İçeriğe geç

Aşkın Diyalektiği Kitap Alıntıları – Rasim Özdenören

Rasim Özdenören kitaplarından Aşkın Diyalektiği kitap alıntıları sizlerle…

Aşkın Diyalektiği Kitap Alıntıları

Ama gönlünde aşkın hakikatine yer vermek üzere yola çıkanlar için, gönlün ferman dinlemediği fehvası geçerliliğini koruyor ve korumayı sürdüreceğe benziyor.
Kendinden kaçarken nereye varıyorsun?
Aşk bir yalvarmadır:
kalbin yalvarışıdır..
Sevilen sevdirmese, seven sevmez diyorlar..
İnsan kendini aşmaya teşebbüs ettiği ve kendini aştığını sandığı her seferinde, gene kendisi olarak kalmış olduğunu fark etmekte bir kısır döngünün içine düşmüş olduğu duygusuna kapılır.
İnsanın dürüst olması, kendine karşı dürüst davranması, kendini aldatmamasının kanıtı olamaz.
Gerçek aşk öykülerinin tamamı hüsranla sonuçlanır. Ve işin ilginç yanı, mutlu sonla biten aşk hikayeleri insanın üstünde derin ve kalıcı bir etki bırakmaz.
Yoksa bütün bu çabalar senin kendinden kaçma denemeleri midir? Kendinden kaçarken nereye varıyorsun?
Hayır, hayalimiz bizi zorlamıyor; yaşadığımız hayat hayalimizi zorluyor.
Ancak bir sevgili, seveni sonsuz kılmaya muktedir olabilir. Ancak bir sevgili tarafından durmadan yenilendiğimizi duyumsarız. Biz kendimiz, kendi varlık tasımızı durmadan boşaltmaya belki güç yetiremeyiz, ama bir sevgili bu işi başarabilir, bu tası durmadan boşaltabilir ve her defasında onu taze yaşayışlarla durmadan doldurabilir.
Kendilerinin de farkında olmayan talihsiz ve belki hasta yolcular…
Vuslat çoğu kez, âşığın hep bir kulaç ötesinde durur ve trajik olan da bu bir kulaçlık ulaşılamayan mesafede yaşanır. Olanlar orada olur. Allah Resulü’nün miraçta Sevgili’ye bir yay mesafesine kadar yaklaştırılması ve o mesafenin ihlâl edilmesine izin verilmemesi belli bir hikmetin tecellisine mebni olmalıdır. Âşığın tek taraflı olarak veya âşıkların iki taraflı olarak vuslata bir yay mesafesi uzaklıkta (veya yakınlıkta) duruyor olmaları, onların karşı tarafa olan özlemini çoğaltır, keskinleştirir, bileyler. O mesafe, aşkın sürekli biçimde yeni kalmasına ve yenilenmesine yol verir.
Ben yağmurdan yaştan değil,
Aşkından sırılsıklamım
Mecnun, ancak gerçek Leyla ile karşılaştığı anda, Leyla’nın da aşılmış olduğunu fark eder. Mecnun, üzerinde yer aldığı düzlemi ancak o anda değiştirme mecburiyetiyle karşılaşır ve aslında o düzlemi değiştirmiş olduğunu da görür. Bu yeni düzlem, Mecnun için, artık ilahî aşkın ardına düşüleceği bir alandır. Bu alanda, artık hedef vardır; fakat bu hedef âşığın önünde bir ufuk gibi durur: Ufuk, ulaşılan her menzilin önünde bir daha durmaktadır, durur. Ama âşığın payına düşen, onu sürekli kovalamaktır, o belki ufkun sınırına asla ulaşamayacaktır, ama ona ulaşmak için umudunu ve cesaretini de yitirmesine meydan yoktur: Çünkü ufka doğru atılmış her adım, âşığı baştanbaşa yenilemeyi sürdürüp durur.
Gönül, sevmesinde ya da sevmemesinde, aslında “kendi iradesine” bile bağımlı görünmüyordu. O, sevmeye yöneldiğinde, bu yönelim onun kendi kararı ve iradesiyle vuku bulmuyordu: Gönül, kendisi de bilmeden ve farkına varmadan, adeta kozmik bir iradeye boyun eğmiş olarak sevmeye yöneliyordu. Durum böyle olunca, insanların: “Ben sevmeye ya da sevmemeye karar verdim” diye bir cümle kurmaları saçma görünüyordu. İnsanlar severlerse, iradeleri dışında severlerdi.
İnsan sevmeye görsün! Sevdiği anda, sevgilinin kusurları da, ânında meziyete dönüşür. Başkası için ve nesnel olarak tespit edilebilecek kusurlar, sevenin indinde çoktan meziyet haline dönüşmüştür bile. Vaktiyle seyrettiğim bir tuluat tiyatrosunda, sevgilinin kusurları dile getirilirken o kusurlardan her birinin seven nezdinde nasıl da meziyet haline geldiği şöyle anlatılıyordu: sevgilinin, diyelim ki topal olduğu vurgulanmışsa, seven: “Ama, diye itiraz ediyor ve, o ne güzel aksayıştır!” diyordu. Sevgilinin bir gözünün görmediği ileri sürülecek olsa, seven itiraz ediyor ve: “Ama o körlük öteki gözün bakışına nasıl da derinlik kazandırıyor ve o yüzü nasıl da anlamlı kılıyor!” diyordu.
Âşıklar, ölümle sınava çekilmeye baş koymuşlardır. Çünkü ilâhî aşkta olduğu gibi, beşerî aşkta da, ancak ölümün gerçek vuslatla özdeş olduğu düşünülür. Onun dışındaki vuslat hali aşkı öldüreceği, dolayısıyla gerçek vuslata ket vuracağı için istenmez. Bu da aşk halinin kendi iç çelişkisidir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Âşık, yaşadığı aşk duygusundan öylesine hoşnuttur ki, aslında, içten içe vuslatı da reddeder. O, bir başına yaşadığı aşk duygusunu yaşamaya taliptir. Bu durumu dünya edebiyatında en uç noktada Fuzuli belirtmiştir. Onun: “Âşk derdiyle hoşem el çek ilacından tabip” deyişi tam da bu durumun ifadesini ortaya koyuyor. Onun Leyla ile Mecnun mesnevisi bu halin hikâyesinden ibarettir. Mecnun aslında Leyla’ya kavuşma imkânını ele geçirdiği her seferinde, bizzat kendisi bu imkânı ve fırsatı kullanmayı reddeder. Kâbe’de aşkının çoğalması için dua eder, oysa kendisinden beklenen derdinin izalesi için dua etmesidir.

Nevfel kabilesinin reisi onun için Leyla’nın kabilesiyle savaşa girdiğinde, Mecnun, Leyla’nın kabilesinin kazanması için (çünkü o kabile Leyla’nın kabilesidir, Leyla’nın mensup olduğu hiçbir şeyin zarara uğraması âşıkın isteyebileceği bir şey değildir) dua eder. Ve nihayet bizzat Leyla, çölde Mecnun’a geldiğinde, Mecnun, ünlü, “ben bensem sen kimsin; sen sensen ben kimim?” deyişiyle onu da reddeder. Böylece bütün kavuşma imkânları bizzat âşık tarafından geri çevrilir. Ve her defasında, yaşanan aşk duygusu biraz daha artmış olarak devam eder. Aşk ilişkisinin sayısız hikâyeye konu oluşunda baş faktör, işte bu kavuşamama halidir.

Kalp için maşukun anlamı nedir? Kalp ötekine kavuştuğunda yoksa kendisi ile mi buluşmuş oluyor? Maşuk, yoksa kalbin bizzat kendisi haline mi geliyor? Kalp, maşuka bir misafirhane mi oluyor? Sahip kim? Misafir kim? Nasıl belli oluyor, buna kim karar veriyor?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Şu âleme baksan görürsün ki, baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle âdeta dinin kâfirlerle savaşması gibi savaşır durur. Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü sağa doğru gidip arayacağını aramada. Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk âleminde gör. Onların fiilî savaşları, gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör de o aykırılığı anla.”
“Nuh, tam dokuzyüz yıl kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkârı arttı. Fakat o söylemeden vazgeçti mi? Hiç sükût mağarasına çekilmeye kalkıştı mı? Köpeklerin havlamasıyla kervan, hiç yolundan kalır mı? Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin havlamasıyla yürüyüşünü ağırlaştırır mı? Ay, ışığını saçar, köpek de havlar durur. Herkes yaratılışına göre bir hizmette bulunur.”
Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?”
Eğer Süleyman (Aleyhisselâm) kuşdilini biliyor idiyse, kuşlarla konuşurken acaba ne yapıyordu? O anda bunu çılgınca merak ettim. Kuşdilini konuşurken acaba hangi sesleri çıkartıyordu? Yoksa sessiz bir konuşma mıydı o? Yunus Emre’nin deyişine bakılırsa, bu konuşmanın bir tür sükût sohbeti biçiminde akışması gerekiyor. Çünkü o: “Süleyman kuşdilin bilir dediler” dedikten sonra, şunu da vurguluyordu: “Bir Süleyman var, Süleyman’dan içeru.”
Sonunda geldiğin yer neresi? Ve sonunda bir yere gelmişsen, sen başlangıçtaki o musun? Yoksa bütün bu çabalar senin kendinden kaçma denemeleri midir? Kendinden kaçarken nereye varıyorsun?
Acaba âşığın, başlangıçta salt yalnızlığını yaşayan âşığın maşuktan aldığı çağrı mıdır o ses? Yoksa kendi içindeki arayışın maşuka yöneltilmiş çağrısı mıdır?
Hallac, aradığını kendi içinde, kalbinde bulmuştu: Orası Allah celle celaluhu’nun eviydi: Orada hem aşkın kendisi, hem aşkın nesnesi bir arada bulunuyordu.
“ severken onu kendini seviyor, isterken kendini istiyordu, içini yakan ateşi tutuşturan da kendiydi.”
Ama dertsiz aşk, tam aşk değildir. Meleklerde aşk vardır, dert yok.
Hayat, meçhul olandır. Hem de yalın bir meçhul olma hali sayılamayacak bir bilinemezlik hal olarak durur karşımızda.
Kendi yalnızlığını parçalayarak onun dışına çıkmaya savaşan kimse, bunu başardığı anda, bu kez kendi eliyle oluşturmadığı bir başka ve mutlak bir yalnızlığın üyesi olmanın kapısında durmaktadır şimdi.
Ölmeden önce öleceğini bildiği için ölmeden önce ölmeyi deneyebilen fıtratıyla da o, öteki mahlûkatın üstünde yer alır: Durum, elbette bunun bilincinde olanlar için söz konusudur.
İnsan, ölmeden önce öleceğini bilebilen biricik yaratıktır.
Faulkner, bir romanında (Soldiers’ Pay) şöyle söyler: “Aşk ve ölüm: dünyanın ön kapısıyla arka kapısı. Bunlar bizde nasıl da çözülmezcesine birleşmiştir!
İnsan ancak ölerek ölümsüz olan bir hayata intikal edebiliyor.
“Aşk hikâyesi kesilmez, sonu yoktur.” (Necip Fazıl, Mektubat, s.57)
Ve mesela dünyevî zemindeki aşk olayının, aslında, hakikat zeminindeki maşuku bulmanın yalnızca bir ilk durağı olduğu ileri sürülemez mi?
Ama aşk, bu sınırla mukayyet değildi. Çünkü o, yanmaya talipti ve yakmaya.
Ateş genleşmenin, dışa doğru açılmanın, başkasına ulaşma arzusunun sebebidir. Soğukluk ise büzülmenin, kendi içine kapanmanın, başkasından uzaklaşmanın sebebini oluşturuyor.
Marmeladov, Raskolnikof’a şöyle söyler: “Her insanın, hiç olmazsa gidebileceği bir yeri olması lâzım değil mi? Zira öyle zaman oluyor ki, mutlaka hiç değilse, bir yere gitmek gerekiyor.”
Âşıksa kendini yürümeye adamış olan biridir: yürümeye, ulaşmaya değil!
Geriye dönmek, bunca emeği heba ederek, en başa, o kararsızlık ânına dönmek olurdu.
Hep öyle mi olur acaba? Bir şeyi anlamaya çalıştıkça yollar çatallanıyor.
Aşık olmanın, bir bakıma kendinden geçmek ve kendini bir başkasına aktarmak ve başkasında yaşamak olduğunu kabul edersek, insanın kendini aşma çabasının bu suretle gerçekleştirilebileceği hususu da anlaşılabilir olur.
“Bende Mecnundan füzûn âşıklık istidadı var/ Âşık-ı sadık menem Mecnunun ancak adı var.” (Fuzuli)
Âşık kişi de, sürekli biçimde sevgilisiyle birlikte bulunur: Onunla olmadığı zamanlarda da, zihnen ve ruhen onunla birliktedir o!
Bir şeylerin değişmiş olduğu kesin görünüyor, ama değişen şey aslında nedir? Değişen şey aşkın kendisi midir, aşka yüklenen anlam mıdır, yoksa insanların gönülden anladığı kavram mı değişikliğe uğramıştır?
Çünkü seveni, sevgiliye yaklaştıran özelliğin, bence, “güzellik” denilen şey olup olmadığı meçhuldür.
İnsan sevmeye görsün! Sevdiği anda, sevgilinin kusurları da, ânında meziyete dönüşür.
Çünkü ilâhî aşkta olduğu gibi, beşerî aşkta da, ancak ölümün gerçek vuslatla özdeş olduğu düşünülür. Onun dışındaki vuslat hali aşkı öldüreceği, dolayısıyla gerçek vuslata ket vuracağı için istenmez. Bu da aşk halinin kendi iç çelişkisidir.
Çünkü vuslat gerçekleştiğinde, aşk ilişkisi, düz bir sevgi ilişkisine dönüşür.
Ve işin ilginç yanı, mutlu sonla biten aşk hikâyeleri insanın üstünde derin ve kalıcı etki bırakmaz.
Kalp belki kendi yalnızlığına ağlayabilir? Ama bu yalnızlık, kalbin, maşukuna uzak düşmüşlüğünden doğmuyor mu?
Maşukuna ulaşıp ulaşmadığını da bilmez. Onun içindir ya, arayışı sürüp durur. Ona arayışının sonuna geldiği maşuku tarafından bildirilir.
Kalp, bu arayış esnasında soruların yeridir. Huzurun bulunmadığı yerdir. O, maşukuna ulaşıncaya değin sorularını sürdürür. Bir kararda durmaz.
Yoksa bütün bu çabalar senin kendinden kaçma denemeleri midir? Kendinden kaçarken nereye varıyorsun?
Seven de bilir ki, mutlak biricik olan tanımı gereği, yalnızca Tanrı’dır. Bu demektir ki, benzersizliğinde de benzersiz ve biricikliğinde de biricik olan:
mutlak biricik olan tek varlık Tanrı’dır. Böylece sevenin, sevgiliyi biricikleştirirken çoğu kez yapılan “ilah” veya “ilahe” gibi yakıştırmalar anlam kazanıyor. Böylece beşerî sevgi ile ilahî sevgi arasında veya beşerî aşktan ilahî aşka yönelmiş bir geçişliliğin bulunduğunu ileri sürmek imkân dâhiline giriyor.
Kayıtsız kalmanın yolu, her zaman birkaç sevgiliye sahip olmaktan geçer; çünkü yitirildiği anda onlardan yalnızca biri yitirilmiş olur!
Günümüzde insan kendini bütünüyle denetleyebildiği, kendini kendi kararıyla “yapabildiği” hususunda bir illüzyon yaşıyor. “Artık sevmeyeceğim” diyen biri, kendi açısından bir gerçeği dile getirmiş olsa bile, aslında dile getirilen gerçeğin bir illüzyona tekabül ettiği gözden uzak tutulacak gibi değil.
aşk derdiyle hoşem el çek ilacından tabip
Sevilen sevdirmese, seven sevemez, diyorlar. Bu, acaba, kalp de bir başına işe yaramaz mı demek oluyor?
Acaba hangisi daha dramatik bir olgudur: sevgilinin bulunup da nerde bulunduğunun bilinmemesi mi, yoksa nerde yitirildiğinin bilinmesine rağmen kendisinin bulunmaması mı?
Aşık, yaşadığı aşk duygusundan öylesine hoşnuttur ki, aslında, içten içe vuslatı da reddeder.
, böyle bir yolculuğa çıkmayı denemek isteyenin., daha yolculuğun başında , kendi ben’ini yanına almaması gerektiği anlaşılıyor.

SON

O , Allah’ı ararken O’nu kendinde , kendi kalbinde buldu.

Eğer kendini aramak üzere yola çıkmış olsaydı , o takdirde kendini de O’nda bulacaktı.

Sen ‘ben’ derken kendinle birlikteydin , fakat ben kendimi kendimden arındırmıştım.
Hallac’tan Şeytana Cevap
Ya Aşk Yoksa

Ya bulamıyorsa ? Eğer gerçekten bulamıyorsa , bu , onun istidadı , yeteneği ile ilgili bir mesele sayılmalıdır. Bulamayan , kendi yetersizliği yüzünden bulamıyor. Yoksa o orada durmaktadır : Roma’nın kendi coğrafyasında durmasından daha sahici olarak hem de !

. aşk serüvenine bitmeyen bir koşu olarak bakabiliriz ; bittiği anda yeniden başlayan , başlaması gereken bir koşu..
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.

Sezai Karakoç

Bir bakıma her an hedefin üzerinde bulunan , bir bakıma da hedefi daima kendisinden uzakta kalan birinin durumu
Galiba ben aşıkım.
İşte bu teşhisle birlikte katıksız bir aşık oluverir.
Nefesi olan herkes , bir zurnayı öttürebilir ; ama zurnadsn ahenkli sesler çıkartma becerisini gösterebilenler ancak ona aşkla yönelmiş olanlardır.
Demek ki , zurnayı her öttürebilen kimse onu çalıyor sayılmaz.
. : aşığın kalbi sevgiye doymuyor , sevginin sonsuz armağanı için daima doldurulacak bir yeri kalbinde , kalbinin kalbinde barındırıyor.
Ancak bir sevgili tarafından durmadan yenilendiğimizi duyumsarız.

Biz kendimiz , kendi varlık tasımızı durmadan boşaltmaya belki güç yetiremeyiz , ama bir sevgili bu işi başarabilir , bu tası durmadan boşaltabilir ve her defasında onu taze yaşayışlarla durmadan doldurabilir.

Orası artık yeni bir dünyadır , mutlak ibaha (mübahlık) dünyasıdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir