bir kimse namaza kalktığı zaman , sineklerin bir damla bala üşüşmesi gibi şeytanlar kalbini sararlar. Bu kimse Allahu Ekber diyerek tekbir aldığı zaman, Allah Teala kalbine nazar eder. Eğer kalbinde Allah’tan daha çok değer verdiği bir şey varsa, Allah ‘yalan söyledin, dediğin gibi senin kalbinde en büyük görülen Allah değildir’ der . Sonra kalbinden sema’nın derinliklerine kadar ulaşan bir duman yükselir ve kalbini melekût aleminden perdeler. Bu perde gittikçe kalınlaşır. Şeytan kalbini bir lokma gibi yutar, durmadan kalbine üfürüp vesvese verir. Boş şeyleri kendisine süsler (tatlandırır) . Öyle olur ki kul namazda ne okuduğunu anlamadan onu bitirir.
İbnu Abbas (ra) : Tefekkür içinde kılınan iki rekat namaz , bütün geceyi (gafletle) ibâdetle ayakta geçirmekten daha hayırlıdır. demiştir.
Hz Aişe (Ra) ‘nın rivayetine göre: Râsûlullah namaz kılarken göğsünden, kaynayan tencerenin hararetten çıkardığı ses gibi iniltili ses duyulurdu. Hatta bu ses Medine’nin bazı sokaklarından da duyulurdu.
Ali el-Havvas demiştir ki : Kişi nafile namazları farzlardaki noksanları tamamlamak niyetiyle kılmalıdır. Bu niyetle kılınmayan nafileden bir hayır beklenmez. Bize ulaşan habere göre: Allah Teala farz namazları tam olarak eda edilmedikçe, nafileleri kabul etmez. Böyle kimselere Allah Teala şöyle buyurur: Sizin haliniz ; borcu olan kimseye borcunu ödemeden, hediye vermeye kalkan kötü adama benzemektedir.
Sufiilerden birisi demiştir ki :
İftitah tekbiri aldığın zaman Allah Teala’nın sana bakmakta ve kalbinden geçenleri bilmekte olduğunu bil. Namazında cenneti sağ yanında cehennemi de sol yanında farzet.
[Burada cennet ve cehennemi düşünmeyi özellikle zikrettik. Çünkü kalp ahireti hatırlamakla meşgul olunca içindeki vesvese kesilir. Böylece bu canlandırma, kalpteki vesveseyi def etmek için bir tedavi olur.]
Namaz kılan kimsenin riâyet edeceği edeblerin en güzeli kalbinin az veya çok hiçbir dünyevi şeyle meşgul olmamasıdır. Çünkü (uyanık kalpli) akıllı kimseler namazı kendilerine emredildiği şekilde kılabilmek için dünyayı terk ederler.
Şunu bil ki ; insanlardan bazıları Allahu ekber dediği zaman azameti ilahiyeyi ve mevlânın büyüklüğünü müşahadesinden dolayı kendinden geçer. Bâtını nurla dolar ve göğsü öyle genişler ki kâinat orada çöldeki bir hardal tanesi gibi kalır. Sonra o tane de atılır. Kalpte etkisinden korkulan vesvese, nefsani duygular ve bâtında dolaşan düşünceler de bir hardal tanesi mesâbesinde olur ve sonuçta, onlar da dışarı atılır. Artık nefsânî kuruntu ve vesveseler böyle bir insana nasıl hücum edip kalbini istila edebilir ki? Çünkü onu azameti ilahiyeyi müşahede hâli kaplamıştır ve kendisinde gaybet hâline geçme niyeti ve hâli oluşmuştur.
Abdullah b. Mübarek demiştir ki : Bizler, çok ilimden daha ziyade , az edebe daha çok muhtacız. Ârif için edeb , manevî yola ilk girenin tövbesi yerindedir.
Kabz hâli: ihsan kapısını kapatır . Bast halindeki ifrat ise ; kabz ile cezâlandırmayı gerektirir. İnsan bast hâlinde itidal üzere olsaydı; kabz ile cezâ gerekli olmazdı .
Abdullah B. Mübarek demiştir ki :
”Kim edebleri hafife alırsa , sünnetlerden mahrum bırakılarak cezalandırılır. Sünnetleri hafife alan farzlardan mahrum bırakılarak , farzları hafife alan da marifetten mahrum bırakılarak cezalandırılır. ”
Birbiriyle çekişen insanlarda nefisler ortaya çıkar. Sufi her ne zaman arkadaşının nefsinin ortaya çıktığını görürse; ona, kalbiyle (olgunlukla) karşılık verir. Nefis kalb ile karşılanınca; soğukluğu (sertliği) gider ve fitne söner. Allah , bu edebi kullarına ta’lim için buyurmuştur ki :
” İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş! ”
(Fussilet 34)
Bünnan el-Hammal , nazım halinde şöyle demiştir:
Tamah ettikçe bir hür; hep köle olur.
Kanaat ettikçe bir köle; hürriyet bulur.
Rasulullah (as) buyurmuştur ki :
” Gerçek sıla-ı rahim ( akraba ziyareti ) ; gelene gitmek değil, sana gelmeyen ve ilişkiyi kesene gitmektir. ”
Hasan el-Basri :
”İhsan ; güneş, rüzgar ve yağmur gibi , yaptığın iyiliği sadece bazılarına değil, herkese yapmandır . ” demiştir.
Adamın birisi, borç almak için bir arkadaşına gitti. Kapısını çaldı. Ev sahibi dışarı çıkıp, niçin geldiğini sordu. O da , dörtyüz dirhem borcu olduğunu , onun için kendisine geldiğini söyledi. Ev sahibi içeri girerek dörtyüz dirhem getirip verdi ve ağlayarak eve girdi. Bunu gören hanımı :
– Madem borç vermek sana zor geliyordu bir bahane bulup da onu geri gönderseydin ya, dedi.
Adam da:
– Ben verdiğim paraya değil, niçin kardeşimin halini araştırmayıp, onu borç için kapımı çalmaya muhtaç ettiğime ağlıyorum, dedi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir