İçeriğe geç

Atlas Kitap Alıntıları – Jorge Luis Borges

Jorge Luis Borges kitaplarından Atlas kitap alıntıları sizlerle…

Atlas Kitap Alıntıları

&“&”

İnsanın görmemesi için ille de kör olması ya da gözlerinin kapalı olması gerekmez: Belleğimize kazıdığımız şeyleri görürüz…
Ona, gözle görülmeyen müzik verildi,
zamanın bir armağanı, zamanla son bulacak Güzellik verildi, yürekleri dağlayan bir güzellik. Aşk verildi, armağanların en korkuncu.

Ona, yeryüzündeki kadın güzelliklerinin tümünün bir olduğu bilgisi verildi.
Bir öğleden sonra Ay’ın ayırdına vardı,
Ay’la birlikte yıldızların simyasının.

Ona alçaklık verildi. Alçakgönüllülükle,
kılıcın işlediği suçları araştırdı,
Kartaca yıkıntılarını, Doğu’yla Batı arasındaki göğüs göğüse çarpışmayı.

Ona dil verildi, şu yalan.
Ten verildi, sonunda toprağa karışan.
Ürkünç bir karabasan verildi. Ve aynada Öteki yansıdı, bizi gözünde alıkoyan.

Zamanin devşirdiği kitaplar arasından birkaç sayfa bağışlandı ona;
Elea’dan bir kärşıtliklar yığınağı,
zamanın aşındıran rüzgârından sakınılmış.

İnsan sevgisinin yüce kanı
(bir Grek bu imgenin sikkesini basti) ödülüydü, adı bir kılıç olan ve gökyüzünden yeryüzüne edebiyatı indiren Biri’nden gelen.

Başka şeyler verildi, her birinin kendi adı vardı: küp, küre, piramit,
sonsuz kum, tahta,
ve insanlar arasında yürümek için bir gövde.

Her günün tadını çıkarmayı hak etti:
işte senin tarihin, tipki benim tarihim gibi.

Ne bir söylence, ne ağızdan çıkan bir söz; yalnızca gömülü kuşkuların suskun çığlıklarıyla erişebiliyor bize. Aylak düşgücümüzün ancak rastgele çoğaltabileceği kırık ve kutsal bir imge. Ona tapınanların yakarılarını bir daha hiç duymayacağız, onun adına düzenlenen kuttörenleri artık hiç bilemeyeceğiz.
Şu dünyayı mesken tutuşumuzun güzelim seyri içinde gezmedik yer bırakmadık..
&” Bilinmeyeni keşfetmek, yalnızca Sinbad’a, Kızıl Erik’e ya da Kopernik’e vergi değil. Her insan bir kaşiftir. Her insan, acıyı, tuzluyu, eğikliği, düzlüğü, sertliği, gökkuşağının yedi rengini, alfabenin yirmiden fazla harfini keşfetmekle başlar işe ; ardından yüzleri, haritaları, hayvanları, yıldızları keşfeder. Sonunda, ya kuşkuya erişir yada inanca, ama her seferinde hemen hiç şaşmayan tek bir sonuca, gerçekte ne kadar cahil olduğu sonucuna varır. &”
Çevremizde daralan acımasız çember, bir fırtınanın görkemidir,
yansımaların yansımaları, gölge ve uğultudur.
Altı ölçülü bir dizeyi kaç kez söyleyeceğine ilişkin bir sayı ayrılmış sana:
Bu sayıyı tüketeceksin ve yaşamayı sürdüreceksin.
Yüreğinin kaç kez atacağına ilişkin bir sayı ayrılmış sana: Bu sayıyı tüketeceksin ve o zaman öleceksin.
Yeryüzünde gizemli olmayan hiçbir şey yok,ama gizem bazı şeylerde öbürlerinde olduğundan daha belirgin: Denizde,yaşlıların gözlerinde,sarıda ve müzikte.
Her insan, acıyı, tuzluyu, eğikliği, düzlüğü,sertliği, gökkuşağının yedi rengini,alfabenin yirmiden fazla harfini keşfetmekle başlar işe; ardından yüzleri,haritaları,hayvanları,yıldızları keşfeder.
Sonunda, ya kuşkuya erişir ya da inanca; ama her seferinde hemen hiç şaşmayan tek bir sonuca,gerçekte ne kadar cahil olduğu sonucuna varır.
.
Dünyada gizemli olmayan hiçbir şey yoktur, ancak gizem bazı şeylerde diğerlerinden daha belirgindir :

Denizde, yaşlıların gözünde, sarı renkte ve müzikte.

.

..biz etten kemikten değil,en dolaysız eğretilemesi bir su olan zamandan,yavaş yavaş yitip gidenden yaratılmışız.
Şu yaz­dıklarımı yeniden okuyorum da, yeryüzündeki her şeyin be­ni bir alıntı ya da kitaba geri götürdüğünü -acı tatlı bir hü­zünle- görüyorum.
Uyanıkken, külrengi ya da maviye çalan, belli belirsiz, ışıltılı bir sisin ortasındayımdır hep.
..her şeyin, var­lığını, kendi varlığı içinde sürdürmek istediğini gözlemle­mişti: Kaplan, kaplan olmak ister; taş da, taş.
Biz, bu Kent"le ilgili hiçbir şey söyleyemiyoruz;
Flaubert de, düşmanlarının amansız olduğu dışında, söyle­yecek hiçbir şey bulamamıştı.
Yeryüzünde gizemli olmayan hiçbir şey yok, ama gizem bazı şeylerde öbürlerinde olduğundan daha belirgin:
Deniz­de, yaşlıların gözlerinde, sarıda ve müzikte..
Zaman ve zamanın savaşları, Tanrı’nın betimini silip süpürdü, ama Tanrı’nın öteki sureti, deniz, hala duruyor.
çünkü hiçbir mutluluk ya da acı yalnızca bedensel değildir; geçmiş her zaman araya girer, koşullar, şaşırtılar ve bilincin öteki bileşenleri de.
Ne bir söylence, ne ağzından çıkan bir söz; yalnızca, gömülü kuşakların suskun çığlıklarıyla erişiyor bize. Aylak düşgücümüzün ancak rast­gele çoğaltabileceği kırık ve kutsal bir imge.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Her söz, paylaşılmış bir yaşantıyı gerektirir.
Yeryüzündeki her şeyin beni bir alıntı ya da kitaba geri götürdüğünü -acıtatlı bir hüzünle- görüyorum.
Şu anda oradayım, takımyıldızları dolaşıp evrenin dilini öğrendiğiniz, artık şiir, güzellik ve aşkın bir akkorda kaynaştığını anladığınız yerdeyim, zamanın dışında düzmece bir zaman kuruyorum.
Bizim için zaman, içbükey ve koruyucuydu.
Yolculuğa çıkmadan, gözler kapalı, rastgele açardık atlası: bırakırdık, parmaklarımız, zorlu dağlar, duru denizleri, bize kol kanat geren büyülü adaları keşfetsin . Gerçeklik, kendi yalnızlığı içinde, birbirine çok benzeyen edebiyat, sanat ve çocukluk anılarımızın palimpseste’dir.
Le moment ou je parle est deja loin de moi.
Konuşmaya başladığım an, daha şimdiden uzak benden.
Bradley, şimdiki anın, bize doğru akmakta olan geleceğin , geçmişin bağrında parçalanıp dağıldığı an olduğuna inanır: başka bir deyişle, var olmak, yok olup gitmekte olan bir var oluştur.
Oscar Wilde, insanın, hayatının her anında, olmuş olduğu her şeye ve olacağı her şey olduğunu yazar.
Uyanıkken, külrengi ya da maviye çalan, belli belirsiz, ışıltılı bir sisin ortasındayımdır hep.
Her söz, paylaşılmış bir yaşantıyı gerektirir.
İster kadın olsun, ister erkek, birinin ötekinin kendi ilkörneği olduğunu düşünmesi için aşık olması yeterlidir.
Spinoza, her şeyin, varlığını, kendi varlığı içinde sürdürmek istediğini gözlemlemişti.
Söyleşinin izleği soyut. Zaman zaman söylencelerden, ikisinin de inanmadığı söylencelerden söz ediyorlar . İleri sürdükleri nedenler yanılgılarla dolu olabiliyor; bir sonuca vardıkları yok. Çatışmaya girmiyorla. İnandırmak ya da inandirilmak da istemiyorlar: Kazanmak ya da kaybetmek açısından bakmıyorlar işe. Tek bir noktada uzlaşıyorlar: Gerçeği bulmanın olanaksız yolunun tartışmak olduğunu biliyorlar. Söylence ve eğretilemeden arınmış, düşünüyor ya da düşünmeye çalışıyorlar.
Yeryüzünde gizemli olmayan hicbir şey yok, ama gizem bazı şeylerde öbürlerinde olduğundan daha belirgin: Deniz de, yaşlıların gözlerinde, sarıda ve müzikte.
Her insan, acıyı,tuzluyu , eğikliği, düzlüğü, sertliği, gökkuşağının yedi rengini, alfabenin yirmiden fazla harfini keşfetmekle başlar işe; ardından yüzleri , haritaları, hayvanları, yıldızları keşfeder. Sonunda, ya kuşkuya erişir ya da inanca; ama her seferinde hemen hiç şaşmayan tek bir sonuca, gerçekte ne kadar cahil olduğu sonucuna varır.
Var olmak, yok olup gitmekte olan bir oluştur
Piramit’in birkaç yüz metre ötesinde, eğilip bir avuç kum aldım, sonra biraz uzaklaşıp avucumdaki kumu yavaş yavaş yere boşalttım. Kendi kendime mırıldanıyordum: Sahra’yı değiştiriyorum. Eylem en aza indirgenmişti, ama pek de dahice sayılamayacak bu iki sözcük eksiksizdi; bu sözcükleri söyleyebilmem için koca bir hayatı yaşamış olmam gerektiğini düşündüm.
Daha şimdiden, şu anın özlemini duyacağım anın özlemini duyuyorum.
Şu yazdıklarımı yeniden okuyorum da, yeryüzündeki her şeyin beni bir alıntı ya da kitaba geri götürdüğünü -acıtatlı bir hüzünle- görüyorum.
Cenevre, başka kentlerin tersine, kendini dayatan bir kent değildir. Paris, Paris olduğunun farkındadır; ağırbaşlı Londra, Londra olduğunu bilir. Ama Cenevre, Cenevre olduğunun pek farkında değildir.
Altı ölçülü bir dizeyi kaç kez söyleyeceğine ilişkin bir sayı ayrılmış sana: Bu sayıyı tüketeceksin ve yaşamayı sürdüreceksin. Yüreğinin kaç kez atacağına ilişkin bir sayı ayrılmış sana: Bu sayıyı tüketeceksin ve o zaman öleceksin.
Söyleşinin izleği soyut. Zaman zaman söylencelerden, ikisinin de inanmadığı söylencelerden söz ediyorlar.

İleri sürdükleri nedenler yamlgllarla dolu olabiliyor; bir sonuca vardlklan yok.

Çatışmaya girmiyorlar. Inandırmak ya da inandırılmak da istemiyorlar: Kazanmak ya da kaybetmek açısından bakmıyorlar işe.

Tek bir noktada uzlaşıyorlar: Gerçegi bulmanın olanaksız olmayan yolunun tartışmak oldugunu biliyorlar.

Söylence ve eğretilemeden annmış, düşünüyor ya da düşünmeye çalışıyorlar.

Adlarını hiçbir zaman bilmeyeceğiz.

Yunanistan’ın bir yerinde, iki bilinmeyen arasındaki bu konuşma, Tarih’in ana olayıdır.

Yeryüzünde gizemli olmayan hiçbir şey yok, ama gizem bazı şeylerde öbürlerinde olduğundan daha belirgin: Denizde, yaşlıların gözlerinde, sarıda ve müzikte.
Adlar ve tarihler gereksiz. Dolaysızca duyumsadığımız yeterli, müzik dinliyormuşuzcasına.
Xul, karısına, elini tuttuğu sürece ölmeyeceğini söylemişti. Bir gece geç saatlerde karısı çok kısa bir süre ondan ayrılmak zorunda kaldı; döndüğünde, Xul ölmüştü.
Daha şimdiden, şu anın özlemini duyacağım anın özlemini duyuyorum.
Oscar Wilde’ın yapıtlarından, sonunda bize kalan tat nedir? Mutluluğun gizemli tadı.
Oscar Wilde, insanın, hayatının her anında, olmuş olduğu her şey ve olacağı her şey olduğunu yazar.
Şu yazdıklarımı yeniden okuyorum da, yeryüzündeki her şeyin beni bir alıntı ya da kitaba geri götürdüğünü -acıtatlı bir hüzünle-görüyorum.
Atlas bizim için neydi Borges? Yeryüzünün ruhundan doğmuş düşlerimizi zaman örgüsünde örtüştürmek için bir bahane.
Bradley, şimdiki anın, bize doğru akmakta olan geleceğin, geçmişin bağrında parçalanıp dağıldığı an olduğuna inanır; başka bir deyişle, var olmak, yok olup gitmekte olan bir var oluştur; ya da Boileau’nun özleme kapılmadan dediği gibi:

Le moment oiı je parle est dtjil loin de moi.

[Konuşmaya başladığım an, daha şimdiden uzak benden.]

Yeryüzünde gizemli olmayan hiçbir şey yok, ama gizem bazı şeylerde öbürlerinde olduğundan daha belirgin: denizde, yaşlıların gözlerinde, sarıda ve müzikte.
Zaman ve zamanım savaşları, Tanrının betimini silip süpürdü ama Tanrının öteki sureti, deniz, hala duruyor.
Ona dil verildi, şu yalan.
Ten verildi, sonunda toprağa karışan.
Ona gözle görülmeyen müzik verildi
Zamanın bir armağanı, zamanla son bulacak
(Putlar) …müze dedikleri bu yabancı yerde konuk edilmiş, sergilenmekte. Ne bir söylence, ne ağzından çıkan bir söz; yalnızca, gömülü kuşakların suskun çığlıklarıyla erişiyor bize. Aylak düşgücümüzün ancak rastgele çoğaltabileceği kırık ve kutsal bir imge. Ona tapınanların yakarılarını bir daha hiç duymayacağız, onun adına düzenlenen kuttörenleri artık hiç bilmeyeceğiz.
Hayattaki en basit şeyler, çoğu zaman bir nimet gibi gelir insana.
Uyurken, düşlerimde, ölülerle karşılaşır ya da konuşurum. Bunların hiçbiri beni hiç şaşırtmaz. Düşlerim hiçbir zaman şimdiki zamanda geçmez; hep geçmiş zaman…
bir meşe ağacı düşteki biçimlerinden daha gerçek değildir…
İster kadın olsun, ister erkek, birinin, ötekinin kendi ilkörneği olduğunu düşünmesi için âşık olması yeterlidir.
Spinoza, her şeyin, varlığını, kendi varlığı içinde sürdürmek istediğini gözlemlemişti: Kaplan, kaplan olmak ister; taş da, taş.
Anılarda kalan her şey hoştur, talihsizlikler bile.
Bu gezegendeki tüm kentler arasında, insanın yolculukları sırasında arayıp durduğu ve kendine yakıştırdığı onca değişik ve dost yer arasında, Cenevre mutluluk için en uygun kent olarak beni hep derinden etkilemiştir.
Yüreğinin kaç kez atacağına ilişkin bir sayı ayrılmış sana: Bu sayıyı tüketeceksin ve o zaman öleceksin.
Shakespeare ya da Kepler’in adını, beşikten mezara kaç kez söyleyeceğin belirsizdir, ama asla sonsuz değildir.
hiçbir mutluluk ya da acı yalnızca bedensel değildir; geçmiş her zaman araya girer, koşullar, şaşırtılar ve bilincin öteki bileşenleri de.
Her söz, paylaşılmış bir yaşantıyı gerektirir.
Yeryüzünde gizemli olmayan hiçbir şey yok, ama gizem bazı şeylerde öbürlerinde olduğundan daha belirgin: Denizde, yaşlıların gözlerinde, sarıda ve müzikte.
Ona dil verildi, şu yalan.
Ona, yeryüzündeki kadın güzelliklerinin
tümünün bir olduğu bilgisi verildi.
Sanırım, Türkiye’yle ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Acımasız bir ülke gelir aklımıza. Bu kavram, yazılı tarihin hem en acımasız hem de en az ilençlenmiş girişiminden, Haçlı Seferleri’nden kaynaklanır. Belki de aynı ölçüde bağnaz İslam nefretinden hiç de aşağı kalmayan Hıristiyan nefreti gelir aklımıza. Batı’da, Osmanlılar arasında büyük bir Türk adının bulunmadığından dem vururuz. Bize kalmış olan biricik ad, Muhteşem Süleyman’dır (e sola, in parte, vidi’l Saladino).
Bu gece kurt birbaşına bir gölge,
eşinin, dinmeyen soğuğun izini süren bir karaltı.
İskenderiyeli Plotinos, portresinin yapılmasına hiç yanaşmazmış. Gerekçe olarak da, kendisinin, kendi Platonik ilkörneğinin bir gölgesinden başka bir şey olmadığını, onun için portrenin de gölgenin gölgesinden başka bir şey olamayacağını gösterirmiş.
Bilinmeyeni keşfetmek, yalnızca Sinbad’a, Kızıl Erik’e ya da Kopemik’e vergi değil. Her insan bir kâşiftir. Her insan, acıyı, tuzluyu, eğikliği, düzlüğü, sertliği, gökkuşağının yedi rengini, alfabenin yirmiden fazla harfini keşfetmekle başlar işe; ardından yüzleri, haritaları, hayvanları, yıldızları keşfeder. Sonunda, ya kuşkuya erişir ya da inanca; ama her seferinde hemen hiç şaşmayan tek bir sonuca, gerçekte ne kadar cahil olduğu sonucuna vanr.
– (…) Neredeyse bedenlerimizi saran bir mutluluk.
Neredeyse diyorum, çünkü hiçbir mutluluk ya da acı yalnızca bedenî değildir; geçmiş her zaman araya girer, şartlar, şaşırtmalar ve şuurun öteki bileşenleri de…”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir