İçeriğe geç

Auschwitz'in Külleri Kitap Alıntıları – Charlotte Delbo

Charlotte Delbo kitaplarından Auschwitz'in Külleri kitap alıntıları sizlerle…

Auschwitz'in Külleri Kitap Alıntıları

Hayata yeniden başlamak diye bir deyim Yeniden başlanamayacak bir tek şey varsa, yeniden yapılamayacak bir tek şey, o da hayat.
Cehennemde
görmezsin arkadaşlarının öldüğünü
cehennemde
ölüm tehdit etmez
cehennemde
acıkmaz üşümezsin
cehennemde
beklemezsin
cehennemde
umut kalmamıştır
kanı çekilen yüreklerde.
Neden cehennem diyorsunuz ki,
buraya.
Umutsuzlukla doluyordu içimiz, vaat edilen şey verilmediğinde çocukları ağlatan o salak umutsuzlukla.
Hava terk etme havası
birbirinden kopartılan kollar
kuru dudaklar havası
Bizlere inanmanızı hak etmeyecek kadar uzaklardan geliyorduk.
Birden ölüm yerleşiveriyor suratına, burnunun kenarlarında mor bir ölüm, göz çukurlarının dibinde ölüm, bir alevin ısırdığı bir çalı gibi kıvrılan parmaklarında ölüm, anlamadıgım bir dilde duymadığım sözler söylüyor.
Herkes kendi kentini, evini anlatıp, öbürlerini davet ediyordu. Gelirsiniz değil mi? Gelirsiniz gelirsiniz. Sözler veriyorduk. Ne yollar katediyorduk.
Kalbe, ciğerlere, kaslara sözümüzün geçmeyeceği gün ne zaman gelecek?
Kalbimle birbirimizi tanımaktan vazgeçeceğimiz gün ne zaman gelecek?
Bugün de dayanmalısın. Bir gün dönecek olursan eğer bugün de dayandığın için döneceksin.
Sessizlikler ve çığlıklar saatlerde iz bırakıyor. Güneş çekiliyor.
Sonsuzluğa bu kadar yakın ne var ki bir günden başka? Bir günden daha uzun ne var?
Yola çıkıyorduk. Zorunluluklar azalıyordu. Birbirimize yardımcı olmak için elele tutuşabiliyorduk.
Gövdelerimiz bizim dışımızda ilerliyordu. Ruhlarımızla ve ruhsuz.
Bilmiyorum hala bir şey yapabilir misiniz benim için
Deneyecek gücünüz var mı bilmiyorum
Devrim geldiğinde çıkartacağım beynimi kafatasımın içinden sallayacağım onu kentin üstünde ve karlar düşecek içinden tozdan bir kar, pis tozdan bugünkü zamanın renginde bayrakların kırmızısını solduracak
Hayata yeniden başlamak, ne biçim bir deyim bu
Kalbim artık zorla çarpıyor. Bir daha hiç sevgiyle, hayat dolu bir şekilde çarpmayacak.
Hayata yeniden başlamak diye bir deyim Yeniden başlanamayacak bir tek şey varsa, yeniden yapılamaya­cak bir tek şey, o da hayat. Silip yeniden başlanabilir
Silip üstüne yeniden yazı yazmak. .. Nasıl mümkün ola­bilir ki, bilmiyorum. Başaranların nasıl yaptıklarını merak ediyorum. Ölmüş bir kalbin üstüne bir başka kalp yapış­tırmak Bu yeni takılan kalbi çalıştırmak için nereden kan alınacak peki? Kurumuş bir kalbe sıcaklık ve hare­ket vermek Nereden bulunacak o ısı? O hareket?
dudakları artık umudunun kalmadı­ğını söylediğinde bile, gözleri hala umut doluydu.
Sorulara çarpıyor­dum. Neden? Daha ilk nedende her şey tıkanıyordu. Ne yapmalı? Yapacak hiçbir şey yok. Nereye gitmeli? Gide­cek hiçbir yer yok.
İnsanlara hep açıklamalar yaparak başlamak gereki­yordu. En ufak bir soruya cevap vermek için bile, bir gi­riş yapmak, mekanları, saati, havayı anlatmak, kimin kim olduğunu belirtmek gerekiyordu. Bitmek bilmiyordu.
Hiç utandınız mı hayatta? Utanmamalı, pişman olmamalı, neye yarar ki?
Hayatın bütün dertleri: çalışmak, ev bulmak, bir yer edinmek.
Zaman öyle bir geçiyor ki, inanılmaz. İyi ki geçi­yor zaman. Her şeyi unutmuşum gibi geliyor.
Bütün acımı keçilerime anlatıyordum. Onlara, an­nemin ne kadar güzel olduğunu, beni nasıl sevdiğini ve gittiği için ne kadar üzüldüğümü anlatıyordum. Ne hü­zünlüdür keçilerin gözleri, hiç fark etmiş miydin? Anlat­tıklarınızı gerçekten anlıyormuş gibi bakarlar.
İnsanlar hiçbir şeyi merak etmiyor­du, herkes öylesine kendisiyle meşguldü , öylesine endi­şeliydi ki, kimse kimseyle ilgilenmiyordu. Dünyada, yapa­yalnızdım.
Ben yaşamıyorum. Yaşayanlara bakıyorum. Kof ve cahiller. Belki de böyle olmak gerek yaşamak için, ya­şam zamanının sonuna kadar gidebilmek için. Benim bildiklerimi bilseler, benim gibi olurlardı. Cansız olurlar­dı.
Melanko­lik değilim, sıkılmam, bazen güldüğüm bile olur. Hayır, hissettiğim hüzün ya da sıkıntı değil. Yaşadığımı hisset­miyorum. Kanım sanki damarlarımın dışından akıyor­muşcasına çarpıyor. Bendeki her şey benim dışımda ve başkalarına geçmiyor. Durmadan nabzımı dinlemekle, kendimi gözlemlemekle uğraştığımı sanma. İstemeden, bilmeden gözlemliyorum kendimi hep. Uyanık mıyım diye düşünürken yaşanan, o rüyadan uyanma hissi değil bu. Başka bir şey bu. İçimde iki parça varmış gibi sanki, biri rüyadan, diğeri başka yerden gelen iki parça.
Kor­kunç değil mi? Savaş, şiddet, korku her yerde.
Diğerleriyle benim aramdaki, kendimle benim aramdaki boşluğu doldura­mıyor hiçbir şey. Bu farkı dolduramıyor, azaltamıyor hiçbir şey.
Her şeyimi elimden aldı­lar. Ne kaldı bana? Hiçbir şey. Ölüm.
Gidiyorlar, geliyorlar, seçiyorlar, karar veriyorlar. Tatile nereye gide­ceklerine karar veriyorlar, odalarının duvar kağıdının ne renk olacağına karar veriyorlar. Bizler ise, her dakika ya­şamakla ölmek arasında karar veriyorduk.
Bugün her zamankinden daha çok bekliyoruz. Gökyüzü her zamankinden daha solgun. Bekliyoruz.
Geleni bekliyoruz. Gündüzün ardından geliyor diye geceyi, gecenin ardından geliyor diye gündüzü.
Siz ey bilenler
biliyor muydunuz sabah ölmeyi isteyip
gece korkabilir insan ölümden
Siz ey bilenler
biliyor muydunuz bir gün bir seneden
bir dakika bir ömürden uzundur biliyor muydunuz?
siz ey bilenler
biliyor muydunuz bacaklar gözlerden zayıf
sinirler kemiklerden sert
yürek çelikten sağlamdır
biliyor muydunuz yollardaki taşlar ağlamaz
dehşet için tek söz
kahır için tek söz vardır
Istırabın sonu
Dehşetin sınırı yoktur
Biliyor muydunuz?
Siz bilenler.
Cansızım ben. Kendime bakıyorum, yaşamı taklit eden bu ben e dışarıdan bakıyorum. Can­sızım. Biliyorum bunu, içten ve yalnız, sadece benim bi­lebileceğim bir şekilde. Sen anlayabilirsin ne demek is­tediğimi, hissediyorum. Diğerleri bilemez. Nasıl anlaya­bilirler ki? Bizim gördüklerimizi görmediler ki. Her sabah ölülerini saymadılar şafakta, her akşam ölülerini sayma­dılar gün batışında. Biz günleri, zamanı saymakla, ölüle­ri saymakla geçirdik. Ölüleri saymaktan korkardık. Ve saydığımız her ölü için ne acımız, ne de gözyaşımız var­dı. Bitkin düşmüştü acı. Dehşet ve korku vardı sadece:
Beni sayacakları güne ne kadar kaldı? Öyle saydık ki za­manı! Ölçülen zaman değildi bizim ömrümüzün ölçüsü. Öyleydi orada. Bu şiiri okurdum. Hala hatırlıyo­rum. Beni sayacakları güne ne kadar kaldı? Beni saymak için kim kalacak geriye?
Bu daha önce yaşadıkları bir his olabilir. Hislere meydan okumak gerektiğini biliyorlar.
En kötüyü bekliyorlar ama aklın alamayacağı kadarını beklemiyorlar.
Her şey acıydı, her yerimde yaralar hisse­diyordum, derimin acımayan hiçbir yeri yoktu sanki.
Nasıl kaçmalı, aralarında nasıl erimeli, nasıl yakalanmamalı geçmişe, nasıl çarpmamalı duvarla­ra, şeylere, anılara?
Herkes en değerli nesi varsa getirmiş, çünkü uzaklara giderken değerli şeylerini geride bırakamazlar. Hepsi de yanlarında yaşamlarını getirmiş, asıl getirmeleri gereken yaşamlarıydı yanlarında.
Gidenlerle gelenlerin aynı kişiler olduğu bir istasyon var. Gelenlerin hiç gelmedigi, gidenlerin geri dönmediği bir istasyon,
dünyanın en büyük istasyonu bu.
iyileşmeyen yara yoktur.
Böyle dedim kendi kendime
Bilmek ne işe yarar, nasıl yaşandığını unuttuysanız eğer?
Bir türlü kendi kendime alışamıyordum. Bu ben, o kadar benden kopmuştu ki, eskiden var olup olmadığından bile emin değilken, nasıl yeniden alışabi­lirdim kendime? Önceki yaşamım? Daha önce bir yaşamım olmuş muydu? Sonraki yaşamım? Sonrası için, sonranın ne ol­duğunu öğrenmek için yaşıyor muydum? Gerçekliği ol­mayan bir şimdiki zamanda yüzüyordum.
şimdi öğrendiklerimi unutmayı öğrenmeliyim
görüyorum ki yoksa
Yaşamam imkansız.
Belki de bu insanların hiçbirinde hiçbir duygu kalmamıştı -katılaştıkça ve kendini kontrol ettikçe hissizleşiyor insan.
Yazdıklarımın doğruluğundan bugün artık emin değilim. Ama gerçek olduklanndan hiç kuşkum yok.
Yalvarırım
Bir şeyler yapın
Bir dans ögrenin
Bir adım
Unutmayalım Diye
Varlığınızı hak ettirecek
Derinizi ve tüylerinizi giyme hakkı verecek
Yürümeyi ve gülmeyi öğrenin
Çünkü çok aptalca olur yoksa
Sonunda bu kadar insan ölmüşken
Siz yaşıyorsanız eğer
Hayatta hiç bir şey ögrenmeden.
Utanı­yordum, ölümden korkmuş olmaktan utanıyordum.
Ona
ne kadar güzelsin dedim.
Her saniye daha da görünür hale gelen ölüm güzelleştiriyordu onu.
Doğru ,
Ölüm güzelleştirir insanı.
Fark ettiniz mi
bugünlerde ölüler
nasıl da genç ve kuvvetliler
bu sene cesetler.
Her geçen gün gençleşiyor
ölüm
bu sene
genç bir çocuk dün on dokuzunda yoktu bile.
Biliyorum hiçbir şey onun gibi güzelleştirmez bir canlıyı
çocukluğundaki yüzünü geri getirmez.
Ölümü güzelleştirmişti onu
üstünden geçen
gülümseyişine
gözlerine
yaşayan
çarpan yüreğine yapışan
her saniye daha güzeldi
ölümün güzelliği.
Güzel olduğu için daha da korkunçtu
daha da korkunçtu
daha genç ve daha güzel oldukları için hepsi
yanyana uzanmış
ebediyen güzel
ve kardeşçe
sıralanmış
başakları biçer gibi biçtiklerinde insanları taneleri olgun başak mevsiminde
yazın başkaldırma mevsiminde insanın insanları başaklar gibi yatırıyorlar
bakışları çeliğe karşı
göğüsleri açık
göğüsleri patlak yürekleri delik
ölümü seçmiş olanlar.

Buydu onu o kadar güzel kılan
seçmiş olmak
hayatını seçmiş, ölümünü seçmiş
ve önceden bakmış olmak.

unutacağım, bi­liyordum. çünkü nefes almaya devam edebilmekti unut­mak, hatırlamaya devam edebilmekti unutmak
Ölümün çoktan ele geçirdiği bedenlerinde hala yaşayan tek yerleri, yalvaran gözleriydi.
– Sen ne isteyeceksin?
– Ben mi? Hiç.
– Hiç mi?
– Hiç. Hiçbir şey. Sadece inanmak istiyorum. Emin olmak
Belleğimi kaybetmek, kendimi kaybetmek, kendim olmaktan çıkmak demekti.
Her şey ama her şey inanılmazdı, inanılmaz derecede tuhaftı. Bir düşte olduğumuz hissi, ama gerçek olduğundan emin oluşumuz ve ısrarlı bir düş.
Neşeden değildi el­bet ama bazen şarkı söylemekten başka yapacak hiçbir şey yoktur.
Neden, diye sormuyorduk çünkü yıllardan beri neden diye sorma alışkanlıgımızı kaybet­miştik ve başımıza gelen her şeyi soru sormadan kabul­leniyorduk.
Bize ait olmayan bu suratlarla biz bize kalmış­tık.
Hayat ve su dolu bitkiler gibi duruyoruz burada, büyümek ve yaşamak isteyen çiçekler gibiyiz ama, bizi yaşat­mayacaklarını düşünmeden edemiyorum.
Sadece fırınlardan yükselen dumanı görüyorduk. Bazen ateş o kadar güçlü oluyordu ki, bacalardan gökyüzüne doğru kocaman alevler fışkırıyordu. Bacalar, akşamları ufukta yüksek mutfak ocakları gibi bir kızıllık oluşturuyorlardı. Ama biz bunların ocak olmadığını biliyorduk. Bunların, içlerinde insanların yakıldığı fırınların bacaları olduğunu biliyor­duk. Burada, gece gündüz yakılan binlerce insanı dü­şünmemek, kendini iyi hissetmek mümkün değildi.
Gözümden yaş akmadı. Uzun, çok uzun süre oldu, gözlerimde yaş kalmayalı.
Tarihler? Ne önemi vardı ki tarihlerin, o günün cuma ya da cumartesi oluşunun, ya da bir şeyin yıldönümü olmasının?
Bilinçsiz ve aptallaşmış bir şekilde, artık hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şeyi algılaya­mıyordum.
Cehennemde
görmezsin arkadaşlarının öldüğünü
cehennemde
ölüm tehdit etmez
cehennemde
acıkmaz üşümezsin
cehennemde
beklemezsin
cehennemde
umut kalmamıştır
kanı çekilen yüreklerde.
Neden cehennem diyorsunuz ki, buraya.
Umutsuzlukla doluyordu içimiz, vaat edilen şey veril­mediğinde çocukları ağlatan o salak umutsuzlukla.
İçler acısı bir oyundu bu. Ama kimi kez, tüm bunların ne kadar saçma olduğunu bilenler bile, oyunun verdiği canlılığa kapılı­yorlardı.
Onlara olan kızgınlığımı kabul edemiyordum. Yaşayan herkese kızgındım. İçimin derinliklerinde, yaşayanları affettirecek bir dua bulamamıştım henüz.
İçimin derinliklerinde korkunç bir kayıtsızlık hissedi­yordum, kül olmuş bir yüreğin kayıtsızlığıydı bu.
Sevgimizi hep gözlerimizle söylüyorduk, du­daklarımızla değil.
Yalnız kalır kalmaz düşünmeye başlıyor insan: Neye yarıyor ki? Neden devam ediyorum? Neden bırakmıyorum?
Çünkü gözyaşlarımız süzülüyor yanakla­rımızdan, ağlamadığımız halde akıyor. Gözyaşlarımız, yorgunluk ve çaresizlikten akıyor. Ve bu ölü etlerimizin içinde, yaşıyormuşcasına acı çekiyoruz.
Çok hayal kuruyorduk. Durmadan düşlü­yorduk.
Susuzluk, kaşiflerin seyahatnamelerinde anlatılır hani, bilirsiniz, çocukluğumuzun kitaplarında. Çölde olur. Serap görür, ulaşılmaz vahalara doğru yürürler. Üç gün üç gece susuz kalırlar. Bu kitabın acıklı bölümüdür. Bu bölümün sonunda, fırtına yüzünden yollarda kaybolan yiyecek içecek kervanı gelir. Gezginlerimiz su tulumlarını yırtarak su içerler. Kana kana içerler ve susuzlukları geçer. Güneşin, ılık rüzgarın susuzluğudur bu. Çölün. Arka planda, kızıl kumda bir palmiye vardır. Bataklığın susuzluğu çölün susuzluğundan daha yakıcı oysa. Bataklığın susuzluğu haftalar sürüyor. Su tulumları gelmiyor. Bilinç tökezlemeye başlıyor. Bilinç, yerle bir oluyor susuzluktan. Bilinç her şeye direniyor, susuzluğa yeniliyor. Bataklıkta serap görülmüyor, vaha umudu yok. Çamur var, çamur. Çamur var ama su yok.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir