İçeriğe geç

Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri Kitap Alıntıları – Cemal Granda

Cemal Granda kitaplarından Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri kitap alıntıları sizlerle…

Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri Kitap Alıntıları

“Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt meselesi dururken devlet başka­nının kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar’ın biraz ca­ nını sıkmış olacak ki, Atatürk’e şöyle dediğini duy­dum:
— Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?
Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu çok samimi yakınma­ sına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:
— Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçin­ ce bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım ”
“Atatürk, Ruşen Eşref Ünaydın’a dönerek :
— Oku Dedi. Sonra bana baktı:
— Sen de dinle Diye ekledi.
Ruşen Eşref Ünaydın’ın okuduğu bölümleri bü­ yük bir dikkatle dinliyordum. Atatürk de aynı ilgiyle dinliyor, sanki o günleri yeniden yaşar gibi oluyordu. Gözleri değişmeyen bir noktaya saplanmıştı. Okuma işi bittikten sonra bu konu üzerinde Atatürk’le Ru­şen Eşref Ünaydın arasında bir konuşma başladı. Can kulağıyla dinlediğim konuşma, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na başlayışının hikayesiydi.
Atatürk, son Padişah Vahidettin tarafından Sara­ya çağırılmıştı. Kabul sırasında Vahidettin ilk olarak ona şu soruyu sormuştu :
— Şu gördüğünüz düşman gemilerini buradan na­ sıl çıkarabilirsiniz?
— O gördüğünüz zırhlılar karada yürümez.
— Peki bu işi nasıl yapabilirsiniz?
— Emredersiniz.
— Ne yaparsanız yapın, fakat bunları buradan kovun
Ve kendisine şu görevi veriyor :
— Yanınıza çalışabileceğiniz maiyetinizi alınız. Samsun’a hareket ediniz. Yarın Bandırma vapuru hareketinize hazırdır. Şark vilâyetleri askerî müfettişi olarak yola çıkın. Allah yardımcınız olsun
Padişah Atatürk’ün elini sıkıyor. O da Saraydan ayrılıyor.

Çürük Bandırma teknesi Karadeniz’in azgın dal­gaları arasında yol alırken işgal kuvvetleri işi haber almış, fakat çok geç kalmıştır. İngiliz zırhlıları Ban­dırma vapuruna yetişemeden Atatürk Samsun’a ayak basmıştır.
Konuşmanın burasına gelince Atatürk bana dön­dü. Anlaşılan o gün Karabekir hakkında Saip’le yaptı­ğım konuşmayı unutmamıştı :
— Onun yerine Samsun’a çıkıp, askeri elbisele­rimi yırtıp, üniformamı attıktan sonra Karabekir Pa­şa benim tayınımı kesmiştir. Millî Mücadele’ye olan hizmetlerini de bu zaviyeden incelemek lâzımdır
Aradan yıllar geçmişti. O sırada gazetelerde Ka­rabekir Paşa’nın anıları yayınlanıyordu. Karabekir bu yazılarında yaptığı hizmetleri sıralıyor «Her şeyi ben yaptım. Ben olmasaydım Türk milleti kurtulamazdı » gibisinden sözler ediyordu. Atatürk’e de az bir pay bı­ rakıyordu. O sıralar biz İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayındaydık. Atatürk, gazetelerdeki bu yazılara biraz sinirlen­ miş olacak ki, birden şunları söyledi :
— Bu şekilde iddiada bulunan adamları akıl dok­ torlarına göndermek lâzım Eğer bu memleketi bir Karabekir’le bir Mustafa Kemal kurtardıysa çok yazık Oturup ağlamak lâzım! “

Atatürk işte böyle eşsiz bir yaratılışa sahipti. Ölümle savaştığı en tehlikeli anında, kendi hastalığı için gelen doktoru, ilerde Türkiye Cumhuriyeti’nin başında göreceğimiz iki arkadaşının hastalığı için seferber etmiş, kendi derdini hiçe saymış, kendi acısını unutmuştu.
Atatürk, Cumhurbaşkanı olduğu halde tam bir halk adamıydı. Halkın içinden çıkmış olan bu büyük insan, kalabalık içinde yaşamaktan, halkın içinde dolaşmaktan, halkın gittiği yerlerde oturmaktan büyük bir haz duyardı. Halkın eğlendiğini görmekten hoşlanır, o eğlencenin içine kendini de sokardı.
Atatürk her zaman kadına toplum içinde gereken önemin verilmesini istemiştir. Batı kadınıyla Türk kadını arasındaki farkı kaldırmak en büyük amacıydı. Türk kadını bütün aşağılık duygulardan kurtarılmalıydı. Ömrünün sonuna dek de bunu savunmuştur.
Atatürk Fenerbahçeye özel bir ilgi beslerdi. Bir konuşma sırasında Fenerbahçe’nin halka ait bir takımı olduğunu söylediğini duymuştum. Halka ait her şeyi Atatürk tutar ve severdi.
Resmi görüşmelerinde son derece titiz ve törenci olan Atatürk’ün özel hayatındaki samimiyeti, dünyadaki pek az devlet adamına nasip olmuştur, denilebilir. Bu samimiyet içinde çevresindekilere düşüncelerini aşılardı ama körü körüne diktaya giden bir adam değildi hiçbir zaman. Her şeyi çevresine danışması bunun en güzel örneği değil miydi?
Büyük adam konusu, zamanımıza kadar düşünürlerin tartışmalarına sebep olmuştur. Büyük adam vardır veya yoktur lakin büyük işler, toplumu etkilemiş önemli fikirler vardır ve ortadadır. Atatürk’te adının yanına ‘’büyük’’ sıfatı konmasa da yaptığı işler büyük olarak ortada kalacak nadir kişilerdendir.
Bunun üzerine Atatürk, yüzünde alaylı bir gülüm­semeyle daha önce kulağına çalınmış dedikoduların tümüne karşılık verdi: — Benim için de bâzı kimseler -Selanik’te doğdu­ğumdan- Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lâzımdır ki, Napoleon da Korsika’lı bir İtalyan’dı. A m a Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları lâzımdır
Atatürk bir halk çocuğuydu. Halkın içinde yaşamaktan hoşlanıyor, halkın gitmek istediği yerlere gitmek için vesileler arıyordu.
Atatürk, her zaman kadına toplum içinde gereken önemin verilmesini istemişti. Batı kadını ile Türk kadını arasındaki farkı kaldırmak en büyük amacıydı. Türk kadını bütün aşağılık duygulardan kurtarılmalıydı. Ömrünün sonuna dek de bunu savunmuştur.
Atatürk yatta kaldığı ilk on beş gün içinde biraz düzelmeye yüz tuttu. Küçük gezintiler yapıyordu. Deniz havası yaramış, yüzüne biraz renk gelmişti. Fakat bu hal uzun sürmedi. Amansız hastalığın etkisiyle yavaş yavaş eridiği görülüyordu. Büyük bir dikkatle tedavi gördüğü halde hastalik yavaş yavaş ilerliyordu.
Yattaki ilk haftasında kendisini ziyaret eden Fransız doktoru Fiessinger, muayeneden sonra merdiven çıkmaması ricasında bulundu.
Savarona Hint adalarında yaşayan uzun boyunlu bir kuğu kuşu anlamına gelmektedir. Kamaralarında, tabaklarda, termoslarda kuşun resmi vardı. Atatürk’ü hastalığının son günlerinde, Varşova dönüşü Orgeneral Fahrettin Altay ziyaret etmişti. Yatın güvertesinde bir şezlonga uzanmış dinlenen Atatürk, o sırada deniz havasının kendisine çok iyi gelecegini söyleyen generale, Savarona’nın ne anlama geldiğini sormuş, Fahrettin Altay, göllerde yaşayan uzun boyunlu bir kuş olduğunu söyleyince de, gülümsemeye çalışarak:
Arkadaşlar vapura ‘savar onu’ dediler. Hastalığı savan bir gemi demekmiş. demişti.
Çok ağır durumda bile şakayı elden bırakmamış, adeta hastalığıyla alay eder bir hal takınmıştı.
Hayat pek kısa. Çocukluk ve mektep hayatı bir kısmını alıp götürüyor. Geriye kalanını da uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve vücuda gerekli dinlenme gıdasını verecek komprimeler icat olsa ne iyi olurdu. Fakat bir gün bu da olacaktır.
Atatürk, ulusun malı olan otomobillerin hor kullanılmasına çok sinirlenirdi. Bir gün Köşk’te manevi kızı Nebile’nin makam arabasına binerek arkadaşına gittiğini görünce çok öfkelenmiş, yaveriyle arabayı geri çevirttikten sonra Nebile Hanım’ı paylayarak şöyle demişti:
-Her aklına esen buradan araba alıp gidemez. Bu arabalar babanızın malı değil, millete aittir.
Resmi görüşmelerinde son derece titiz ve törenci olan Atatürk’ü özel hayatındaki samimiyeti, dünyadaki pek az devlet adamına nasip olmuştur.
Foks aslında hırçın bir köpekti. Birkaç yıl Atatürk’ün yanında kalmıştı. Zaman zaman hırçınlaştığı olurdu. Bir gün Atatürk’ün elini sarılı gördük. Foks ısırdı dediler. Olay gece olmuş. Atatürk, ne olmuşsa olmuş, Foks’a kızmış. Kamçıyla başlamış dövmeye. Vurdukça hayvan geri geri gitmiş. Fakat kamçının dozu artınca da saldırıp elini ısırmış. Elinden kan akmaya başlayınca zile basmış. Hemen koşup kanları oksijenli suyla yıkamışlar. Tentürdiyot sürmüşler. O gün elini sarılı görünce hepimiz meraklanmıştık. Demek ki, meselenin aslı buymuş.

Bunun Üzerine köpegi Köşk’ten uzaklaştırdılar, çiftliğe götürdüler. Yakınlarından birkaç kişi, sahibini ısıran köpekten hayır gelmez diye öldürülmesi için Atatürk’e ısrar ettiler. İzin verdi mi, vermedi mi bilmiyorum Foks o günlerde öldürüldü. Baytarlar Atatürk’e yaranmak için özenle köpeğin derisini yüzmüşler. İçini samanla doldurup göz yerlerine cam göz takmışlar. Bir camekanın içine oturtmuşlar. Tabii bunlardan Atatürk’ün haberi yok.

Bir gün gezinti sırasında çiftliğe de uğradığı zaman, camekânda Foksu görünce duraklar. İçi acıyla burkulur. Üzgün bir halde:

– Sevdiğim mahlûku böyle görmek istemem, kaldırın onu! der. Atatürk’ün elini ısıran köpekten sevdiğim mahluk diye söz etmesi,
oradakileri şaşırtır. Bunu yüzlerinden okuyan Atatürk, şunları söyler: – Her ısırana kızılmaz. Foks can acıtmak, fenalık yapmak için ısırmamıştır.

Ertesi gün Foks’un doldurulmuş derisi camekándan kaldırılmış ve bahçenin bir köşesine gömülmüştü.

Öteden beri âdetiydi. Yabancı bir devlet adamı mı gelecek? Hemen o ülkenin tarihi, coğrafyası, sosyal hayatı hakkında bilgi toplar, onların bile bilmiyeceği şeyleri öğrenir, misafirlerini şaşkına çevirir, hayran bırakırdı.
ATATÜRK , Türk-İran dostluğunun geliş-
mesine büyük önem verirdi. Bunu, İran
Şahı’nın Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında daha iyi anladım. Şahın geleceği kesinleştiği sıralarda, Türklerle İranlıların soy ve kültür bakımından kardeş olduğunu, sırf bir mezhep savaşması yüzünden ayrıldıklarını belirleyen bir piyes yazılıp, bunun opera olarak
oynanmasını istedi.
Ankara’da bütün müzisiyenler seferber edildi. İzmir’e gitmekte olan bestekâr Ahmet Adnan Saygun trenden indirilip Ankara’ya getirildi. İşte «Özsoy » Operası böyle meydana geldi. Hem de ne geliş Yirmi günde yazılıp, bestelenip, oynanması şartıyla
Atatürk belki yapayalnızdı ama, bütün benliği Türk milletiyle doluydu. Bütün milletin de kalbinde yatıyordu. Aile mutluluğunu, milletinin sevgisiyle değişmişti.
Ertesi akşam sofrada konu, yine bu Çoban Mustafa üzerindeydi. Herkes onun için bir şey söylüyordu. Lehinde ya da aleyhinde Bâzı misafirler:
— Paşam, bu çocuğa boşuna emek vereceksin?
— Niçin?
— Efendim, çoban hiç okur mu? Ada m olur mu?
Bu saçmaları büyük bir dikkatle dinliyen Ata-
türk:
— Yahu, ne uzağa gidiyorsunuz. Ben de bir
zamanlar tarlada kargaları bekledim. Dayımın çiftliğinde onun koyunlarını güttüm. Beni biraz zeki gören dayım:
— Bu çocuğu okutmalı Dedi. Bundan sonra
beni askerî mektebe yazdırdılar. Ben de okudum, gördüğünüz mevkie geldim. Çobanlar okumaz diye bir nazariye yoktur. Bu çocuk ta okur. Belki büyük bir adam da olur. Onu da zaman gösterir Dedi.
Çoban Mustafa Kuleli’de iken İstanbul’a her gelişimizde saraya gelir, Atatürk’le görüşür ve mübayaa memuru yüzbaşı emeklisi Rıza Köse’den aylığını, yani harçlığını alır, bazı defa yemekte alıkonulurdu. Yıllar geçti ve zamanla bu çocuğun okuyup adam olduğunu gördük. Çoban Mustafa binbaşılığa kadar yükselmiş ve emekli olmuştur. Şimdi Yalova’da oturmaktadır.
Gece yarısına kadar süren toplantı sonunda Reşit Galip’in ayağa kalktığını gördüm. O zamanın Millî Eğitim Bakanı Esat Hoca’yı kastederek:
— Yaşlı insanlara vekillik yaptırmamalı. Memlekete fayda yerine zarar getiriyor. Dedi.
Bunun üzerine Atatürk:
Memlekette Maarif Vekili yok mu?
— Var ya Esat Hoca mükemmeldir. Deyince Reşit Galip hayır anlamında başını sallıyarak:
— Çok iyi ama, çok ta ihtiyar. Artık ondan geç-
miştir. Bu memleketin Maarif Vekili o adam değildir, dedi.
Bunun üzerine Atatürk’le Reşit Galip arasında şu
tartışma geçti:
— Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur,
nasıl Maarif Vekili olamazmış.
— Değil seni okutmak, senin Allahını okutsa yine bu adam Maarif Vekili olamaz. O devirde dalkavukların yanında böyle medenî cesaret sahibi, sözünü sakınmaz cinsten kimseler de vardı. Fakat bu derece ileri gideceği, bir Hükümet üyesi hakkında bu derece sert konuşacağı kimsenin aklından bile geçmezdi. Atatürk tarifsiz şekilde kızmıştı. Fakat duygularını belli etmeden, çok sakin şu emri verdi:
— Lütfen sofrayı terkediniz!
— Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cumhuriyette serbesttir Diye başlayınca Atatürk yavaşça yerinden kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra:
— Öyleyse müsaade ederseniz ben terkedeyim, dedi ve salondan çıkıp gitti.
Benim için de bâzı kimseler -Selanik’te doğduğumdan- Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lâzımdır ki, Napoleon da Korsika’lı bir İtalyan’dı. Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete
çalışmaları lâzımdır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Bu iş sonuçlanmadan aynı günler içinde bir başka olaya daha değinmek isterim. Bir gün sonra sofrada, Kılıç Ali, Recep Zühtü, Atatürk’ün çevresini çevirmişler, şuradan, buradan konuşuyorlardı. Bir ara Recep Zühtü, Atatürk’e:
– Paşam, dedi. Reşit Galip’e biri demiş ki: Hitler bugün konuşacak. Bunun üzerine Reşit Galip de şu cevabı vermiş: Bizim Hitler her gün konuşuyor. Atatürk bu lafa kızmak şöyle dursun kahkahalarla gülmüştü.
Türk dilinin sadeleşmesine, özleşmesine, yabancı sözlerden arınmasına önem verildiği günlerdeydi. Kemal in Arapça olduğu ve Türkçede Kamal diye bir söz bulunduğu ileri sürülmüş. Atatürk de bu görüşü uygun bularak Kemal yerine Kamal diye yazmaya başlamış. Bizim bundan haberimiz yok. O’nu Mustafa Kemal diye biliyoruz. Müstahdem arasında polislikten emekli olmuş Kemal adlı bir de sofracı vardı. Askerliğini Köşkte hizmet ederek yapıyordu. Bir akşam sofrasında üç kadeh içkiden sonra Atatürk bize dönerek şaka şeklinde:

– Dünyada ne kadar Kemal varsa hepsi eşektir. dedi. Sofracı Kemal şaşaladı. Ne diyeceğini bilemedi. Toparlandı. Dili tutulmuş gibiydi. Dudakları titriyordu. Gözlerini Atatürk’ün yüzünden ayıramıyordu. Hepimiz bunun altından ne çıkacak diye beklerken, Atatürk, sözlerini şöyle bitirdi:

Haaa anladım. Sen bana bakıyorsun. Sen de Kemal’sin demek istiyorsun. Ben artık Kamal oldum. Kemaller başının çaresine baksın. dedi.

Atatürk’ün son kartvizitinde Kamal Atatürk yazılıydı ve bu kartvizit ölümüne dek değişmedi. Fakat ben bu Kamal adını hiç tutmadım. Bir türlü ısınamadım. Bu adı niye almış? Mustafa Kemal bütün harekât ve devrimlerde o zamanın insanları üzerinde etki yapmıştı. Cengåver bir insan idi. Kamal adını nereden çıkardılar bilemiyorum

Soyadımı çok kimse garip bulup, bunun anlamını öğrenmek istediği için burada değinmeden geçemeyeceğim. Soyadı Kanunu çıktığı zaman herkes beğendiğini alıyordu. Bunların içinde çok yerinde olanlar olduğu gibi, çok acayipleri de vardı. Ben de gemilerde ikinci direk anlamına gelen meslekten bir soyadı seçtim ve Granda yı aldım.
Gençlik yıllarında olduğumuz için hepimiz o dönemin bir sinema yıldızına aşıktık. Yıldızları paylaşmıştık adeta. Benim ünlü yıldız Karmen Miranda’ya aşık olduğumu bilmeyen yok gibiydi. Hiç olmazsa alacağım soyadı, sevgilimin adıyla kafiyeli olur diye düşünmüştüm. Her ay Tayyare Piyangosu alıyordum. Kazanıp milyoner olacak, gidip Miranda’yı alacaktım. Böylece Granda soyadı yerleşip kaldı bende.
O anda acı gerçeği anlamıştım. Demek ki, Atatürk yaşamıyordu artık. O mavi gözler bir daha parlamamak üzere sönmüştü. Bir an duygusuz, taş gibi kaskatı kaldım. Ne ağlıyabiliyor, ne de bir ses çıkarabiliyordum. Bir süre içim ürperme dolu öyle duraksadım. Neden sonra kendimi toparlayıp aşağıya koştum. Arkadaşlarıma: ”Ölmüş ” Diyebildim.
— Bir zamanlar genç bir subaydınız. Hanımlarınız da genç kızlardı. Sevişip evlendiniz. O zaman fakirdiniz. Şimdi hem zenginsiniz, hem de mebussunuz.
O zaman güzel olan aileleriniz şimdi size çirkin ve kart geliyor. Aklınızı başınıza alınız ve o kadınlara kötü muamele etmeyiniz.
O, her zaman kadına toplum içinde gereken önemin verilmesini istemiştir. Batı kadını ile Türk kadını arasındaki farkı kaldırmak en büyük amacıydı. Türk kadını bütün aşağılık duygulardan kurtarılmalıydı. Ömrünün sonuna kadar da bunu savunmuştur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
ATATÜRK doğru söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi. Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr olmamıza rağmen bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, sorular sorar, şakalaşır, dertlerimizle ayrı ayrı ilgilenir, her fırsatta bize konuşma özgürlüğü tanırdı.
..
Kontes Atatürk’e dönerek:
— Sizin için diktatör diyorlar. Oysa bu adamlar, sizden hiç çekinmeden, korkmadan konuşabiliyorlar
Atatürk şu karşılığı verdi:
— Benim için diktatör diyorlar. Evet, ben diktatörüm ama, kalpleri kazanarak diktatör oldum. Bunlar benim verdiğim emirleri yaparlar. Benden ne diye korksunlar?
Sabaha karşı Sığırtmaç Mustafa’yı bırakarak hastaneden ayrıldık. Ertesi akşam sofrada konu, yine bu Çoban Mustafa üzerineydi. Herkes onun için bir şey söylüyordu. Lehinde ve aleyhinde . Bazı konuklar:
”Paşam, bu çoçuğa boşuna emek vereceksin. ”
”Niçin? ” ”Efendim,çoban hiç okur mu? Adam olur mu? Bu saçmaları büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk:
– ”Yahu ne uzağa gidiyorsunuz. Ben de bir zamanlar tarlada kargaları bekledim. Dayımın çiftliğinde onun koyunlarını güttüm. Beni biraz zeki gören dayım: ‘Bu çocuğu okutmalı’ dedi. Bundan sonra beni askeri okula yazdırdılar. Ben okudum, gördüğünüz yere geldim. Çobanlar okumaz diye bir nazariye yoktur. Bu çocuk da okur. Belki büyük bir adam da olur. Onu da zaman gösterir ” dedi.
Çoban Mustafa, Atatürk’ün Dolmabahçe’de mübarek naaşını yaşarmış gözlerle selamlarken, üzerinde Kuleli üniforması bulunuyordu.
Yıllar geçti ve bu çocuğun okuyup adam olduğunu gördük. Çoban Mustafa binbaşılığa kadar yükselmiş ve emekli olmuştur. Şimdi Yalova’da oturmaktadır.
Kabahat hep sizde. Hocadır diye cahilleri hep başımıza koydunuz.
Bazen hiç durmadan okuduğu, kırk sekiz saat aralıksız çalıştığı da olmuştur. Çankaya Köşkü’nde eline geçirdiği bir tarih kitabını bitirmek için iki gün, iki gece hiç yatağa girmemiş, şezlongda dinlenmekle yetinmişti.
Sarhoş olduğunu bir kez bile görmedim. Taşkın bir hareketine rastlamadım.
Meclis’e bir istek mi getirilecek, bunu yakınlarıyla tartışmaktan zevk duyardı.
Atatürk, inceliği, zarifliği kadar gönül almasını çok iyi bilirdi.
O Hikmet Bayur ki, sevgisini, saygısını hiç eksik etmediği Bü­yük Adama «İçme Paşam» sözünü ilk söyleyebilmek cesaretini göstermiş, fakat bunu çok sevdiği Ata­türk’ün yanından uzaklaştırılma cezasıyla ödemişti. Nitekim Hikmet Bayur haklı çıkmış, Atatürk te sonunda içkinin fenalığını anlamış, fakat iş işten geç­mişti.
Ama Atatürk,bir halk çocuğuydu.Halkın içinde yaşamaktan hoşlanıyor,halkın gitmek istediği yerlere gitmek için vesileler arıyordu.
O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk ile aramızda şunlar geçti:
A:Senin ismin nedir ?
C:Cemal
A:Sonu yok mu bunun ?
C:Var Cemalettin
Bunu üzerine Atatürk birden bana doğru ilerleyerek: Haa dedi isimler Kemalettin olur, fakat Cemalettin olmaz. Sen yine Cemal kal. Dinin Cemali miydin ki,sana bu ismi koydular ?
Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. Sevinçten kabıma sığmıyordum.
Fakat Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacak ki,yeniden seslendi.
A: Bu Cemalettin adını kim koydu sana ?
C: Babam diye karşılık verdim.
A: Öyleyse baban ne adammış senin ! diye sertçe çıkıştı. Bunun üzerine:
C:Ben babamı tanımıyorum deyince yüzü daha da sertleşti:
A:Babamı tanımıyorum ne demek ? Sen babasız mı doğdun ? Baban yok mu senin ?
C:Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.
Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
A:Anneni tanıyorsun ya yeter dedi.
Ve biraz durduktan sonra ekledi:

A: BENDE BABAMI TANIMIYORUM YA !

Eğer bu memleketi bir Karabekir’le bir Mustafa Kemal kurtardıysa çok yazık Oturup ağlamak lâzım!
Atatürk, son Padişah Vahidettin tarafından Sara­ya çağırılmıştı. Kabul sırasında Vahidettin ilk olarak ona şu soruyu sormuştu :
— Şu gördüğünüz düşman gemilerini buradan na­sıl çıkarabilirsiniz?
— O gördüğünüz zırhlılar karada yürümez
— Peki bu işi nasıl yapabilirsiniz?
— Emredersiniz.
— Ne yaparsanız yapın, fakat bunları buradan kovun
Ve kendisine şu görevi veriyor :
— Yanınıza çalışabileceğiniz maiyetinizi alınız. Samsun’a hareket ediniz. Yarın Bandırma vapuru hareketinize hazırdır. Şark vilâyetleri askerî müfettişi olarak yola çıkın. Allah yardımcınız olsun
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Halifelikte kaldırılmış, son Halife Abdülmecit bin Abdülaziz Efendi yurttan kovulmuştu. 1924 yılı Mart ayında Abdülmecit Efendi’yi bir gece birdenbire yurttan ayrılmağa zorlamışlar, onun iki gün hazırlık yapmak için istediği izni bile, Büyük Millet Meclisi’nden çıkan kanunu kendisine gösterip, «da­kika tehiri mucibi idamdır» gerekçesiyle kendisine vermemişlerdi.( )
— Ah, ne olurdu, beni de bu vatanın bir köşesinde gözaltında bıraksalardı Diyebiliyor. O anda Me­cit Efendi’nin gözlerinden bir dizi yaşın süzüldüğünü görüyor
Bir ara Re­cep Zühtü, Atatürk’e: 
— Paşam, dedi. Reşit Galip’e biri demiş ki: Hitler bugün konuşacak. Bunun üzerine Reşit Galip te şu cevabı vermiş: Bizim Hitler her gün konuşur.
Atatürk:
— Lütfen sofrayı terkediniz!
Reşid Galip:
— Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultanî değildir. Cumhuriyette serbesttir Diye başlayınca Atatürk yavaş­ça yerinden kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra:
— Öyleyse müsaade ederseniz ben terkedeyim dedi ve salondan çıkıp gitti.
Bir gün Çankaya’da eski köşkte Selânikli berber Mehmet ve berber Rıdvan’la antrede oturmuş konu­şuyorduk. Berberlerin ikisi de Atatürk’ün hemşehrisi olduklarından kendilerini imtiyazlı sayarlar, yüksek­ten konuşurlardı. Bu şekilde şaka da olsa böbürle­nerek dolaşmalarına, kendilerine poz vermelerine çok tutulur, fakat yine de renk vermemeğe çalışırdım. Fa­kat bütün dikkatime rağmen aramızda yine de tartış­malar eksik olmazdı.O gün yine onlar zayıf tarafımı bulmuşlar, bana şakadan takılıyor:
— Biz Selânikliler olmasaydık, siz kurtulamaz­dınız Diyorlar, ben de cevap olarak:
— Biz kendi kendimizi kurtardık. Selanik’lilere ihtiyacımız yok. Hem Selanik’ten çıksa çıksa Yahudi çıkar Diyordum. O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen Atatürk’ü görmemiştik Konuşmalarımıza istemiyerek kulak misafiri olmuş ki, o akşam sofrada bir Selânik’li olan Nuri Conker’e damdan düşer gibi sordu:
— Nuri Bey, Selanik’ten ne çıkar?
O anda beynimin karıncalandığını duyar gibi ol­dum. Demek korktuğum sonunda başıma gelmiş, Ata­türk antrede konuştuklarımızın hepsini duymuştu. Nuri Conker, sanki bütün konuştuklarımızı biliyormuşta, beni korumak kararını vermişçesine:
— Bol Yahudi çıkar Paşam Demesin mi? Bunun üzerine Atatürk, yüzünde alaylı bir gülüm­semeyle daha önce kulağına çalınmış dedikoduların tümüne karşılık verdi:
— Benim için de bâzı kimseler -Selanik’te doğdu­ğumdan- Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lâzımdır ki, Napoleon da Korsika’lı bir İtalyan’dı. Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları lâzımdır.
Efendim, çoban hiç okur mu? Adam olur mu?
Bu saçmaları büyük bir dikkatle dinleyen Atatürk:
-Yahu, ne uzağa gidiyorsunuz. Ben de bir zamanlar tarlada kargaları bekledim. Dayımın çiftliğinde onun koyunlarını güttüm. Beni biraz zeki gören dayım: ‘Bu çocuğu okutmalı’ dedi. Bundan sonra beni askeri okula yazdırdılar. Ben okudum, gördüğünüz yere geldim. Çobanlar okumaz diye bir nazariye yoktur. Bu çocuk da okur. Belki büyük bir adam da olur. Onu da zaman gösterir dedi.
Çoban Mustafa, Atatürk’ün Dolmabahçe’de mübarek naaşını yaşarmış gözlerle selamlarken, üzerinde Kuleli üniforması bulunuyordu.
Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım.
Atatürk belki yapayalnızdı ama, bütün benliği Türk milleti ile doluydu. Bütün milletin de kalbinde yatıyordu. Aile saadetini, milletin sevgisiyle değişmişti.
Şükrü Kaya, Atatürk’e tıpkı bu şekilde konuşacağını
söyleyince Atatürk itiraz etti:

— «Hayır böyle konuşmayacaksın. Bundan daha güzel konuşacaksın. Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimizi değil, bu topraklar üzerinde kanlarını döken yabancı muharipleri de saygıyla anacaksın. Diyeceksin ki: ‘Bu ülkenin topraklarında kanlarını döken kahramanlar. Burada bir dost vatan toprağındasınız. Huzur ve sükün içinde uyuyun. Mehmetçik’le koyun koyunasınız.’»

Şükrü Kaya buna karşı çıktı:

— «Paşam, ben bunu yapamam,» deyince Atatürk
kızdı:

— «Söyleyeceksin. Cihana karşı böyle konuşacaksın.
Diyeceksin ki: “Uzak diyarlardan evlâtlarını savaşa gönderen analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içinde rahat uyumaktadır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır. »

Atatürk’ün bu sözlerini, tüylerimiz diken diken olmuş dinledik. Yarabbi, bu ne büyük insan, yüce düşüncelere sahip bir büyük adamdı. Böyle bir sözü tarihte hangi büyük devlet adamı söylemişti bugüne kadar.

Şükrü Kaya’nın Çanakkale’de Mehmetçik anıtının başında söylediği Atatürk’ün yendiği uluslara karşı gösterdiği yüksek insanlık duygularını yansıtan bu nutuk, orada bulunan yabancı gazeteciler tarafından dünyaya yayılmış. Daha bir hafta geçmeden Şükrü Kaya’ya Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan ve daha birçok yerden telgraflar yağmaya başladı.

Yemek sırasında hoş mu, yoksa nahoş demek mi lâzım kestiremiyeceğim bir olay geçti. Garsonlardan biri fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki büyük porselen tabakla yere yuvarlandı. Sofradakilerin utanç içinde önlerine baktıkları anda Atatürk, sanki hiçbir şey olmamış gibi Kral’a doğru eğilerek Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim diye hem meseleyi kapattı, hem de ortalığı neşeye boğdu.
Biz de bir zamanlar marifetmiş gibi evlenmiştik.Merasimlerle evlenmeyi mir marifet sanmıştık.
Atatürk’ün evliliği kısa sürmüş ve Latife Hanım’dan ayrıldıktan sonra bile , yeri geldiği zaman ondan saygıyla söz etmeyi alışkanlık haline getirmişti.
Kütüphanede yere serili bir postun üstüne uzanıyor ve çalışıyordu. Notların arasına gömülmüştü. Yerler tarih kitaplarıyla doluydu.
Atatürk’ün yanına çıkıp geldiğimi bildirmek istedim.Kütüphanesinde çalışıyordu.İçeri girip elini öpmek için eğildiğim zaman , ayağa kalkarak elini öptürmüştü.Karşısındaki uşak bile olsa , insanları eşit görür , saygı gösterirdi.
Salih Bozok : Paşam , şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki şaşırıyorum .Bunların görüşlerine nasıl olsa katılmayacaksın . Kararı önceden de verdiğin malum.O halde onları ne diye birer birer çağırıp karşında terletirsin ?

Atatürk : Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir.Hiçbir kanaatı hakir görmemek gerektir. Sonu da kendi fikirlerimi uygulayacak bile olsam , herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım. Bu zevkten kimse beni mahrum edemez.

Hiç kimsenin hor görülmesine katlanamazdı.Bu yüzden hiç olmadık kimselerden bir şeyler öğrendiğini de saklamaz , açık açık anlatırdı.
O gün yattaki görüşme çok samimi bir hava için­ de geçmiş, Kral, Atatürk’ün gönderdiği iki sandık si­gara için teşekkür ederek: — İçimi çok güzel Alışmaktan korkuyorum. İn­giltere’ye gittikten sonra bunlardan bir miktar dahi göndermenizi rica edeceğim Demiş, Atatürk ise: — EMREDERSİNİZ Diye karşılıkta bulunmuştu. Kral da Atatürk’e iki sandık viski göndermişti. Atatürk, bu viskilerden çok hoşlandığını, içerken daima onu hatırlıyacağını söylüyordu.
Atatürk doğru söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi. Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr olmamıza rağmen bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, sorular sorar, şakalaşır, dertlerimizle ayrı ayrı ilgilenir, her fırsatta bize konuşma özgürlüğü tanırdı.
İstanbul’da bulunduğumuz bir yaz müzeleri dolaştı, eski yapıtları inceledi. Topkapı Sarayı’nda ne var, ne yok hepsini birer birer gözden geçirdi. Topkapı Sarayı Müzesi’nin kurulması da Atatürk’ün isteğiyle olmuştur.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurduktan sonra yaptığı devrimlere Soyadını da eklemekte gecikmedi. Yurttaşlarının birer soyadı alması gereği üzerinde durmuş. bir çok tanıdıklarına soyadlarını kendi vermiştir. Örneğin İsmet İnönü’nün. bugünkü Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün. Falih Rıfkı Atay’ın. Fahrettin Altay’ın ve daha pek çok yakınının soyadını Atatürk vermiştir. Hattâ Selânikli olan iki berberinin de soyadlarını Atatürk vermiştir: Mehmet [Mete] ve Rıdvan (Güran)

2 temmuz 1934 tarihinde 2525 saylll kanunla bütün yurttaşların soyadı alması zorunlu kılındı. İşte o zaman Mustafa Kemal. hangi soyadını alacağını düşünüyordu. Bu konuda sofrada tartışma yapılıyor. herkes bir ad ortaya atıyordu. Henüz kesin bir karara varmış değildi.

Türk Dili Tetkik Cemiyeti Başkanı Saffet Arıkan. Dil Bayramı nedeniyle 26 eylül 1934 tarihinde -Ulu Önderimiz Atatürk Mustafa Kemal» diye başlayan bir konuşma hazırlamıştı. Mustafa Kemal. buradaki ıAtatürk» sözünü çok güzel bir buluş diye niteledi. Sonunda da bunu kullanmaya başladı. Atatürk soyadını almasında Prof. Âfet İnan’ın rolü büyüktür.

-Paşam. bu çok güzel dedi. Alınmasını istedi.

Fakat Atatürk soyadı öyle bir günde.iki günde alınmadı. Üzerinde çok konuşuldu.

Doğumundan ölümüne dek çeşitli adlar kullanan Atatürk’ün son kartvizitinde (Kamal Atatürk) adı yazılıdır. Bir vesile ile alıp sakladığım bu tarihî kartvizit. hâlâ misafir odamdaki büfenin çekmecesinde özel bir muhafaza içinde durur. Atatürk hakkında çıkan birçok kitapta «Kemal Atatürk» yazıldığı halde. O’nun son adı. «Kamal Atatürk» olarak tarihe geçmiştir. Hattâ Ankara’daki Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin dış duvarındaki bir vecizesinin altında da «Kamal» adı okunmaktadır.

Türk toplumunda öteden beri ün yapmış önemli kişilere yaptıkları işlere göre sonradan adlar sanlar takılmış. bunların tutanları, tutmayanları olmuştur. İşte tarihin ölümsüz kişilerinden biri olan ve çağ kapayıp, çağ açan Atatürk’ün de yaşamında çeşitli adları olmuştur. Çankaya’daki kitaplıkta boş zamanlarımda karıştırdığım kitaplarda Atatürk’ün şu adlarına rastlamıştım

Atatürk’ün öz adı. 1881’de konulan Mustafa’ydı. Arapça olan ve (seçkin) anlamına gelen Mustafa adını tarihimizde pek çok ünlü kişi taşımıştır. Müslümanların Türklerin çok kullandığı (Mustafa) Peygamberin de tanınmış adlarından biridir.

1893 yılında Selânik Askeri Rüştiyesinde matematik derslerinde başarı gösteren Mustafa’ya, kendi adı da Mustafa olan riyaziye hocası ikimizin adı da Mustafa. Bu böyle olmayacak. Aramızda bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun demiş. O zamandan sonra Mustafa Kemal adını alan Atatürk’ün adı da. okul kütüğüne böyle işlenmiş. OIgun anlamına gelen «Kemal» sözcüğü Arapça olup. (Namık Kemal vb. Türk büyükleri tarafından taşınmıştır.

Atatürk, uzun yıllar taşıdığı Mustafa Kemal adını. yazmada ve imza etmede güçlük doğurduğu için kısaltarak. M. Kemal olarak kullanmıştır. Birçok metinlerde M. Kemal adına rastlanır. Yakınları ve çevresi Atatürk’ü uzun yıllar hep Mustafa Kemal Paşa diye anmış ve çağırmıştır. 1 nisan 1916’da Çanakkale’de gösterdiği başarıdan sonra rütbesi tuğgeneralliğe yükselen Atatürk’ün -Paşa» sıfatı ise ölümüne dek sürmüştür.

“Mustafa Kemal Paşa adı, Kurtuluş Savaşından sonra Bursa’nın Kirmasti ilçesine verilmiştir. Uzun adların kullanılması zorluğu nedeniyle ilçenin adı sonradan M. Kemal Paşa olarak anılmağa başlanmıştır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşından sonra adını uzun bularak Mustafa’yı kullanmamış. sadece Kemal’i kullanmıştır. Soyadı Kanunundan sonra aldığı yeni harflerle yazılmış nüfus hüviyet cüzdanında adı (Mustafa’sı atılarak) sadece «Kemal olarak yazılıdır.

Atatürk soyadını başkalarının almamasına ilişkin kanunda da öz adı «Kemal diye yazılıdır.

Dumlupınar Zaferinden sonra Atatürk Gazi Mustafa Kemal Paşa» olarak anılmıştır. Sakarya Meydan Savaşını kazanmasından sonra da T.B.M.M. 19 eylül 1921’de bir kanunla O’na müşirlik ve gazilik ünvanı vermiştir. Arapça bir sözcük olan Gazi ünvanı savaş kazanan büyük komutanlara verilmektedir. Tarihimizde Osman Gazi, Orhan Gazi, Gazi Osman Pasa gibi birçok da Türk büyükleri vardır.

Atatürk kendisine verilen «Gazin sanını çok beğenmiş. birçok imzasının üstüne, ya da başına Gazi diye yazmıştır. Zamanla Gazi M. Kemal Paşa» adı kısaltılarak. Gazi Paşa» ve en sonunda ıGazi» olarak anılmağa başlanmıştır. Halkın çok tuttuğu ıGazi sözcüğü. şiirlerde. kitaplarda. konuşmalarda tek başına geçerli olmuştur.

Bilgisizlerin O’nun sofrasında yeri olmazdı. Konuştular mı, o işin aslını bilerek konuşurlardı. Hepsi değerli kimselerdi. Bakanlar olsun. milletvekilleri olsun. gerçek sıfatlarına lâyık kişilerdi. Tanınmış edebiyatçılar. kalem sahipleri. çoğu yabancı dil bilen bilim adamları toplanırdı sofrada. Sofraya katılacak olanları Atatürk seçerdi. Önceden kimin geleceği pek belli olmazdı. Sonradan çağırtılıp. sofraya alınanlar da olurdu.

Özel Kalem. önceden seçilen kişilere haber gönderip, Atatürk’ün çağrısını bildirirdi. Özel Kalem müdürü telefon edip;

«Gazi Hazretleri sizi bu akşam bekliyorlar.» derdi.

Sofrası sanki arkadaşları ve dostları ile tartışma ve eğlence yerini birleştiren bir köprü görevi görüyordu. Bu gecelerin hiç birine doyum olmadığını ve her birinin içinde bir tarih yaprağının yaşadığını zamanla anladım.

Sofrasında her çeşit insana yer veriyordu. Hepsi ayrı düzeydeki bu insanlarla tartışırken, sanki yurdun sesini duyardı. Güvendiklerinin ve sevdiklerinin eleştirilerine sablrla katlanmasını bilirdi.

Şakayı çok severdi. Şakalaşanları gülümsemeyle izlerdi. Kendisi de ara sıra şakalar yapardı. Eski arkadaşlarından Nuri Conker. Salih Bozok. sık sık şaka yaparlar ve sofrayı şenlendirirlerdi. Sinirli zamanlarında bunların bir nüktesi ya da hikâyesi. Atatürk’ün bir anda öfkesini dağıtmağa yeterdi. Ama Atatürk. her zaman neşeliydi. Sinirlendiği zamanlar çok azdı. O zaman da arka arkaya sigara ve kahve içerdi. En güç anlarda bile soğukkanlılığını, neşesini yitirmemesini bilir ya da öyle görünürdü. Çok konukseverdi. Sofradakilerin ayrı ayrı gönüllerini alıp, hatırlarını sormadan yapamazdı. Açık konuşanları sever ve yanında her şeyin konuşulmasını isterdi. Bu yüzden sık sık i|eri geri konuşanlara da rastlanırdı. Atatürk’ün sofrasından kimler geçmemiştir ki Mahalle arkadaşları. silâh arkadaşları. devrim arkadaşları. politikacılar. edipler. şairler. müzisyenler. bilim adamları, öğretmenler. iş adamları. yabancı devlet başkanları. krallar

İşten ve yurt gezilerinden artan bütün ömrü“sofrada geçmiştir denilebilir. Fakat burası hiç bir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş. bir sohbet ve tartışma meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin yanı sıra en zor devlet işlerinin karara bağlandığı bir meclis olmuştur. Buna «Politikanın. aktüalitenin ziyafet sofrası adını takanlar, yanılmamışlardır.

NE YER NE İÇERDİ?

Atatürk sabahları erken kalkmazdı. Geceleri çok geç, çoğunlukla şafak sökerken yattığı için, gündüz saat onbir, onikiye doğru kalkar, zile basardı. Hemen bir fincan kahveyle o günkü gazeteleri götürürdüm. Kahveyi orta şekerli içerdi. Gayet ince ketenden yapılmış bir entariyle uyuduğu için, uyanınca da bir süre o kıyafetle kalır, divana bağdaş kurarak kahvesini içerdi. Çok yakın arkadaşlarından ve umumi katipten başkası içeriye giremezdi. Bazen de şezlonga uzanır, uzun uzun günlük gazeteleri okurdu. Bu okuma bir buçuk saat kadar sürerdi. Sonra banyosunu yapardı. Temizlik konusunda çok titizdi. Yaz ve kış ayırmaz, muhakkak her gün banyo yapar, her gün çamaşır değiştirirdi. Giyimine karşı titizlik gösterir, tıraşsız katiyyen gezmezdi. Kışın pencereleri açtırır, soğuk havayı ciğerlerine doldururdu. Banyodan çıktıktan sonra soğuk ayranla bir dilim francala yer, bazen ayranın yerine bir kase yoğurt alırdı. Binde bir davetli bir konuk olacak ki , ayıp olmasın diye yemek yesin. Bazen sütlü kahveyle çay istediği de olurdu. İkindi kahvaltısı yapmaz, onun yerine bir bardak ekmeksiz ayran içerdi. Akşam yemeklerini ise kesinlikle arkadaşlarıyla yemek alışkanlığındaydı. Çankaya ve Dolmabahçe Sarayındaki

akşam yemeklerinde sayısı ondan aşağı düşmeyen bir davetli topluluğu her zaman hazır bulunurdu.

Memleket meselelerinin görüşüldüğü bu toplantılarda herkesin düşüncesini öğrenmek isterdi fakat yine de kendi bildiğinden şaşmazdı. Meclise bir istek mi getirilecek, bunu yakınlarıyla tartışmaktan zevk duyardı. Atatürk’ün sofrada günlük olayların dışında harf devrimi, din devrimi gibi yeni ve heyecanlı konular da ortaya

attığı olurdu. Bazen herkesi şaşırtan bu konulardan alacağı olumlu cevaplar da, olumsuz cevaplar da çok hoşuna

giderdi. Herkesi konuşturur, düşüncelerini öğrenir, son sözü her zaman kendisi söylerdi. Bu işte yanıldığını hiç

hatırlamıyorum. Sofra konuşmalarında konuyu hep kendisi açar, başkalarının konu ortaya atmasına meydan vermez, sorduğu soruların karşılıklarını büyük bir dikkatle dinlerdi . Başkalarınınn yaptığı prensiplere değil , ancak kendi prensiplerine uyardı. Bir gün yurdumuzu gezen bir yabancı gazetecinin yaptığı görüşmede programınız nedir? sorusuna Programım benim hareketimden çıkar, karşılığını vermişti.

Doğruluğuna inandığı düşünceyi sonuna dek savunurdu. Hareketli ve heyecanlı yaşantısının tek zevkinin, akşam

sofraları olduğunu söyleyebilirim. Akademik tartışmaların yerini saatler ilerledikçe anılar alır, geçmişten söz edilir, tarihsel olaylar sıralanır, bazen de hoş hikayeler anlatılırdı. Sofrası, çoğu akşamlar bir edebi sohbet meclisi halinİ alırdı . En çok tarih, politika, sanat konuları görüşülür, anılara değinilirdi .
Günlük olaylar üzerinde de durulur ve tartışılırdı.

Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde ilk kez geldiği İstanbul’daki tatili yavaş yavaş sona eriyor, Ankara’ya yol görünüyordu. Cumhuriyet Bayramında başkentte olması gerekti. Benim niyetim Ankara’ya gitmekti. Gece hayatı çok zordu. Dayanamayacağımı sanıyordum. Gitmesine çok az kalmıştı. Bir gece sofrada ansızın sordu:

– Çelebi Efendi, sen de bizimle Ankara’ya geliyorsun değil mi?»

Gelmek ister misin? diye sormuyordu. Geliyorsun değil mi? diyordu. Ne diyeyim. Atatürk’ün emirlerine hiç karşı durulur mu?

– «Evet Paşam.. diye karşılık verdim . Fakat Çankaya’ya gitmemeyi bir kez aklıma koymuştum. İstemediğim yere niye zorla gideyim? Belki unutur diye umutlandım. Bu nedenle de umumi katip Hasan Rıza Soyak’a, ablamın ve eniştemin İstanbul’da oturduklarını, onları bırakamayacağımı, orada hastalanacak olursam bana bakacak kimsem olmadığını söyleyerek, beni Ankara’ya

götürmemelerini rica ettim. Atatürk, Ankara’ya, Bursa’ya uğrayarak gittiği için beni unuttular. Gerçi sofracı arkadaşlardan bazıları Ankara’ya gitmişlerdi ama, bana kimse o hengamede haydi demediği için yerimden kımıldamamıştım. Beni unutacak sanmıştım ama yanılmışım. Atatürk hiçbir şeyi kolay kolay unutmazdı . Korkunç bir zeka ve hafıza gücüne sahipti . Orada sofracı arkadaşlara

– Çelebi nerede? diye sormuş. Onlar da mazeretim olduğunu ileri sürerek kendi kendime bakamayacağım için İstanbul’da ablamın yanında kaldığımı söylemişler. Dolmabahçe Sarayının kadrosundan maaşımı aldığım için yerimden kımıldamak niyetinde değildim. Yazın Atatürk gelince yine O’na hizmet eder diye düşünüyor, kendi kendime üç, dört aylık yorgunluktan bir şey çıkmaz

diyordum.

1928 yılının şeker bayramında gezmek için Ankara’ya gitmiştim. Ankara’yı ilk kez görüyordum. « Hazır gelmişken Çankaya’ya da uğrayayım, arkadaşları göreyim, bakalım ne yapıyorlar? dedim. Köşke girerken, Atatürk yanında yaveri ve umumi katibi olduğu halde bayram tebriklerini kabul etmek üzere Meclise gidiyordu. Bereket beni görmedi . Daha doğrusu hem sıkıldığım için, hem de beni görünce alıkoyar korkusuyla görünmeden geçtim . Birkaç gün sonra da İstanbul’a döndüm. Oysa benim yerimde bir başkası olsaydı, hazır hatırlayıp, arkadaşlarıma ne yaptığımı sormuşken, hemen koşup ellerini öper, gözüne girmeye çalışırdı Aradan iki ay geçmişti, Atatürk, İstanbul’a geldi. Yine eskisi gibi Dolmabahçe’de sofrayı kurduk. Konuklar yanlarında olduğu halde masaya oturur oturmaz işaretle beni yanına çağırdı. Hemen koştum. Önünde eğildim. Eğilince de kulağımı tutup başladı çekmeye. Büyük bir kabahat işlemiş çocuk gibiydim o an. Atatürk, yarı öfke, yarı şaka şöyle dedi:

– Geçen yıl her gece burada gelirim , gel irim diye söz verirsin sonra, orada bana bakacak kimse yok, diye cayar, bizi atlatırsın. Orası insanlıktan nasipsiz bir yer mi ki, gelmekten kaçıyorsun. Sana bakılmaz mı Köşkte. Nasıl söz veriyorsun böyle. Haydi bakalım, şimdi kendini nasıl affettireceksin? »

Kendimi temize çıkarmak için hemen atıldım:

– « Paşam, ben Ankara’ya geldim, dedim .

– Öyleyse niye gelip beni görmedin? ·

– « Gelecektim ama çekindim.

– Bak Ankara’yı da görmüşsün. Saray mı, yoksa Köşk mü daha iyi?»

– Siz içinde oldukça ikisi de iyi . Köşk biraz ufak, ama kullanışlı. Sarayın havası daha başka

Atatürk , Köşkü sevdiğimi böylece anladığı için:

– Öyleyse bu yıl Ankara’ya beraber gideceğiz, dedi.

1928 yılı yazının sonunda Ankara’ya, Atatürk ile beraber gittim. Böylece Ankara hayatım başladı . Artık Atatürk neredeyse, ben de oradaydım. Onun hizmetinde geçti yıllarım.

Bir yaz sonu Atatürk, Ankara’ya dönmüş, ben geçici bir süre için Dolmabahçe’de kalmıştım. Bedavadan aylık

alıyor, bütün gün yeyip içip yan gelip yatıyor, yalnız saraya gelenleri gezdiriyordum. Bütün işim bu kadardı.

Saray başkatibi Mustafa Bey, iş söyleyince kaytarıyor, o da Atatürk’e söylerim korkusuyla fazla üstüme varamıyordu. Bir gün canına tak demiş olacak ki:

– Çelebi, sana bir iş buyuruyoruz. Sen Mustafa Kemal’in adamıyım diye kaytarıyorsun. Şunu yap desek,

saraya bakıyorum, vaktim yok, diyorsun! Aylık Ankara’dan geliyor. Dünyanın kıçına maymuncuğu uydurmuşsun, geçinip gidiyorsun diyordu. Durumumu Ankara’ya duyurmuşlar. Bir punduna getirip Atatürk’e şikayet etmişler. Bir gece davetlilere şöyle demiş:

– Bizim sofracı Çelebi büyük adam olmuş. Çelebi Han adını almış. Bizim gibi Ankara’da oturmaz, Padişah

sülalesinden, sarayda oturur. İşini bilir o »

Bu konuşmaya tanık olan sofracı Remzi , bunları bana ballandıra ballandıra anlattıktan sonra:

– Sanırım seni şikayet edenler, utançlarından o an yerin dibine batmışlardır. O gece sofrada olaydın da kulaklarınla duyaydın, gözlerinle göreydin dedi.

Yemek sürüp gidiyordu. Hava yumuşadığı halde bir gün önce içimi kaplayan korkuyu üzerimden atamamıştım. Her an yine o konuya döneceğinden ödüm kopuyordu. Saat gece yarısını geçiyordu . Birden ismimle bana seslendiğini duydum ve yanına koştum

– Cemal , senin bu ismini değiştirelim, olmaz mı?

Sen kendine göre bir isim bul bakalım. Şaşırmıştım . Daha karşılık vermeye vakit bulamadan:

– Ben sana isim buldum, dedi. Senin ismin Çelebi olsun.

Atatürk’ün çok sonraları yine bir mecliste Biz sevdiğimiz insanlara Çelebi deriz dediğini duymuşumdur. O anda bütün korkum bir bulut gibi dağılıvermişti. Yüzümdeki memnunluğu görünce kabul ettiğimi anladı. Zaten kabul etmemek için hiçbir sebep de yoktu. Fakat bir kere de iznimi almadan edemedi :

– Güzel mi? Çelebi adını beğendin mi?» diye sordu.

– Çok güzel efendim . Siz bulduğunuza göre daha da güzel, dedim.

Bunun üzerine sofradaki konuklara döndü:

– Bu çocuğun ismi bundan sonra Çelebi’dir, diye herkese tanıttı .

Atatürk inceliği, zarifliği kadar gönül almasını çok iyi bilirdi. Hizmetçilerinin bile böyle gönlünü aldığı olurdu. O anda Atatürk’ün bu kadar önem verdiği bir adam olmanın gururu içindeydim . Koltuklarım kabarmıştı. O gün Sarayda kim varsa herkese ve bütün konuklara beni yeni gelmiş önemli bir kişiymiş gibi tanıtıyor:

– Bu zatı bilir misiniz, Çelebi’dir diyordu.

Böylece Atatürk’ün serzenişlerinden, hatta bağırmalarından kurtuluyor, üstelik O’nun sevdiği, çağırırken zevk duyduğu bir isme de sahip oluyordum. O günden, yani 20 temmuz 1922’den itibaren ismim Çelebi olarak kaldı. Arkadaşlar da hala bu isimle çağırırlar beni. Sonradan öğrendiğime göre Atatürk, hizmetine girdikten bir süre sonra, bir yakınının beni methetmesi üzerine

ilgilenip, o gece adımı sormuş. Adımı soruş nedeni de şöyle: Olay gecesinden bir gün önce Söğütlü yatıyla Beylerbeyi Sarayına gitmiştik. Afet İnan’ın mezun olduğu Dam de Sion ( Fransız Kız Lisesi) öğrencileriyle beraberdik. Kızlar kendi aralarında getirdikleri yemekleri yiyorlar, havuzun başında gramofon çalıyor, eğleniyorlardı . Her halde okulu bitirmelerini kutluyorlardı. Hizmet ettik diye Sörlerin biri çıkarıp bana on lira bahşiş vermek istedi . On lira da o zaman büyük para. Almayınca ısrar etti. Yine reddettim. Kadın ille de parayı vermek istiyor, bu yüzden aramızda bir çekişme geçiyordu. Tartışmayı uzaktan gören Afet İnan:

– «Al Cemal Efendi. Almazsan küçük düşerler. Sonra ayıp olur, dedi. Ben de, adetim olmadığı halde bahşişi almak zorunda kaldım.

Meğer o akşam olayı Atatürk’e yetiştirmişler. Kibar hizmetçin tok gözlülük tasladı . Parayı almak istemedi. Az kalsın bizi küçük düşürecekti demişler. Bunun üzerine de o güne kadar yüzüme bile bakmayan Atatürk, adımı sormuş. Bahşiş kabul etmek istemeyişim, anlaşılan beni Atatürk’ün gözünde yükseltmişti.

Bir akşam saat 20 sularında Saray’ın Marmara’ya bakan balkonunda yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk’le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:

– Efendi, efendi diye bana seslendi.

Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı

– Buyrun efendim . Bir emriniz mi var Paşam? diye karşılık verdim.,Cumhuriyet rejiminin kurulmasına rağmen herkes Atatürk’e Paşam, diye hitap ederdi . Beylik, paşalık kalktığı halde bu Paşalık, Atatürk için kalkmadı. Bu, ölünceye dek sürdü.

O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk’le aramızda şunlar geçti :

– Senin ismi n nedir?

– Cemal.

– Sonu yok mu bunun?

– Var, Cemalettin

Bunun üzerine Atatürk birden bana doğru ilerleyerek:

– Haaa! dedi. cisimler Kemalettin olur, fakat Cemalettin olmaz. Sen yine Cemal kal. Dinin cemali miydin. ki, sana bu ismi koydular?

Aradan yarım saat geçmişti . Yemek devam ediyordu. Sevinçten kabıma sığmıyordum. Evet, Atatürk en sonunda benimle konuşmuştu. Hem de uzun uzun. Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlarıma anlatacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hıncımı alacağımı düşünüyordum. Fakat Atatürk; bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi :

– Bu Cemalettin ismini kim koydu sana ? ..

Artık adamakıllı korkmaya başlamıştım

– Babam, diye karşılık verdim.

– Öyleyse baban ne adammış senin!» diye sertçe çıkıştı . Bunun üzerine:

– Ben babamı tanımıyorum, deyince yüzü daha da sertleşti

– Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?

– Ben dokuz aylıkken babam ölmüş

Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı

– Anneni tanıyorsun ya yeter, dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi:

-Ben de babamı tanımıyorum ya

O gece yemek sabahın beşine kadar sürmüştü . Çoğu geceler böyle olur meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü . Bu yüzden Atatürk de sabah saat beşten önce yatağına giremezdi . Saat on birden sonra hava serinlediği için konuklar birer ikişer balkondan içeri girmeye başladılar. Masanın üzerinde boşalmış Dimitrokopulo şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitrokopulodan Atatürk her gece yarım kilo içerdi . Mezesi de sadece tuzlu leblebi idi. Ara sıra da fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesini istediği olurdu. En sevdiği yemekler arasında kuru fasulye ve pilav geldiğini tekrarlamak isterim. Atatürk tekrar beni çağırdı . Yemek isteyecek sanıyordum fakat O’nun aklı hep benim ismimde değil miymiş?

– Ulan, bu ismi sen mi koydun, yoksa baban mı? diye bar bar bağırmaya başladı.

Çok korkmaya başlamıştım . Benim korktuğumu görünce daha fazla bağırıyordu. Artık elim ayağım titremeye başlamıştı. Ayakta duracak halim yoktu. Belki daha fazla kızar da kovulurum diye gözünden uzaklaşmaya karar verdim . Saat üçe doğru sofrayı bırakarak yatmaya gittim. O gece sabaha dek gözümü uyku tutmadı . Yattığım yerde dua ediyordum. Kabusla karışık korkulu rüyalar gördüm. Yavaş yavaş geldiğime pişman bile olmaya başlamıştım. Bu isim de başıma iş açıyordu galiba. Nereden bulmuşlardı bu Cemal ismini de, bana takmışlardı?

Ertesi günde aynı korku ve heyecan içinde geçti. Adeta akşam olmasını istemiyordum. Tek avuntum, Atatürk’ün akşamki olayı unutmuş olmasıydı. Akşam yemeğini hazırlamış, bekliyordum. Saat yirmiye doğru Atatürk, arkasında Afet İnan, Zehra Hanım.

Başyaver Rüsuhi, umumi katip Tevfik Bey olduğu halde salona girdi . Başyaver aşağı inerek öbür konukları da sofraya getirdi . Sofraya oturmadan önce Atatürk konuklara Arapça:

– Faddal, dedi ve herkes masadaki yerlerini aldı.

– Oturunuz, ya da buyurun anlamına gelen bu sözü, çok keyifli olduğu zamanlar sık sık duyduğumu hatırlıyorum . Sofrada ilk sözü bana idi:

– Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpalamıştım . Fakat Cemal’ler daima büyük adamlar olur. Sen de büyük adam olacaksın! Sonra tarihteki ünlüleri sıralamaya başladı:

– Sen Cemal Paşa’yı tanır mısın?

– Şehzade Cemalettin Efendi’yi, Konya Çelebisi Cemalettin’i tanır mısın?

– İsimlerini işittim diye cevap verdim .

– Bu kadarı da yetişir, dedi.

Bir akşam saat 20:00 sularında, Saray’ın Marmara’ya bakan balkonunda, yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk’le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:
“-Efendi, efendi!..” diye bana seslendi.

Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı.
“-Buyrun efendim. Bir emriniz mi var Paşam?” diye karşılık verdim.

Cumhuriyet rejiminin kurulmasına rağmen herkes Atatürk’e ‘Paşam’ diye hitap ederdi. Beylik, paşalık kalktığı halde bu ‘Paşa’lık, Atatürk için kalkmadı. Bu, ölünceye kadar sürdü.

O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk’le aramızda şunlar geçti:
“-Senin ismin nedir?”
“-Cemal.”
“Sonu yok mu bunun?”
“-Var, Cemâleddin.”
Bunun üzerine Atatürk, birden bana doğru ilerleyerek:
“-Haa.” dedi. “İsimler Kemâleddin olur, fakat Cemâleddin olmaz. Sen yine Cemâl kal. Dinin cemâli miydin ki, sana bu ismi koydular?”

Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. Sevinçten kabıma sığmıyordum. Evet, Atatürk en sonunda benimle konuşmuştu. Hem de uzun uzun. Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlarıma anlatacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hıncımı alacağımı düşünüyordum.

Fakat Atatürk, bu Cemâl adına tutulmuş olacak ki, yeniden seslendi:
“-Bu Cemâleddin ismini kim koydu sana?”
Artık adamakıllı korkmaya başlamıştım:
“-Babam.” diye karşılık verdim.
“-Öyleyse baban ne adammış senin!” diye sertçe çıkıştı. Bunun üzerine:
“-Ben babamı tanımıyorum.” deyince, yüzü daha da sertleşti:
“-Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?”
“-Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.”

Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
“-Anneni tanıyorsun ya yeter.” dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi:
“-Ben de babamı tanımıyorum ya…”

O gece yemek sabahın beşine kadar sürmüştü. Çoğu geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden Atatürk de sabah saat beşten önce yatağına girmezdi. Saat on birden sonra hava serinlediği için konuklar birer ikişer balkondan içeri girmeğe başladılar. Masanın üzerinde boşalmış DİMİTRİKOPULO şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitrokopulodan Atatürk her gece yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuz­lu leblebiydi. Ara sıra da fava denilen zeytinyağlı, limon­lu bakla ezmesini istediği olurdu. En sevdiği yemekler arasında
kuru fasulye ve pilav geldiğini tekrarlamak iste­rim. Atatürk tekrar beni çağırdı. Yemek isteyecek sanıyordum. Fakat O’nun aklı hep benim ismimde değil miymiş?
– Ulan, bu ismi sen mi koydun, yoksa baban mı? diye bar bar bağırmağa başladı.

Çok korkmağa başlamıştım. Benim korktuğumu görünce daha fazla bağırıyordu. Artık elim ayağım titremeğe başlamıştı. Ayakta duracak halim yoktu. Belki daha fazla kızar da kovulurum diye gözünden uzaklaşmağa karar ver­dim. Saat üçe doğru sofrayı bırakarak yatmağa gittim. O gece sabaha dek gözümü uyku tutmadı. Yattığım yerde dua ediyordum. Kabusla karışık korkulu rüyalar gör­düm. Yavaş yavaş geldiğime pişman bile olmağa başlamıştım. Bu isim de başıma iş açıyordu galiba. Nereden bulmuşlardı bu Cemal’i de, bana takmışlardı? Ertesi gün de aynı korku ve heyecan içinde geçti. Adeta akşam olmasını istemiyordum. Tek avuntum, Ata­türk’ün akşamki olayı unutmuş olmasıydı.

Akşam yemeğini hazırlamış, bekliyordum. Saat 20:00’ye doğru Atatürk, arkasında Afet İnan, Zehra Hanım, Başyaver Rüsuhi, Umumi Kâtip Tevfik Bey olduğu halde salona girdi. Başyaver aşağı inerek öbür konukları da sof­raya getirdi. Sofraya oturmadan önce Atatürk konuklara Arapça: “-Faddal” dedi ve herkes masadaki yerlerini aldı. Oturunuz ya da buyrun anlamına gelen bu sözü, çok keyifli olduğu zamanlar sık sık duyduğumu hatırlıyorum. Sofrada ilk söz bana idi: “-Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpalamıştım. Fakat Cemal’ler daima büyük adamlar olur. Sen de büyük adam olacaksın .”
Sonra tarihteki ünlüleri sıralamaya başladı;
•Sen Cemal Paşa’yı tanır mısın? Şehzade Cema-lettin Efendi’yi , Konya Çelebisi Cemalettin’i tanır mısın? .. – • İsimlerini işittim, .. diye cevap verdim. – u Bu kadarı da yetişir, .. dedi. Yemek sürüp gidiyordu. Hava yumuşadığı halde bir gün önce içimi kaplayan korkuyu üzerimden atamamıştım. Her an yine o konuya döneceğinden ödüm kopuyordu. Sa­at gece yarısını geçiyordu. Birden ismimle bana seslen­diğini duydum ve yanına koştum. – • Cemal, senin bu ismini değiştirelim, olmaz mı? Sen kendine göre bir isim bul bakalım.• Şaşırmıştım. Daha karşılık vermeğe vakit bulamadan: – •Ben sana isim buldum, .. dedi. .. senin ismin Çe­lebi olsun.• Atatürk’ün çok sonraları yine bir mecliste u Biz sev­diğimiz insanlara Çelebi deriz, ,, dediğini duymuşymdur. O anda bütün korkum bir bulut gibi dağılıvermişti. Yüzümdeki memnunluğu görünce kabul ettiğimi anladı. Zaten kabul etmemek için hiç bir sebep de yoktu. Fakat bir kere de iznimi almadan edemedi : – · Güzel mi? Çelebi adını beğendin m i ? » diye sordu. – • Çok güzel efendim. Siz bulduğunuza göre daha da güzel ,• dedim. Bunun üzerine sofradaki konuklara döndü: – · Bu çocuğun ismi bundan sonra Çelebi’dir,• diye herkese tanıttı. Atatürk inceliği, zarifliği kadar gönül almasını çok iyi bilirdi. H izmetçi lerinin bile böyle gönlünü aldığı olurdu. O anda Atatürk’ün bu kadar önem verdiği bir adam olmanın gururu içindeydim. Koltuklarım kabarmıştı. O güll Sarayda kim varsa herkese ve bütün konuklara beni yenr gelmiş önemli bir kişiymiş gibi tanıtıyor: – · Bu zatı bilir misiniz, Çelebi’dir, .. diyordu. Böylece Atatürk’ün serzenişlerinden, hatta bağırma-

Bir akşam saat 20 sularında Saray’ın Marmara’ya bakan balkonunda yirmi kadar tanınmış konuk Atatürk’le yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk:
“-Efendi, efendi!..” diye bana seslendi.

Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı.
“-Buyrun efendim. Bir emriniz mi var Paşam?” diye karşılık verdim.

Cumhuriyet rejiminin kurulmasına rağmen herkes Atatürk’e ‘Paşam’ diye hitap ederdi. Beylik, paşalık kalktığı halde bu ‘Paşa’lık, Atatürk için kalkmadı. Bu, ölünceye kadar sürdü.

O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk’le aramızda şunlar geçti:
“-Senin ismin nedir?”
“-Cemal.”
“Sonu yok mu bunun?”
“-Var, Cemâleddin.”
Bunun üzerine Atatürk, birden bana doğru ilerleyerek:
“-Haa.” dedi. “İsimler Kemâleddin olur, fakat Cemâleddin olmaz. Sen yine Cemâl kal. Dinin cemâli miydin ki, sana bu ismi koydular?”

Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. Sevinçten kabıma sığmıyordum. Evet, Atatürk en sonunda benimle konuşmuştu. Hem de uzun uzun. Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlarıma anlatacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hıncımı alacağımı düşünüyordum.

Fakat Atatürk, bu Cemâl adına tutulmuş olacak ki, yeniden seslendi:
“-Bu Cemâleddin ismini kim koydu sana?”
Artık adamakıllı korkmaya başlamıştım:
“-Babam.” diye karşılık verdim.
“-Öyleyse baban ne adammış senin!” diye sertçe çıkıştı. Bunun üzerine:
“-Ben babamı tanımıyorum.” deyince, yüzü daha da sertleşti:
“-Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?”
“-Ben dokuz aylıkken babam ölmüş.”

Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
“-Anneni tanıyorsun ya yeter.” dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi:
“-Ben de babamı tanımıyorum ya…”

O gece yemek sabahın beşine kadar sürmüştü. Çoğu geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden Atatürk de sabah saat beşten önce yatağına girmezdi. Saat on birden sonra hava serinlediği için konuklar birer ikişer balkondan içeri girmeğe başladılar. Masanın üzerinde boşalmış Dimitrokopulo şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü RAKISI olan Dimitrokopulodan Atatürk her gece YARIM KİLO içerdi.

1927 yılının güneşli bir temmuz günüydü.
O zaman şimdiki Dış Hatlar İşletmesi olan Sultan Aziz zamanında kurulmuş Seyrüsefain İdaresi’nde çal ışıyordum. Henüz on yedi yaşında, ince, zayıf, içi hayat ateşiyle dolu bir genç­tim. Bu idareye tam üç yıl önce, henüz çocuk denecek yaşta, kısa pantolonlu, tüysüz bir çırak olarak girmiştim. O zamanlar çok çalışkandım. Kendimi işe verdim mi, ba­şımı zor kaldırırdım. Bu hal amirlerimin de dikkatini çek­miş olacak ki , çok geçmeden karşılı.ğını görmekte gecik­medim. Bir gün müdüriyetten çağırıp: – «Seni Saraya göndereceğiz, hazır ol, .. dediler. Heyecandan az daha yüreğim ağzıma gelecekti . Önce pek iyi anlayamamıştım ama, birkaç dakika sonra Atatürk’ ün hizmetine gireceğimi sezinlemiştim. Heyecanım bun­dan ileri geliyordu. Saraya gönderileceğimi hemen arka­daşlarıma açtım. Kimi: – Çok sert adam . . . Kimi : – ·Gece hizmeti çok zor diye maneviyatımı bozu­yor, beni caydırmağa çalışıyor, sonra da:
Sen bilirsin, yine de istersen git, .. diyorlardı. O gece uykum kaçtı. Kendi kendime: – • Haydi Cemal,• diyordum. ·Göster kendini. Talih kuşu insanın başına bir kere konarmış. Bu herkese nasip olmaz. Senin şansın varmış ki, böyle büyük bir adamın hiz­metine çağrıldın. Aptallık etme. Bunlar seni kıskandıkla­rı için böyle konuşuyorlar,• diyordum. Ertesi günü sevinçten kabıma sığamıyordum. Aynı za­manda içimi de heyecanla dolu büyük bir korku kaplamış­tı. O’nun karşısında ilk anda bir pot kırarsam, diye düşü­nüyordum. Ne yapardım o zaman? Günlerden 3 temmuzdu. O gün yeni görevime başla­yacaktım. O zaman çok ünlü olan Galatasaray’daki Trink Mağaza’sından bana güzel bir smokin, rugan pabuç al­mışlardı. Bunaltıcı sıcağın etkisiyle smokinin içinde bu­ram buram ter döküyordum. Fakat bu kıyafet içinde o ka­dar şıktım ki . . . Atatürk, benden iki gün önce 1 temmuz cuma günü lstanbul’a gelip Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmişti. İşte beni Atatürk’ün hizmetini göreceğim bu saraya götürüyor­lardı. O zaman kamara amirimiz olan, daha sonra da Devlet Denizyolları Başmüfettişliği’nde bulunan Muzaffer Bey’le rıhtımda bekleyen Çankaya motoruna bindik. Gözlerimi kapıyor, Atatürk’ün yanında geçireceği m günlerin hayali­ni kuruyor, sonra birden Muzaffer Bey’in sesiyle daldığım hayal aleminden uyanıyordum. Muzaffer Bey, •Çocuğum, şimdi seni Saraya götürüyorum. Orada çok dikkatli olman lazım,• diyerek öğüt veriyordu. Can kulağı ile Muzaffer Bey’i dinliyor görünmeme rağmen, aklım çok daha başka yerlerde idi. Yine onun öğütleriyle irkilerek kurduğum hayal evreninden aşağı ini­yordum. – ·Orada her ne görürsen, duyarsan, gördüğünü görmemezlikten, işittiğini işitmemezlikten geleceksin. Senin için çok iyi olur.• Motorumuz, Boğaz’ın mavi sularını yararak Dolma­bahçe Sarayı’na yanaştı . Rıhtıma ayak bastığımız zaman heyecanım son haddini bulmuştu. Hayatta çok şaşırtıcı olaylarla karşılaştım. Atatürkün hizmetinde tam on iki yıl boyunca çeşitli olaylarla karşı karşıya geldim. Fakat hiç birinde O’nunla ilk karşılaştığım ve bana ilk seslenişi an­larını unutamadım. Atatürk, duyduğuma göre padişahların oturduğu sa­raylarda oturmağa önceleri hiç niyetli değilmiş. Hatta kız­kardeşi Makbule Atadan ağabeysini misafir etmek için Kuruçeşme’dekl evi baştan aşağı silip süpürmüş, O’na layık bir hale getirmeğe çalışmış. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ilk kez geldiği lstanbul ‘da, ilk gün Dolmabahçe’ye merasim icabı uğramış. Makbule Atadan, hem kendisini karşılayıp, hoş geldin demek, hem de evine götürmek üze­re Saray’a gittiğinde sevinç içinde gördüğü Atatürk’ün bir­den keyfi, neşesi kaçıvermiş. O sırada kendisine bir mek­tup getirmişler. Mektubu yazan ·Sarayda oturmağa hak­kın yok,• diyormuş. Mektubu da ·bak, hain ne yazmış. imzasını bile atmamış, .. diye kızkardeşine uzatmış. Son­radan Makbule Atadan: ·Ağabeyimin Saray’da kalmasına sebep olan bu mektuptur. Çünkü Saray’da kalmağa niyeti yoktu. ilk gün merasimden sonra bize gelecekti. Bu gibi tehditleri hiç sevmez, sinirlenirdi, demişti. Atatürk, lstanbul’a, Derince’den bindiği Ertuğrul ya­tı ile gelmiş, görülmemiş bir karşılama töreni yapılmıştı. Dolmabahçe Sarayı’na çıkınca da büyük merasim kapısı­nın arkasındaki salonda lstanbul’un her sınıf halkının tem­silcilerini kabul etmiş
Hoş geldiniz, diyenlere verdiği tarihi cevapta: •Artık bu Saray Tanrı’nın yeryüzündeki gölgelerinin değil, gölge olmayan, gerçek olan milletin Sarayı’dır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım,• demişti. Atatürk, bir daha Dolmabahçe’den ayrılmadı. lstanbul’a her gelişinde ora­da kaldı. Hayata da orada gözlerini yumdu. Seyrüsefain İdaresi’nden benimle beraber Saray’a Rüknettin ve Vus’at adında iki arkadaş daha istemişlerdi. Fakat onlar Atatürk’ün hizmetçisi olamadılar. Saray’da ka­lıp Yaverlikte (Kalem-i Mahsus) çalıştılar. Atatürk, An­kara’ya dönünce iki arkadaş denizyollarındaki eski işleri­ne başladılar. Ne tuhaf! Hayatında hiç saray, hatta müze bile gez­memiş olan ben, o gün doğma büyüme bir saraylı gibi çev­reme bakmadan çalımla dimdik yürüyordum. Muzaffer Bey önde, ben arkada, o zaman özel kalem müdürü olan, son­radan umumi katipliğe yükselen Atatürk’ün mahremiyeti­ne kcıdar girenlerden biri olan Hasan Rıza Soyak’ın karşı­sına çıktık. Atatürk’ün en güvendiği insanların başında geldiğ_ini zamanla anladığım Hasan Rıza Soyak, adımı .. yaşımı so­rup, Salihlili olduğumu öğrendikten sonra zile bastı, Baş­sofracı İbrahim (Ergüven) Efendi’yi çağırdı. Beni teslim alan başsofracı da koridorlarda yürürken aynı soruları so­ruyor, nerel i , kim olduğumu, bundan önce nerelerde ça­l ıştığımı öğreniyordu. Böylece Saray’ın Harem kısmına şimdiki adıyla Hu­susi Daire’ye geldik. Benim de böylece Saray hayatım başlamış oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir