İçeriğe geç

Ateizm Kitap Alıntıları – Volkan Gümüş

Volkan Gümüş kitaplarından Ateizm kitap alıntıları sizlerle…

Ateizm Kitap Alıntıları

Budizm’in kurucusu Siddharta Gotama’nın yirmi dokuz yaşındayken ihtişamlı bir hayatı bırakıp insanların neden acı çektiklerini ve sefalet yaşadıklarını ve bunun manevi çaresini araştırmak için yollara düşmüş olduğuna inanılmaktadır.
Teistler, Şayet ortada bir kötülük varsa, Tanrı da bunu engellemiyorsa, bu noktada Tanrı’nın bir bildiği olacaktır. tezini ileri sürmüşlerdir.
Tanrı her şeyi biliyorsa kötülüğü nasıl önleyeceğini bilir, eğer Tanrı her şeyi yapabilecek güçteyse kötülüğü önleyebilir, eğer Tanrı iyilik sahibi ise kötülüğü önlemek ister
Nietzsche’nin dine dayalı dünya görüşünü eleştirmesi sadece din düşmanlığı yaratmak için değil, insanlık için daha sağlıklı bir hayat aramasındandır.
Tanrı fikrinin kaynağı, insan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluk ve felaketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savunma mekanizmasıdır.
İnsan kendisinde görmeyi istediği, fakat bir türlü görmeyi başaramadığı nitelikleri kurgusal bir varlığa atfetmekte ve farkında olmadan onu Tanrı konumuna yükseltmektedir. Yani insanın Tanrı diye yaptığı şey kendisinin yüceltilmiş sıfatlarından başka bir şey değildir.
Farklı dini geleneklerde insanlara çocukluktan beri farklı inançların empoze edildiğini söyleyen Dawkins, öğretilen bu inançların hiçbir kanıta dayanmadığını söyler.
Dawkins, dindar insanların din ve tanrıları için öldüklerinin ve öldürdüklerinin göz önüne alınmasıyla ortaya çıkan zulüm tablosunun dinin faydalı olmadığının en açık göstergesi olduğunu öne sürer.
Yaşamın dostu olabilmek için Tanrı kurgusuna düşman olunması gerektiğini vurgulayan Nietzsche, Tanrı kurgusunun ölmesinin olumlu bir gelişme olduğunu, onun yerine yaratıcı, özgür, insani ve dünyevi ruhun oluşturulması gerektiğini savunur.
Tanrı var mı? isimli makalesinde, Russell aşağıdakileri söyler:
Eğer ben Dünya ve Mars arasında eliptik bir yörüngede Güneş’in etrafında dönen porselen bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı. Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayi insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü. Ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olaral görülür ve o kuşkuyu duyan kişi, yakınçağda bir ruh doktoruyla, daha önceki çağlardaysa bir Engizisyon yargıcıyla görüştürülürdü.
Sartre’e göre insanın özgürlüğü için Tanrı’nın yok olması gerekmektedir. Eğer Tanrı var ise insanın özü belirlenmiş ve dolayısıyla özgürlüğü elinden alınmış demektir.
Tanrı, ruh ve özgür irade sadece birer kurgusal sebep ve varlıktır. Günah, ceza, kurtuluş ve ölüm sonrası hayat diye bir şey yoktur. Bu tür bir söylem insanın inanç ve fikir dünyasını kontrol etmek ve onu arzu edilen biçimde yönlendirmek için kullanılan bir vasıtadır.
Nietzsche
Nietzsche, sahip olduğumuz bütün bilgi ve varlık anlayışlarımızın eleştirel bir tarzda gözden geçirilmesini istemiştir. Tanrı ve din düşüncesini içeren bütün geleneklere ve geçmişin bütün mutlak değerlerine bakıldığında görülecektir ki, iddia edildiği gibi ne evrensel bir ahlâkî değerler düzeneği, ne de salt iyi diye bir şey vardır.
D’Holbach düşüncesinde insanoğlunun sefalet ve bozukluğuna sebep olan temel neden Tanrı inancıdır. Doğayı yeteri kadar tanıyamamak, insanları mistik eğilimlere yöneltmiş, mutsuzlaştırmış ve ahlâkî bakımdan çökertmiştir. Eğer insanların ahlâkî bakımdan gelişmeleri ve mutluluklarını yeniden elde etmeleri isteniyorsa; onların tüm tanrı kavramlarından ve dinlerden, onların adını bile hatırlamayacak şekilde uzaklaştırılmaları temin edilmelidir.
Yeniçağ’ın Tanrı ile ilgili söylemleri bakımından öne çıkan ilk aktörlerden birisi hiç şüphesiz Thomas Hobbes’tur. Tanrı’yı açıkça inkâr etmeyen Hobbes, agnostik bir tavırla ruh, melek ve Tanrı’nın düşünülemeyeceğini, dolayısıyla kavranamayacağını iddia ediyordu.
Ateizm denilince dönemin iki ismi, Yahya b. İshak er-Ravendi ve Tabiat Felsefesi nin kurucusu sayılan Ebu Bekir Muhammed ibn-i Zekeriyya er-Razi öne çıkmaktadır.
Ateizm, bir kozmoteizm olarak da nitelendirilebilir. Çünkü ateizme göre evren yaratılmış değildir.
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Felsefi bir kavram olarak analiz edildiğinde ateizm; evreni yarattığı, yasalarını koyduğu, evrene bir şekilde müdahale ettiği kabul edilen doğaüstü bir varlığa ya da yaratıcıya inanmama olarak tarif edilir.
“Bu bağlamda, artık şu türden itirazlarda ileri sürülebilir. Bilgisizlik, güçsüzlük, zayıflık, yoksulluk gibi kusur ve eksikliklerin hikmeti nedir? Bilgiye, güce ve servete ihtiyaç duyan birinden bunları esirgemek zulüm değil midir? Bu eksiklikler bir yana, bakıma muhtaç birinin hayatı boyunca eziyet çekmesine, huzurunun kaçmasına neden olan bela, afet ve musibetleri Tanrı neden esirgemiyor?”
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
“Nietzsche aydınlanma düşüncesinin mantıksal sonuçlarını çıkartırken, aydınlanmanın silahı olan aklı en keskin bir biçimde kullanmış ve Tanrı’nın öldüğünü iddia etmiştir. Tanrı’nın ölümü karşısında, hümanizmin de bir anlamı olmadığını, Tanrı’nın yokluğunda, insanın metafiziksel bakımdan ilk ve temel olma iddiasının bir dayanağı olmadığını öne süren Nietzsche hümanizme karşı çıkarak, insanı tanrılaştıran, ona hayvani varoluşu aşma olanağı veren başarılarının temelinde, hakikatin değil de yanlış ve yanılsamanın bulunduğunu göstermeye çalışmıştır. Tanrı inancının zayıfladığı zaman insanlar Darwin’in öğretisine inanmaya başlıyorsa, ileride büyük savaşların ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu söylemiştir. Nietzsche, dinlerin hâkim fikri olan Tanrı fikrinin zayıfları korumak gibi zararlı ve tekamüle engel olduğunu söylemektedir. Tanrı fikrini benimsemeyen Nietzsche yine de çoktanrıcılığın tektanrıcılıktan daha sağlıklı olduğunu söylemiştir. Ona göre tektanricılık, insandaki çok yönlü hayat güçlerine uymaz. Çoktanrıcılık, ilkel olmasına rağmen bu bağlamda tektanrıcılıktan daha mantıklıdır. Çoktanrılar, ilkel insanın doğal yapısının her yönünü temsil eder. Nietzsche’ye göre tektanrıcılık, insanlığın karşılaştığı en büyük tehlikedir. Tektanrıcılık insandaki en doğal duyguları “kötü, günah , “dünyevi diye alçaltmış ve hayatı kirleterek, hakir görerek, gerçekleri yalana dönüştürmüştür. Nietzsche’nin dine dayalı dünya görüşünü eleştirmesi sadece din düşmanlığı yaratmak için değil, insanlık için daha sağlıklı bir hayat aramasındandır. Kendisi de Hristiyan idealine savaş açmasının sebebi, daha zinde ideallere yol açmak ve insana daha güzel yaşama şartları sağlamak olarak açıklamaktadır.”
“Nietzsche moral ve varoluşsal gerekçelerle Tanrı’nın varlığını reddetmiş ve insanın özgürlüğüne dikkat çekmiştir. Daha sonra dramatik bir üslupla Tanrı’nın öldüğünü ifade ederek ateizmini açıklamıştır. Tanrı öldü onu biz öldürdük diyen Nietzsche bu ifadesiyle tanrısız bir yaşam istediğini açığa vurmuştur. Tanrı’nın ölmesi de ona göre insan zihnindeki Tanrı kavramının yok edilmesi ve çıkarılıp atılması anlamına gelmektedir. Bu durumda insan, Nietzsche’ye göre özgürlüğünü ve onurunu yeniden kazanacak ve kendi özünü kendisi belirlemiş olacaktır. Ömer İpek, “Ateizmin Etik Boyutu ve Teizmin Verdiği Cevaplar adlı yüksek lisans tezinde, Nietzsche’nin ateizmine değinmiştir. Nietzsche’nin felsefedeki önemi, ilim ve ahlak değerleri hakkında tam anlamıyla en şiddetli tenkitleri yapmış olması ve kendine göre ahlak dışı bir ahlak felsefesi kurmak istemesidir. Nietzsche’nin amacı üstinsan potansiyeline sahip olanlar üzerinde sürü ahlakının egemenliğini kaldırmak yüksek insan olabileceklerin yolunu açmaktır.”
“Tanrı tasavvurunun ve din kavramının uygarlığın şekillenmesindeki olumlu etkilerini yadsıyan bir söylem içinde olan Freud, Tanrı kavramının gelecekte hiçbir işe yaramadığından dolayı bir önem ifade etmeyeceğini iddia etmektedir. Bir zamanlar karşı koyamadıkları tabiat karşısında çaresiz kalan insanların kendi kendilerine var ettikleri Tanrı, bilim ve teknolojinin ilerlemesi sonucu insanların gündeminden düşecek ve önemini yitirecektir. Onun boşalttığı yeri dolduracak olan tek şeyse bilimdir. Çağdaş varoluşçuluğun kaynaklarından biri olan ve ya- şamı hastalıklar içerisinde geçen Nietzsche dini reddetmiş, özllikle Hristiyanlığın Tanrı anlayışına ve bu anlayışın üzerine kurulan ahlaki yapıya karşı amansız bir mücadele vermiştir. Tanrı inancını içeren bütün gelenek ve değerlere eleştirel ve kuşkucu bir yaklaşım sergileyen Nietzsche, Tanrı’yı inanılmaya değer bir varlık olarak bulmamış, buna karşın nihilist (her türlü gerçek varlığı inkâr eden aşırı bireyselcilik) bir dünya görüşünü savunmuştur.”
“Lenin’e göre de din, daima ve her yerde, başkasının yararına devamlı çalışmayla, sefalet ve yalnızlıkla bunaltılmış halk kitleleri üzerine etki yapan ruhi baskının bir görünümüdür. Öbür dünyadaki en iyi bir hayata iman, sömürülen sınıfların sömürülene karşı yaptığı savaştaki güçsüzlükten kaçınılmaz bir şekilde doğuyor. Tanrılara, şeytanlara, mucizelere vs. inanç ise tabiata karşı yapılan savaştaki vahşiliğin güçsüzlüğünden doğuyordu. Hastaları üzerinde ortaya çıkan psikolojik rahatsızlıkları araştıran Freud, bu rahatsızlıkların kaynağında toplumun, mevcut kanunların, ailenin ve dinin baskısı olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre kişinin arzu ve istekleri bu baskılar sonucunda bastırılmış ve şuur altına itilmiştir. Şuur altına itilen ve tatmin edilmeyen bu arzu ve istekler de insan bünyesinde birtakım rahatsızlıklara yol açmış ve onları anormal davranışlara sevk etmiştir. Tanrı fikrinin kaynağı, nsan soyunun, çocukluk döneminde karşı karşıya kaldığı zorluk ve felaketler karşısında geliştirdiği zihinsel bir savùnma mekanizmasıdır. Bundan dolayı din, Freud’un nazarında “nürotik bir kalıntıdan ibarettir.”
“Marksistler Tanrı’nın olmadığının bilimsel delilini kabul etmeyi iddia ediyorlar. Onlar, üstün bir varlığa inancın nasıl olduğunu ve geliştiğini psikoloji, daha ziyade tarih, sosyoloji ve ekonomi ile ispat ediyorlar. Marksist ateizmin ilkesi zihni bir düzen değildir; o insanî ve tutkusal bir düzendir. Marksizm dinler ve modern kiliseleri, her çeşit dini organizasyonları işletmeyi yasaklamaya ve işçi sınıfını şaşkına çevirmeye yarayan burjuva tepkisinin organları olarak düşünür. Sosyolojik teorinin teorisyeni Emile Dukheim’e göre, günümüzün kompleks ve karmaşık dinlerini anlamak ve sağlıklı bir tahlilini yapabilmek için, dinin ulaşılabilen en ilkel evresinden bugünkü gelişmiş dönemine gelinceye kadar geçirdiği evrimi incelemeliyiz. Ona göre bir dinin ilkel olabilmesi için şu iki koşulu taşıması gerekmektedir. Bu koşullardan birincisi, o dinin sosyal örgütlenme bakımından daha yalının bulunmasının imkansız olduğu bir sosyal ortamda doğması ve ikincisi ise bu dinin ve öğelerinin en yalın olması gerekmektedir.”
“Din, bunalmış mahlukun iç çekişi, merhametsiz bir dünyanın ruhu ve aynı zamanda akılsız bir çağın aklıdır. Din halkın afyonudur.”
“Marx’a göre üretim gücünün burjuvazinin (burjuva sınıfi) elinden alınması göründüğü kadar kolay değildir. Çünkü onların ellerinde çok güçlü silahlar bulunmaktadır. Bunlardan birisi de dindir. Dolayısıyla toplumda insanların ezilmesi ve sömürülmesi için bir araç olarak kullanılan dinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü din bir tür uyuşturucu görevini yapmaktadır. Din ortadan kaldırılırken de, insana en yüce değerin kendisi olduğu öğretilmeli ve böylece özgürlüğe kavuşması sağlanmalıdır. Marx’ın her dinin eleştirisinde takip ettiği amaç, insanı tüm köleliklerden, bütün yabancılaşmalardan kurtarmak, onu bizzat kendi kılmak, onu diğerleriyle ve tabiatla barıştırmak şeklindedir. Marx dine uyuşturucu rolü verirken, insanlık tecrübesini bir tek teoriyle izah etmeye kalkışmış insanın bütün ideallerini, kişiliğini, inancını, davranışlarını, karakterini onun maddi yapısına indirgemiştir. Tarihe de bu gözle bakmış ve olup biten her şeyin arkasında da maddi (ekonomik) gerekçeleri aramıştır.”
“Hayata bakışlarının her alanında evrimsel bakış açısına sahip olan yeni ateistler, ahlak konusuna da evrimsel bir çerçevede yaklaşırlar. Yani nasıl biyolojik olarak evrimleşme söz konusu ise toplumsal olarak bir diğer deyişle ahlaki olarak da evrimleşme söz konusudur. Hatta iki evrimleşme arasında sıkı bir bağ vardır. Şöyle ki biyolojik hayatta kalma savaşı içerisinde doğal seçilim süzgecinden geçmek zorunda olan insanlar, toplumsal yönlerini geliştirerek bazı davranışsal kalıplara sahip olmuşlardır. Mesela akraba genleri taşıyan toplumlar, kendi genlerinin yaşamasını sağlamak için yardımlaşmak zorundadır. Dawkins bencil gen teorisi ile bu durumu gayet açıkça belirtir. Bencilliğin karşısına koyduğu iyiliğin neden gerçekte olmadığını açıklarken dört madde sayarak ahlaka bakış açısını sergiler ve doğal seçilim filtresinden geçen her bireyin bencil olması gerektiği ilkesi gereğince iyilik denen şeyin yokluğunu ve bize iyi gibi gelen davranışların altında bencil tutumumuz yattığını savunur. Bunlardan ilki akrabalık bağlarıdır. İkincisi yapılan iyiliğe karşı iyilik beklemektir. Böylece aslında karşılıksız bir iyilikte bulunmamış ve bencilce davranmışızdır. Üçüncüsü ise iyi olarak ün yapmanın yararlarından faydalanmaktır. Sonuncusu ise iyi davranışlarda bulunarak eşsiz bir kişiliğe sahip bir görüntü sergilemektir. Aslında Dawkins’in bu görüşünün temeli, doğal seçilim sürecinde hayatta kalmanın zihinsel ve ahlaki işmişliğe bağlı olduğunu ileri süren Wallace’nin evrimsel ahlak görüşüne dayanır.”
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
“Sonuçta bu görüşlerini John Adams’tan alıntıladığı “Bu dünya olası dünyaların en iyisi olabilirdi, tabii içinde din olmasaydı sözüyle özetler. Bu demektir ki laik dünya görüşünde hiçbir faydası olmadığını düşündüğü dine kesinlikle yer olmamalıdır. Dawkins’in ortaya koyduğu bu tabloya dışarıdan bakıldığında aslında haksız olduğunu söylemek zordur. Tarihte din adına birçok savaş meydana gelmekle birlikte, günümüze bakacak olursak, her ne kadar ekonomik sebeplerle savaşların ortaya çıktığı söylense de dini unsurların bunda etkili olduğu göz ardı edilmemelidir. Sadece üç büyük din olarak nitelenen dinler değil, irili ufaklı bütün dinlerin içerisinde hakikat ve kurtuluş yolu olarak dışlayıcı bir tavır vardır. Bu tavır dinlerin genel ve olağan tutumudur. Ancak hakikat ve kurtuluş açısından kendi değerini ortaya koyan dinlerin, ölümlerin veya kötü olayların doğrudan sebebi olduğu sonucuna varmak kolaya kaçmak olacaktır. Çünkü asıl sorun bu dinlerin bünyesindeki insanların sahip olduğu dini inancı yaymak ve korumak içgüdüsüyle gerektiğinde rakip olarak gördüklerini öldüre bileceği düşüncesidir. Dawkins, bir şeye inanmak için bilimin ikna edici kanıtları kullandığını belirttikten sonra bir şeye inanmak için yanlış olan üç sebep sayar. Bunlar; gelenek, otorite ve vahiydir. Öncelikle farklı dini geleneklerde insanlara çocukluktan beri farklı inançların empoze edildiğini söyleyen Dawkins, öğretilen bu inançların hiçbir kanıta dayanmadığını soyler. Çocuklar küçük yaştan itibaren Hristiyan, Müslüman veya farklı bir din mensubu olarak yetiştirilmektedir. Kısaca gelenek denen şeyde inançlar kuşaktan kuşağa miras kalmaktadır. Ve bu gelenekler içerisindeki farklı mezhepler çocuklara farklı inançlar empoze etmektedirler. Yani genelden özele gittikçe farklılaşma artar.”
“Dawkins’e göre insanlığa karşı suç niteliği taşıyan dinler savaşlar, cinayetler ve terörün ortaya çıkmasında ana etkendir. Çünkü bu dinler insanları onlar ve biz olarak ikiye ayırmaktadır. Kısaca tarihteki en kışkırtıcı düşman etiketleme unsuru dinlerdir. O, bu düşüncelerini güncel örneklerle temellendirir. Mesela yakın tarihte meydana gelen Nazi katliamı, Yahudi devletinin kurulması ve Müslümanlara yönelik yıkıcı politikalar tamamen bu dini bakış açısının ürünüdür. Ayrıca geçmişte meydana gelen haçlı seferleri, engizisyon gibi olayların sebebi de dindir. Dolayısıyla onun ulaştığı sonuç dinlerin gereksiz olduğudur. Çünkü ölümler onlar aracılığıyla meydana gelmektedir.”
“Modern dönemde ateizmin yayılmasında ve taraftar bulmasında rol oynayan iki önemli düşünür daha vardır. Bunlar Nietzsche ve Sartre’dır. Kendi kültürlerine karşı isyankâr bir ruh yapısına sahip olan bu düşünürler birtakım duygusal, moral ve varoluşsal gerekçelerle Tanrı’yı reddetmiş, geleneksel (dini ve ahlaki) bütün değerleri yıkarak insanın özgürlüğüne dikkat çekmeye çalışmışlardır. Söz konusu düşünürler özellikle Hristiyanlığın Tanrı anlayışına ve bu anlayış üzerine kurulan ahlaki yapıya karşı amansız bir mücadele vermiş ve inançsız yaşamayı ilke edinmişlerdir. Bu düşünürlere göre Hristiyan ahlakı da insanı küçültmüş ve özgürlüğünü kaybettirmiştir.”
“Ateizm Söz konusu ateizm biçimine göre, Tanrı’nın yokluğu epistemolojik ve/veya bilimsel bağlamda bilinebilir ve kanıtlanabilir. Burada epistemolojik ve/ veya bilimsel bir temel üzerinden ontolojik bir iddia ortaya konmakta ve Tanri’nın var olmadığı, yani yok olduğu ve bunun bilinebileceği savunulmaktadır. Aslında felsefe tarihinde köşe taşı olarak nitelendirebileceğimiz önde gelen filozoflar içinde bu tezi savunan bir filozof bulunmamaktadır. Evren sadece maddeden oluştuğu için, Tanrı olduğu iddia edilen şey de, ta- nımı gereği maddeden oluşmadığı için, Tanrı’nın yar olmadığı tezi, epistemolojik ve bilimsel bağlamda, doğruluk değeri taşıyan bir bilgi önermesi olarak ortaya konabilir.”
“George Smith’in gruplandırmasına göre ateizmin “zayif ateizm (veya negatif ateizm) ve “güçlü ateizm (veya pozitif ateizm) şeklinde iki çeşidi mevcuttur. Zayıf ateizm, Tanrı’nın var olduğunu prensip olarak mümkün görmekle birlikte, var olduğuna dair hiçbir gerekçenin olmadığı düşüncesiyle Tanrı’yı reddeder. Güçlü ateizm ise Tanrı’nın var oluşunu, Tanrı olgusunun geçerli ve yeterli bir şekilde tanımlanmadığı, anlamsız olduğu ve içinde çelişkiler taşıdığı gibi gerekçelerle mümkün görmez. Zayıf (negatif) ateizmde herhangi bir iddia yoktur ama bir ret vardır. Güçlü (pozitif) ateizmde ise hem ret, hem de karşıt bir iddia vardır. Pozitif ateistin düşüncesine göre Tanrı’nın var olması mümkün değildir.”
“Söz konusu ateizm, dünyadaki ve yaşamdaki kötülüklerin ve acıların varlığı üzerinden Tanrı’nın yokluğunu veya Tanrı’nın varlığına dair kuşkuyu ortaya koyar. Burada, tektanrıcılığın yaygınlaşmasından önce antik Yunan’da Epikür tarafından geliştirilen ve daha sonraki yüzyıllarda ateizme gerekçe oluşturan kötülük sorunu temel alınmaktadır. Epikür, tanrının/tanrıların varlığıyla kötülüklerin varlığının bağdaşmadığını, tanrı/tanrılar varsa ve bu tanrı/tanrılar güçlüyse, kötülükleri engellemeleri gerektiğini, eğer güçleri yetmediği için kötülük varsa, o zaman tanrının/tanrıların zayıf olduğu sonucunun çıkacağını, eğer tanrı/tanrılar güçlü oldukları halde kötülükleri engellemiyorlarsa, o zaman tanrı/tanrıların kötü oldukları sonucunun çıkacağını savunmuştur. Hume bu sorunu tektanrıcılık bağlamında ele alır ve Tanrı’nın tanımı gereği mutlak iyilik ve mutlak güç içerdiğini, ancak yeryüzündeki kötülüklerin, acıların haksızlıkların, sefilliklerin gerçekliği dikkate alındığında, Tanr’nın varlığına yönelik bir kuşkunun kaçınılmaz olduğunu vurgular.”
“Feuerbach yaşamının ilk yıllarında Tanrı’ya inandığı halde daha sonraları Hıristiyanlığı eleştirerek dinden kopmuş bir filozoftur. Kilisenin Tanrı kavramına şiddetle karşı çıkmış buna karşın düşüncesinde insana büyük yer vermiştir. Büyük bir ihtimalle de Hıristiyanlığın Tanrı imajının etkisinde kalarak Tanrı kavramıyla insan doğası arasında bir ilişki kurmuş ve bu ilişkinin sonucu olarak insan zihnindeki Tanrı kavramının yapaylığından söz etmiştir. Feuerbach’a göre Tanrı kavramı insanın kendi doğasını dışarnya yansıtması sonucu oluşmuştur. O’na göre insanın Tann’nın varlığına inanması, bir anlamda kendi benliğini yalanlaması, özüne yabancılaşması ve fakirleşmesi anlamına gelecektir. Çünkű bu durumda insan kendi değerlerini bir başkasına vermektedir. Feuerbach’a göre esas olan insanın kendisi ve kendí varlığıdır.”
“Ateist egzistansiyalistlerden olan ve görüşleri Sartre ile birçok noktada benzerlikler gösteren Albert Camus’a göre ise yeryüzünde tek bir gerçek vardır ki, o da absürttür. İnsan yeryüzüne meçhul güçler tarafıindan firlatılmıştır. İnsan bilincinin dünyadan beklentileri ve dünyada görmek istediği düzen ile, dünyanın insanın istekleri karşısındaki susuşu ve istenilen düzenden mahrum oluşu, dünyayı ve hayatı anlamsızlaştırmakta, absürt kılmaktadır. Bu absürtlük karşısında insanın ortaya koyabileceği tavırlar; ölüm (intihar), umut veya başkaldırıdır. Ölüm (intihar) absürdü bir reddediş, ona karşı bir mücadele değil, aksine onu bir kabulleniş olduğu için o bir kurtuluş yolu değildir. Aynı şekilde dine ve Tanrı’ya sarılmak ve öte dünyaya bel bağlayarak umut etmek de absürtten bir kurtuluş değildir. Kötülüklerin, felaketlerin olduğu absürt bir dünyada insanın çaresizliğinin asıl nedeni Tanrı inancıdır. Bu durumda insan için geriye tek alternatif yol kalmaktadır ki, o da başkaldırıdır. İnsan ancak, hem metafiziksel hem de tarihsel başkaldırı sayesinde absürdü aşabilir ve özgürlüğüne kavuşarak hayatını anlamlandırabilir. İnsanın özgürlüğe mahkûm oluşu buradan kaynaklanır. Tanrı fikri insanın idrak gücünü ve tecrübe sınırlarını aşan bir fikirdir. Bundan dolayı bu fikrin bir anlamı yoktur. Anlamsız bir fikrin insanın hürriyeti ve kötülük problemi ile bağdaşması da bu anlamda mümkün değildir. Tanrı’ya inanan ve öte dünyaya bel bağlayan insanlar aslında bu dünyaya karşı günah işlemektedirler. Çünkü hayata karşı işlenen bir günah varsa; o da, bu dünyadan umudu kesmekten çok, bir Tanrı’ya inanarak başka bir dünyayı umut etmektir.”
“Tanrı’nın varlığını kabul etmeme noktasında yirminci yüzyıl sistemli ve iddialı birçok enstrümanın geliştirildiği dönem olarak ön plana çıkmıştır. Bu yüzyılda Friedrich Nietzsche, Albert Camus ve Jean Paul Sartre gibi filozoflar da egzistansiyalist bir tavırla ve ahlaki birtakım gerekçelerle Tanrı inancını eleştirmişler ve reddetme yoluna gitmişlerdir. Dini ve ahlaki bütün değerlerle mücadele ederek insanın özgürlüğüne dikkat çekmeye çalışan ve hayatı boyunca pratikte ateistçe yaşamayı kendisine ilke edinen Nietzsche, sahip olduğumuz ‘bütün bilgi ve varlık anlayışlarımızın eleştirel bir tarzda gözden geçirilmesini istemiştir. Tanrı ve din düşüncesini içeren bütün geleneklere ve geçmişin bütün mutlak değerlerine bakıldığında görülecektir ki, iddia edildiği gibi ne evrensel bir ahlaki değerler düzeneği, ne de. salt iyi diye bir şey vardır. Tanrı, ruh ve özgür irade sadece birer kurgusal sebep ve varlıktır. Günah, ceza, kurtuluş ve ölüm sonrası hayat diye bir şey yoktur. Bu tür bir söylem insanın inanç ve fikir dünyasını kontrol etmek ve onu arzu edilen biçimde yönlendirmek için kullanılan bir vasıtadır. Nietzsche’ye göre, Tanrı inancı ve fikri insan zihninden ve kalbinden çıkartıldığında insan ancak o zaman özgürlüğünü ve onurunu yeniden elde etmiş olacak ve kendi özünü yine kendisi belirleme imkânına kavuşacaktır.”
“Fakat meseleleri ele alış ve izah ediş biçimleri dolayısıyla farklılık göstermişlerdir. Bununla birlikte ateizm deni- lince dönemin iki ismi, Yahya b. İshak er-Ravendi ve Tabiat Felsefesi nin kurucusu sayılan Ebu Bekir Muhammed ibn-i Zekeriyya erRazi öne çıkmaktadır. Bu düşünürler esasta vahyi, peygamberliği ve mucizeyi kabul etmiyorlardı. Fakat doğrudan Tanrı’yı reddetmedikleri için ateist olup olmadıkları konusunda çok net ve belirgin bir bilgi mevcut değildir. Tanrı’nın varlığına pasif bir şekilde imkân tanımaları dolayısıyla, ateist olmaktan çok deist olarak kabul edilebilecekleri ile ilgili görüşler ağırlıktadır. Yeniçağ’la birlikte insanı merkeze alan, daha doğrusu felsefe, inanç ve düşünceyi insan merkezli bir zemin üzerinden geliştiren anlayış hâkim olmaya başladı. Bu dönemde bilimden sanata, kültürden inanca her alanda insan merkezci, hümanist bir anlayışın yükselişi söz konusuydu. Bu anlayışın mevcut klasik Tanrı anlayışına ve inancına karşı da tavır geliştirmiş olduğu yadsınamaz bir gerçektir.”
“Ortaçağ’da felsefi anlamda ateizm yaygın değildir ve vaygın olmayışının iki temel nedeni vardır. Bunlardan ilki Kilise’nin baskısı; diğeri ise yine bu baskıcı tutumun yönlendirmesi ve ikameci tavrı yüzünden ateizmin ortaya çıkacağı düşünsel bir boşluğun bulunmamasıdır. Ortaçağ denilen uzun zaman dilimi, dinsel inanış, bilimsel düşünüş ve sosyal yaşayış gibi hayatın her alanında ve aşamasında Hristiyanlık öğretilerinin ve kilisenin, hâkim ve tek otorite olarak kabul edildiği dönemdir. Bu dönemde sadece Kilise’nin hâkimiyetinden ve otoritesinden dolayı değil, aynı zamanda çok güçlü teistik düşünce ekollerinin bulunmasından dolayı da ateizm güçlenme ve yayılma olanağı bulamamıştır. Dolayısıyla bu dönemde fikirleriyle ön planda olan Augustinus, Anselmus ve Aquinolu Thomas gibi isimler doğal olarak teistik gelenek içerisinden çıkmıştır.”
“Sokrates’in savunması buna güzel bir örnektir. Onun ölüm cezasına çarpıtılma nedenlerinden birisi de toplumun benimsemiş olduğu geleneksel Tanrı anlayışına karşı çıktığı ve gençlerin ahlakını bozduğu şeklindeydi. Yine, güneşi dört atlı arabasının üstünde Apollon’un çekmediğini söyleyen Anaxagoras’ın ateistlikle itham edilmesi ve bir rahip tarafından ateist olmakla suçlanan Aristoteles’in Atina’yı terk etmek zorunda kalışı o dönemin hem din ve Tanrı inancını, hem de ateizm anlayışını açıklayıcı niteliktedir.”
“Ateizmin tarihsel arka planına göz atılacak olursak, teknik olarak onun tarihinin Tanrı’nın varlığını kabul eden inancın tarihi kadar olmasa da, çok gerilere gittiğini görmek zor olmayacaktır. Bununla birlikte, ister geniş anlamda her hangi bir Tanrı anlayışına karşı inançsızlık olarak, isterse felsefi bir anlamda teizmin reddi olarak alınsın, ateizmin tarihçesinin düşünce tarihinde ana hatlarıyla İlkçağ, Yeni çağ ve Modern Çağ olmak üzere üç dönemde ele alınabileceğini söylemek mümkündür.”
“Bir başka ateizm anlayışı ise teorik ateizmdir. Bu görüş basit olarak Tanrı’nın varlığını reddetmek olarak tanımlanmıştır. Fakat Tanrı’nın varlığını reddetmenin yanında bir takım deliller ortaya koyarak, teizm inancıyla ilgili iddiaları çürütüp eleştirme yoluna gitmişlerdir. Teorik ateistlerin bir takım tezler ortaya koyması, teistlerin, ateizmi tepkisel bir düşünce olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü teistlere göre Tanrı zaten vardır, reddedilmesi mümkün değildir. Bu açıdan ateistler gerekçesiz olarak Tanrı’nın varlığını reddetmeleri durumunda teistik açıdan dogmatik duruma düşmüş olacaklardır. Klasik anlamda büyük teistik dinlerin tanrisını inkâr ateizm olarak değerlendirilse de, çağrıştırdığı anlam bazen bunun ötesine geçebilmektedir. İnanç sistemi içerisinde değerlendirilebilecek her türlü mistik tanrı anlayışları (Dinka ve Nuer gibi Afrika inançları), antropomorfik tanrı inançları (klasik Yunan ve Roma tanrıları) ve transandantal bağlanışa kaynaklık eden inançların (Hinduism ve Budism) inkârı da ateizm kapsamında değerlendirilir. Bu bağlamda sadece tek tanrı değil, değişik isim ve betimlemelerle takdim edilen tanrıların reddi de söz konusu olabilmektedir. Aynı şekilde kimi zaman büyük teistik din mensupları, kendi tanrı anlayışları ile örtüşmediği gerekçesiyle bir diğer din mensubunu tanrıtanımazlıkla itham edebildiği gibi, bazen aynı din mensupları arasında yorum farkından kaynaklanan bu tip ithamlara rastlamak da mümkün olabilmiştir.”
“Türkçe perspektifinde değerlendirildiğinde ateizm Türkçeye ait orijinal bir kavram olmadığı görülür. Ateizm Türkçeye sonradan dâhil olmuş, ithal bir kavramdır. Dilimizde ateizm yerine daha çok “ilhad, “zındıklık , “dehrîlik ve son zamanlarda yaygınlık kazanan “tanrıtanımazlık gibi terimler kullanılmaktadır. Ateizm kavramının genel olarak Tanrı inancına sahip olmayan şeklinde yapılan tanımının dışında ayrıntılı olarak incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Genel ateizm tanımının dışında bazı ateistlere göre ateizm; Tanrı’yı reddetmekten ziyade, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. İnsan doğuştan Tanrı düşüncesine sahip olmadığı için inkâr edecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu görüşe göre ateist Tanrı’nın varlığını inkâr etmemeli, “Tanrı yoktur demeye ihtiyaç duymamalıdır. Çünkü zaten Tanrı’nın varlığı ispat edilememiştir. Hiçbir şekilde Tanrı düşüncesine sahip olmayan ve salt ateizmi benimseyip, temellendirmeye çalışan bu düşünceye “mutlak ateizm denilmiş, bu görüşü benimseyenler ise mutlak ateist olarak isimlendirilmiştir.”
Russel Tanrı-alem münasebeti konusunda Tanrı ile alem ve insan arasında herhangi bir münasebetin bulunmadığını öne sürmüştür. O Tanrı’nın yokluğunu öne sürmediğini ve en azından Tanrı’nın yokluğunun ispatınamayacağını kabul ettiğinden dolayı felsefi açıdan ve filozof olarak kendini agnostik ama sıradan bir insan olarak Tanrı’ya inanması söz konusu olduğunda ise ateist olduğunu belirtmiştir.
Feuerbach’ın antropolojik teorisine göre Tanrı, insanın ulaşmayı isteyip de bir türlü ulaşamadığı arzu, istek ve ideallerinin yansıtıldığı hayali bir varlıktan başka bir şey değildir.
Agnostisizm, Tanrı’nın varlığına inanmakla yok olduğuna inanmak arasında bir kararsızlık halini değil, Tanrı’nın varlığı veya yokluğuna dair bilginin epistemolojik statüsüyle ilgili bir tutumdur.
John Adams, Bu dünya olası dünyaların en iyisi olabilirdi, tabii içinde din olmasaydı.
Dawkins’ e göre insanlığa karşı suç niteliği taşıyan dinler; savaşlar, cinayetler ve terörün ortaya çıkmasında ana etkenlerdendir. Çünkü bu dinler insanları onlar ve bizler olarak ikiye ayrılmaktadır. Kısaca tarihte en kışkırtıcı düşman etiketleme unsuru dinlerdi.
Freud’a göre Bütün dini doktrinler, insanın arzularından ve gerçekleşmesi imkansız olan hayali birer yanılgıdır. İnsanlığın en eski ve en güçlü arzusu olan din yine insanın Evrensel nevrozu, çocuksu ve nevrotik bir yanılgısıdır.
Marx’a göre din de, sömürü düzeninin devamını sağlayan bir araçtır. Merkezinde Tanrı kavramı olan din halkın afyonu ve uyuşturucusudur. Din, insanlar için bir mutluluk vaadi ile ortaya çıkmıştır, ancak üstyapının ekonomik temellerini anlayamadığı için, metafizik paradigmalarla hareket ettiği için ve genellikle fiilen de, hem feodalizm hem de kapitalizm döneminde sömürücü güçlerle işbirliği halinde olduğu için vadettiği mutluluk hayali bir mutluluktur, vadettiği mutluluk bir illüzyondur.
Tanrı’nın varlığını iddia edenler de yokluğunu kanıtlamaya çalışanlar da yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü her ikisi de fiziki alemin dışına ait tartışmalara girmiş ve boş şeyler konuşmuşlardır.
Agnostik ateistler, herhangi bir tanrıya ve tanrısallığa inanmadıkları için hem ateist, aynı zamanda kessin olarak herhangi bir tanrının var olup olmadığını bildiklerini iddia etmedikleri için de agnostiktir.
Sartre’a göre insanın özgürlüğü için Tanrı’nın yok olması gerekmektedir. Eğer Tanrı varsa insanın özü belirlenmiş ve dolayısı ile özgürlüğü elinden alınmış demektir. O halde, insanın özgürlüğünün elinden alınmaması ve kendi özünü oluşturma imkanı ve gücünden yoksun bırakılmaması için Tanrı yok olmalıdır.
Nietzsche’ye göre Tanrı inancı ve fikri insan zihninden ve kalbinden çıkarıldığında insan ancak o zaman özgürlüğünü ve onurunu yeniden elde etmiş olacak ve kendi özünü yine kendisi belirleme imkânına kavuşacaktır.
Tanrı terimi deney ötesi bir şeye işaret eden metafiziksel bir kullanım olduğundan dolayı, bu sözcük fiziksel bir varlığa veya fiziksel bir varlıkta içkin bulunan ruhi bir niteliğe işaret etmekten soyutlanmış ve dolayısıyla anlamsız bir hal almıştır.
D’Holbach düşüncesinde insanoğlunun sefalet ve bozukluğuna sebep olan temel neden Tanrı inancıdır. Doğayı yeteri kadar tanıyamamak, insanları mistik eğilimlere yöneltmiş, mutsuzlaştırmış ve ahlaki bakımdan çökeltmiştir. Eğer insanların ahlaki bakımdan gelişmeleri ve mutluluklarını yeniden elde etmeleri isteniyorsa; onların tüm Tanrı kavramlarından ve dinlerden, onların adını bile hatırlamayacak şekilde uzaklaştırılmaları temin edilmelidir.
Genel ateizm tanımının dışında bazı ateistlere göre ateizm; Tanrı etmekten ziyade zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. İnsan doğuştan Tanrı düşüncesine sahip olmadığı için inkar edecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu görüşe göre ateist, Tanrı’nın varlığını inkar etmemeli, Tanrı yoktur demeye ihtiyaç duymamalıdır. Çünkü zaten Tanrı’nın varlığı ispat edilememiştir. Hiçbir şekilde Tanrı düşüncesine sahip olmayan ve salt ateizmi benimseyip temellendirmeye çalışan bu düşünceye mutlaka ateizm denilmiştir, bu görüşü benimseyenler ise mutlak ateist olarak isimlendirilmiştir.
Teist aşkın ve kişiselleştirilmiş bir Tanrı inancına sahip olan ve yaşamını buna göre düzenleyen kişiyken; ateist evrenin kişiselleştirilmiş, aşkın bir yaratıcısının varlığını reddeden kişidir.
Dawkins’in ortaya attığı mem kelimesi farklı şekillerde tanımlanmıştır. Dawkins, memin kültürel iletişim birimi olduğunu söylerken, Plotkin, bu kelimeyi kültürel miras birimi olarak kullanır. Dennett ise düşünce anlamını verdiği meme, akılda kalıcı şekle giren birim olarak bakar. Brodie ise onu zihinlerde kendi suretlerini oluşturan bilgi birimi olarak niteler. Buradan anlaşılan, mem denilen şeyin taşıyıcısı insandır ve taşıma merkezi beyindir. Yani insan, kültürel birim olan memi nesilden nesile taşımaktadır.
Albert Camus’a göre ise yeryüzünde tek bir gerçek vardır ki, o da absürttür. İnsan yeryüzüne meçhul güçler tarafından fırlatılmıştır. İnsan bilincinin dünyadan beklentileri ve dünyada görmek istediği düzen ile dünyanın insan istekleri karşısındaki susuşu ve istenilen düzenden mahrum oluşu dünyayı ve hayatı anlamsızlaştırmakta, absürt kılmaktadır. Bu absürtlük karşısında insanın ortaya koyabileceği tavırlar, ölüm (intihar), umut veya başkaldırıdır. Ölüm (intihar) absürdü bir reddediş, ona karşı bir mücadele değil, aksine onu bir kabulleniş olduğu için o bir kurtuluş yolu değildir. Aynı şekilde dine ve Tanrı’ya sarılmak ve öte dünyaya bel bağlayarak umut etmek de absürtten bir kurtuluş değildir.
Sartre’a göre insanın özgürlüğü için Tanrı’nın yok olması gerekmektedir. Eğer Tanrı varsa insanın özü belirlenmiş ben dolayısıyla özgürlüğü elinden alınmış demektir. O halde, insanın özgürlüğünün elinden alınmaması ve kendi özünü oluşturma imkan ve gücünden yoksun bırakılmaması için Tanrı yok olmalıdır.
Mantıkçı pozitivistler din diline ve bu bağlamda Tanrı’nın varlığına yönelik eleştirilerini ortaya koyarken bütünüyle indirgemeci bir tavır sergilemişlerdir. Bu girişim çerçevesinde, dini önermeler bilimsel önermelere, dini izah tarzı bilimsel izah tarzına göre değerlendirilmiştir.
mantıkçı pozitivistler felsefelerini bilimsel mantıkla ilişkilendirmiş ve bu mantığı din diline uygulamaya çalışmışlardır. Onlara göre anlamlı olmanın ölçüsü, doğrulanabilir olmaya bağlıdır. Dolayısıyla bilimsel önermelerde olduğu gibi dini önermeler de ancak doğrulanabilmek potansiyeline sahip oldukları takdirde anlamlı kabul edilebileceklerdir.
Nasıl ki Ortaçağda hemen her faaliyetin ölçüsü dine göre belirleniyordu, Yeniçağ’da başlayan süreçle birlikte insanın özgürleştirilmiş aklına ve pozitif bilimlere göre şekillenmeye başlamıştır.
Çünkü hayata karşı işlenen bir günah varsa; o da, bu dünyadan umudu kesmekten çok, bir Tanrı’ya inanarak başka bir dünyayı umut etmektir.
D’Holbach düşüncesinde insanoğlunun sefalet ve bozukluğuna sebep olan temel neden Tanrı inancıdır. Doğayı yeteri kadar tanıyamamak, insanları mistik eğilimlere yöneltmiş, mutsuzlaştırmıştır ve ahlaki bakımdan çökertmiştir.
İnsana en yüce değerin kendisi olduğu öğretilmelidir.
Evrenin ve inancın temeline Tanrı’yı koymanın yanlış olduğundan hareketle felsefi bir inanç zemini oluşturmaya çalışan maddecilik, duyumculuk ve evrimcilik ateizmin doğuşuna ve gelişimine vesile olan üç önemli girişimdir. Maddecilik evrenin yalnızca maddeden müteşekkil olduğunu, bütün güçlerin ve yaşamın bu maddenin çeşitli form ve bileşenlerinden ibaret olduğunu savunur. Duyumculuk özellikle inançlarımıza temel teşkil eden düşüncelerimizin harici herhangi bir kaynaktan değil de bizzat duyumlarımızdan geldiğini ileri sürer. Dolayısıyla Tanrı inancının gerçekte bir karşılığı yoktur. Evrim inancı ise doğadaki düzen ve işleyişin doğanın kendi evrimi vasıtasıyla gerçekleştiğini, bu anlamda teistik inancın iddia ettiği gibi düzeni temin eden bir tanrıdan söz edilemeyeceğini savunur.
Merkezinde Tanrı kavramı olan din, halkın afyonu ve uyuşturucusudur.
Freud’a göre bütün dini doktrinler, insanın arzularından ve gerçekleşmesi imkânsız olan hayali birer yanılgıdır. İnsanlığın en eski ve en güçlü arzusu olan din yine insanın evrensel nevrozu, çocuksu ve nevrotik bir yanılgısıdır.
Yeniçağ’la birlikte insanı merkeze alan, daha doğrusu felsefe, inanç ve düşünceyi insan merkezli bir zemin üzerinden geliştiren anlayış hâkim olmaya başladı. Bu dönemde bilimden sanata, kültürden inanca her alanda insan merkezi, hümanist bir anlayışın yükselişi söz konusuydu.
Ünlülere bakıldığında elit olarak nitelenen kişiler ve eğitim olarak üst seviyede olan insanların ateist olduklarını ileri süren Dawkins, sayıları çok olan ateistlerin tek bir söylemle hareket etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak ateistleri organize etmenin güç olduğunu çünkü onların hiçbir otoritenin boyunduruğu altına giremeyecek kadar özgür olduklarını ifade etmektedir.
Kadına karşı tutumlardan başkalarına karşı gerçekleçen zulüm eylemlerine kadar birçok uygulamada kutsal kitapların dindarları olumsuz etkisini vurgulayan Dawkins, ateistlerin bile yapmayacağı tarzda ahlaki olmayan eylemler içerisinde bulunulduğuna dikkat çekmektedir. Tabii kii bu durum dindarların kötü, ateistlerin iyi eylemlere sahip olduğu anlamında ele alınmamalıdır. Dawkins’in buradaki mantığı dindarların kötü eylemlerini din adına gerçekleştirirken, ateistlerin yaptığı kötülüğün ateizm adına yapılmadığıdır.
Dawkins’e göre insanlığa karşı suç niteliği taşıyan dinler savaşlar, cinayetler ve terörün ortaya çıkmasında ana etkendir. Çünkü bu dinler insanları onlar ve biz olarak ikiye ayırmaktadır.
Sartre’a göre insanın özgürlüğü için Tanrı’ nın yok olması gerekmektedir. Eğer Tanrı varsa insanın özü belirlenmiş ve dolayısıyla özgürlüğü elinden alınmış demektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir