Melisa Kesmez kitaplarından Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz kitap alıntıları sizlerle…
Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz Kitap Alıntıları
Mutlulukları çok geliyordu bana. Kendime itiraf edemiyordum kolay kolay ama kesin buydu sebep. Hayatlarında iyi giden her şey, benim hayatımda kötü giden şeylerin altını çiziyordu.
Acilen kendimi yataktan atmazsam orada bir şey yetmezliğinden öleceğim. Kan ter içinde soluğu banyoda aldım. Aynaya baktım, aynada gördüğüm şeyi sevmedim. Kaçtım.
Zamanın dışında bir andı. Saatlere sığmayan, takvimlerle ölçülemeyen. Arada bir yerdeydik. Ne geçmiş ne gelecek görünüyordu oturduğumuz yerden..
“Erkekseniz teker teker gidin ulan!”
Ne boş soruydu bu Nasılsın? Cevabı ne kadar umurunda değildi soranın. Kafamı salladım, incecik güldüm. O kadar. Başka şeyler sorsunlardı bana. Nasıl olduğumu düşünmek istemiyordum artık. Merak da etmiyordum hani.
“Avcumun içinde yavru bir kuş gibisin. Kıpır kıpır bir hal var üzerinde. Kalacak gibi de gelsen bazen, o kadar belli ki, gideceksin.”
Sabah mutfaktan gelen tıkırtilarına uyandım, hamur kızartmış, bilirmiş gibi bana neyin iyi geleceğini 11 saatlik uykudan sonra. Mutfaktan emektar radyosunun sesi geliyor tatlı tatlı. Zeki Müren söylüyor, gözlerin doluyar gecelerime. Kalktım, yanına gittim, iyiyim. Ağır bir taşı indirmişim kalbimden sanki, hafiflemişim.
Bir alternatifi yoktu çünkü hayatımızın. Daha iyisi yoktu. Neyse oydu hayatım. Neysek oyduk.
Hayatlarında iyi giden her şey, benim hayatımda kötü giden şeylerin altını çiziyordu.
Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce, demiş ya şair, çok değil yarım saat sonra, bu sefer arkamdaydı bozkır.
Beni görünce “Hah! diyecekti, “geldin işte.” Güzel olacaktı her şey. Kavuşmak da vardı ha yatta. Sırf keder mi?
Telefonunu uzatıp “Evladım, gözlerim görmüyor, şu rehberden Arif’i siler misin? Öldü o,” dedi. Sildim. Yüzüme baktı kısacık Delip geçer gibi bakan ela gözleri, çizgi dudakları bir sürü şey anlattı birkaç saniyede. Telefonu aldığı gibi elimden, “Sağ olasın kızım,” deyip, ağzımı açmama fırsat vermeden arkasını döndü, kalabalığın arasına karıştı.
O kalabalık masadan kalkmış, iki hayalet gibi kapıdan dışarı sızıp sokağa atmışız kendimizi, kimse görmemiş. Kaçmışız hikayenin aslından. Kendi hikayemizi inşa etmeye koyulmuşuz iki korsan roman kahramanı gibi.
“En başından beri burnumuzun dibinde duran bir şeyi ıskaladık biz. Başım dönüyordu, Lakin her pozisyonu da gole çevirecek değiliz ya!
Genç Werther görse acır halimize. Öyle şelale duygularımız. Hormonlar damarlarımızda köpük köpük dolaşırken, Cemal Süreya’yı keşfetmişiz bir de. Sevda Sözleri. İnsanın ergenlikte kendine hiç acıması yok.
“Türkiye’nin üzerinde büyük oyunlar oynanıyor üstat, bunlar hep dış mihrakların işi”, “Geçen hafta pis yenildik ama önümüzdeki maçlara bakacağız artık”, “Yine kar geliyormuş”… Ağızlarından orijinal bir şey duyması zor, her sözleri alıntı.
Yoksunluğumuzu allayıp pulluyoruz aklımızın içinde, minik kağıtlara yazıyoruz kargacık burgacık, iyi geliyor. Gizliden gizliye seviyoruz üzülmeyi.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bizimkisi iki vurgun kalbin dayaruşmasıydı daha çok. Ben hayatı bir erkeğin gözünden görmeye yelteniyordum onunla. O da benden kadınların neden bu kadar anlaşılmaz olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Ama çuvallıyorduk sıklıkla.
Eter koklatılıp bayıltılmış ve hiç bilmediğim bir yere getirilip bırakılmış gibiyim. Eve dönmek istiyorum artık. Kendime dönmek.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Masadaki eşyalarırm toplamaya koyuldum. Kimseyle vedalaşmaya niyetli değilim. Sessizce gitmek istiyorum. Kimseye bir açıklama yapasım da yok.
Hayat işte. Evde hayal kuruyor, sonra sokağa çıkıyor ve hepsini tek tek gömüyorsun bir yerlere. Hayatın aklındakiyle alakası yok.
Kendimi güç bela yatak odasına taşıyıp sabah alelacele terk ettiğim yorgan-yastık-çarşaf yumağına karışıyorum. Bir çuval patates nasıl yaparsa bu yaptığımı, aynen öyle. Hayat dediğim şeyin karşılığında bu var; 3-4 saatlik bir pause.
Bu hayat, bir hayatsa bunun adı hala, bana göre değil. Aklımı oynatmak üzereyim. Bırakıyorum ben işi yazıp enter’a bastım.
Karşılıklı bir “her şey yolunda, iyiyim ben, merak etme” tiyatrosu oynuyoruz yarım yamalak gülümseyerek. Hakkında konuşmamak icap eden şeyler var, içimizi kemirse de sormamak lazım gelen sorular.
Arka planda annemden kalan eşyalar, önde bekar babamın omuzları düşük yalnızlığı. Yıllar sonra tüm detaylarıyla hatır layacağım bir resim bu.
Babamın bir kahraman değil de sıradan bir adam olduğunu fark ettiğim ilk an, onca hüzünlü hatıramız arasında, sanırım o andan başkası değil. Karşımda kılıcını yere indiriyor usulca babam, pelerinini çıkarıp sandalyenin üzerine atıyor. Sokakta gördüğüm sıradan adamlardan biri şimdi.
O kadar çok şey sığdı ki bu ömre, daha n’olsundu?
Korkarım biz de herkes gibi birbirimizin hayatından bir tuhaflık olarak geçip gideceğiz.
Perdenin bir ucu kornişten kurtulmuş, kendini asmış uzun elbiseli bir kadın gibi, boşlukta salınıyor.
Çıt diye kırılıyor iki insan. Bir vakit kaynadıkları yerden. Kimse duymuyor. Arabalar geçiyor sokaktan. Çocuklar koşuyor. Küfrediyor biri. Bir kadın camdan bağırıyor mahalle bakkalına: Kadir, iki ekmek! Tamam, abla! Hemen Pof diye bir torba iniyor gökten yolun ortasına, başka bir kadın her gün aynı saatte çöp torbasını atıveriyor mutfağın camından. Kimse duymuyor o incecik kırılma sesini, hayatın görültüsü patırtısı içinde. Bir tek ikisi.
Kitaplar, kedi, bir de ben. Bu kadardım.
Hani koltuğun ucuna oturursun her an kalkacak gibi, arkana yaslanıp rahat ettiremezsin ya kendini. Aynen öyle, her seferinde yeni bir hayatın ucuna oturdum ben de. Her an çekip gidecek gibi.
Hüzün kedilere işlemiyordu. Bir kez daha anladım. İnsanlar her şeyi çok abartıyordu.
Dedim ki: Kalbinin bir ucunu bir başkasınınkine teyellemek istiyor insan. Hepsi hepsi bu. Dedi ki: Yaşlanıyorsun.
Korkarım tozu yere inmeyecek hayatımın. Baksana, habire dörtnala atlar geçip duruyor üstünden.
İnsan uzak olunca eksik yerleri kendi tamamlıyor ya, ben onu kocaman yapmıştım içimde.
Çok olmuş biri bana gel demeyeli. Yoksa ben öyle bıyık altından iki gülüşe tav olacak kadın değilim ama olmuş bulunmuştum işte. Bir şey çağırıyordu bazen insanı, gidiyordu peşine, o kadar.
Saplanıp kaldım ona. Bir adım ötesi yok. Varsa uçurum. Bırakamıyorum. Onların durduğu yerden tek bir ayrılık kararıyla çözülecek basit bir sorun bu. Benim baktığım yerden uzun süredir katlandığım, çıkış yolunda defalarca kaybolduğum, içinde kalmaya kendimi kim bilir kaç kere ikna ettiğim, çok bilinmeyenli bir denklem.
Bazen tek başına bir cümle, dünyanın bütün yükünü alıyor insanın omuzundan.
dev bir devamlılık hatası gibiydim hayatımın ortasında
Hiçbir şeyin yokluğu varlığına denk değildi.
“Ankara’nın grisi iyi geliyordu bize.”
Yerinde durmadı ki hiç hayat. O dursa ben durmadım. Ne zaman evimdeyim hissi peyda olsa içimde, ani bir manevrayla başka bir yöne saptı hikayem.
“ İnsan aya da gitse bazı şeyleri farkında olmadan götürüyor yanında. Sen o yana bakmazken bavuluna gizlice sızıyor bir şeyler. Anason kokusu oluyor bu bazen, bazen bir Ahmet kaya şarkısı…”
Başkalarıyla görüşmezken o kadar kötü değildi hayat. Bir kıyasa gerek olmuyordu o zaman, kim kazandı, kim kaybetti, fark etmiyordu. Bir alternatifi yoktu çünkü hayatımızın. Daha iyisi yoktu. Neyse oydu hayatım. Neysek oyduk.
Gizliden gizliye seviyoruz üzülmeyi. Yeni mektuplar yazacak malzemeyi sağlıyor bize üzülmek. Genç Werther görse acır halimize.
Hayatta sahip olduğumuz iki kıymetli şey var. Biri zaman, diğeri enerji. İkisini de boşa harcamak konusunda birbirimizle yarışıyoruz.
Kadına 35’inden sonra bir hal geliyor, nasıl anlatmalı bilmem, incir çekirdeğini doldurmayacak şeylere üzüldüğün, kendini paraladığın zamanları kısmen geride bırakıyorsun. Nice hikâyenin peşinde kilometrelerce uzağa savrulduğun yerlerden geri getiriyorsun kendini. Ya da bunu yapabileceğine inanıyorsun ilk kez. Dalga geçmeyi öğreniyor her şeyi ciddiye alması öğütlenerek büyütülmüş kadın aklın.
“Ne kadar kaçarsan kaç, asla kaçamayacağın şeyler vardı.”
Kalacak gibi de gelsen bazen, o kadar belli ki, gideceksin.
Paslı bir kilitte boşuna döndürüyordum anahtarı. Kapı açılmıyordu. Onun kilidinin anahtarı ben değildim. Belki artık kimse değildi.
Uzun zamandır unuttuğum bir şeydi bana o gece olan. Adı ne bilmiyorum o şeyin. Aşk meşk, öyle bir şey değil. Başka bir şey. Canlı olduğunu hissetmek gibi. Uçabileceğine inanmak gibi. Yıllarca yerinden kıpırdamamış bir şeyi yerinden oynatmak gibi.
Çıt diye kırılıyor iki insan. Bir vakit kaynadıkları yerden. Kimse duymuyor.
Korkarım tozu yere inmeyecek hayatımın. Baksana, habire dörtnala atlar geçip duruyor üstünden.
Geçemiyordum ondan tarafa. Gel de demiyordu, git de, ben tam ortada, arafta, peşinden sürüklenip duruyordum.
Korkarım biz de herkes gibi birbirimizin hayatından bir tuhaflık olarak geçip gideceğiz.
Hayat işte. Evde hayal kuruyor, sonra sokağa çıkıyor ve hepsini tek tek gömüyorsun bir yerlere. Hayatın aklındakiyle alakası yok.
Karşılıklı bir her şey yolunda, iyiyim ben, merak etme tiyatrosu oynuyoruz yarım yamalak gülümseyerek. Hakkında konuşmamak icap eden şeyler var, içimizi kemirse de sormamak lazım gelen sorular.
‘Korkarım tozu yere inmeyecek hayatımın.Baksana,habire dörtnala atlar geçip duruyor üstünden.’
Korkarım biz de herkes gibi birbirimizin hayatından bir tuhaflık olarak geçip gideceğiz.
Hayatın aklındakiyle alakası yok.
Zamanın dışında bir andı. Saatlere sığmayan, takvimlerle ölçülemeyen. Arada bir yerdeydik. Ne geçmiş ne gelecek görünüyordu oturduğumuz yerden.
İçimden aile diye geçireceğim, mühim falan değil. Sosyologlar yanılıyor. Mühim olan annedir, o kadar.
Hayatlarında hep doğru ata oynamış kadınlar için her şey ne kolay. Benim gibi daha ilk yüz metrede kaybedeceği gayet aşikar, düz yolda yürümesini bile becererneyen atlara düşkün biri için hayat çok farklı bir yer.
Başkalarıyla görüşmezken o kadar kötü değildi hayat. Bir kıyasa gerek olmuyordu o zaman, kim kazandı, kim kaybetti, fark etmiyordu. Bir alternatifi yoktu çünkü hayatımızın. Daha iyisi
yoktu. Neyse oydu hayatım. Neysek oyduk.
yoktu. Neyse oydu hayatım. Neysek oyduk.
Kavuşmak mevzu bahis olduğunda lunapark
gibi olur yazıhaneler. Veda ise orada bulunmanın nedeni, bildiğin cenaze evi.
gibi olur yazıhaneler. Veda ise orada bulunmanın nedeni, bildiğin cenaze evi.
Merhabasız, vedasız geçti son birkaç yılım.
İyi de oldu şimdi düşününce. İnsan bazen başlamasa ya hiçbir şeye. Dursa öyle.
İyi de oldu şimdi düşününce. İnsan bazen başlamasa ya hiçbir şeye. Dursa öyle.
İnsanın ergenlikte kendine hiç acıması yok.
Gizliden gizliye seviyoruz üzülmeyi.
Dedim ki: Kalbinin bir ucunu bir başkasınınkine teyellemek istiyor insan. Hepsi hepsi bu.
Dedi ki: Yaşlanıyorsun.
Dedi ki: Yaşlanıyorsun.
Hayat dar alanda o kadar da çekilmez bir yer değil diye geçiriyorum içimden. Televizyon açmadıkça, gazete okumadıkça, o kadar da tatsız bir yer değil.
Ne boş soruydu bu Nasılsın? Cevabı ne kadar umrunda değildi soranın. Kafamı salladım, incecik güldüm. O kadar. Başka şeyler sorsunlardı bana. Nasıl olduğumu düşünmek istemiyordum artık. Merak da etmiyordum hani.
Galiba bir kez daha kimseden değil kendimden kaçmaya yeltenecektim.
her seferinde yeni bir hayatın ucuna oturdum ben de. Her an çekip gidecek gibi. Gibisi fazla, aslında hep biliyordum sanki zaten bir gün çekip gideceğimi. Bakma her seferinde bu son deyişime, hep bir huzursuz, bir rahatsızdım kök salmaya elimin bir türlü varmadığı hayatlarda.