İçeriğe geç

Aşk Felsefesi Kitap Alıntıları – H. Ömer Özden

H. Ömer Özden kitaplarından Aşk Felsefesi kitap alıntıları sizlerle…

Aşk Felsefesi Kitap Alıntıları

Sevgi eğitiminden geçen herkes ömür boyunca mutluluğa daha yakın olacaktır.
En zor işlerden biride insanı tanımaktır.
İnsan sevgisini aklıyla değil duygularıyla yakalar, duyguları ve sezgileriyle hisseder, gönlünde yaşatır ve büyütür.
Bir kalbim var ki benim sevdiğinden burkulur kahredenden ziyade sevilenden korkulur.
Aşk yerine göre yol olur yürünür yerine göre iman olunur uyulur bazen ateş olup yakar bazen deniz olup boğar.
Bütünü arzulamaya ve ona çabalamaya aşk denir.
Aşk anlatılmaz yaşanır.
Çünkü “aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasına hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar
Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat.”
“Birisi ‘âşıklık nedir?’ diye sordu. Dedim ki benim gibi olursan bilirsin.

Mevlana

Aşkı anlamanın en iyi yolu, bizzat yaşayarak, tecrübe ederek anlamaktır. Bu bakımdan aşk için, “anlatılmaz, yaşanır” ifadesinin kullanılması bir realiteyi yansıtmaktadır.
Felsefe aşka değil, aşk felsefeye egemendir. Kavrama boyun eğmediği için aşkın, felsefi tahlillere tabi tutulması da zordur, ama imkânsız değildir.
Aşk, nefret, acı gibi duygular, yaşanarak anlaşılabilen olgular olduğu için, sübjektif niteliklidirler ve mantık kuralları çerçevesinde tanımlanamazlar.
Her aşkta sevgi vardır, ama her sevgi aşk değildir. Her insan sevebilir, ama her insan aşk yaşamayabilir, aşkın ne olduğundan hiç haberi bile olmayabilir; hatta aşktan nefret edebilir. Ama tüm bunlar, aşkı, bir problem alanı olmaktan çıkarmaz.
Cinsellik içeren duygusal aşk, ya birdenbire ya da belli bir süreçte gerçekleşebilir; ama mutlaka bir hayranlıkla başlar. Karşı cinse duyulan bu hayranlık, giderek tutkuya dönüşür ve umutla beklenir. Artık aşk doğmuştur.
“Aşk ateşi” veya “aşkın yakıcılığı” deyimleri de aşktaki bu çile çekme durumundan dolayı söylenmiş olsa gerektir. Dolayısıyla aşkın yoruculuğuna karşı sevgi daha açıktır, bu yüzden daha munistir, dinlendiricidir.
Aşkını dile getirip getirmeme düşüncesi veya isteği bile bir iç çekişmeye dönüşüp âşığa ıstırap vermektedir. Çünkü aşkta bir gizlilik vardır, insanın içinde fırtınalar koparır, belki de ıstırap vermesi bu şakıdığından ve hırçınlığından dolayıdır.
Sevgi, birdenbire değil, yavaş yavaş öğrenilebilir; oysa aşk, nerede ve ne zaman olacağı bilinmeden başlayabilir. Bu bakımdan sevgi kontrol altına alınabilir ama aşkı kontrol altına almak pek mümkün değildir.
Günlük hayatımızdan, iş hayatımıza; cinsel yaşantımızdan, dinsel yaşantımıza, kısacası doğumdan ölüme kadar tüm hayatımıza damgasını vurmuş sihirli bir sözcüktür aşk.
Ancak aşkın kendisi zordur. Aşk hikâyelerine, romanlarına ve şiirlerine bakıldığında aşkı yaşamanın oldukça sıkıntılar içerdiği görülmektedir. Ama aşk hakkında yazmak, yaşamaktan da zor bir iş olsa gerek.
Herkes aşktan bir şeyler anlar. Kimileri sadece doyasıya yaşar aşkı veya yaşamaya çalışır; kimi aşkı ozanca dile getirir, kimi şairce; kimi çizgilerle anlatmaya çalışır; kimi ezgilere yansıtır; kimileri de yaşananlar ve yazılıp çizilenler hakkında konuşur. Hayat akıp gittikçe de bunlar hiç bitmeden devam edecektir.
Aşk, üç harften ibaret olmasına rağmen, yaşayanlar için “hayatın anlamı budur” dedirten, hakkında herkesin bir şeyler bildiğini sandığından dolayı üzerinde en çok düşünülen, konuşulan, yazılan, fakat yaşanıp düşünüldükçe, konuşulup yazıldıkça gizeminin daha da arttığı, çok bilinmeyenli bir denklem gibidir.
Aşk, evlilikle birlikte sona ermez. Çünkü aşkın, kendine göre bir sıcaklığı vardır ve bu, aşk literatüründe “aşk ateşi” olarak nitelendirilmektedir. Herakleitos (MÖ. 540-480)’a göre evrenin temelinde bulunan unsur, yani ana madde, ateştir. Ateş, sürekli değişen bir yapıya sahiptir. Alevler bazen yükselir, bazen yavaşlar, bazen de kor halinde bulunur, ama ateş asla sönmez, ateşin sönmesi demek, evrenin tükenmesi demektir. İnsan ruhu da ateşten pay almıştır. Bazen coşkuludur, bazen de suskun. Bu yüzden olsa gerek aşkın sembollerinden biri de ateştir. Aşk ateşi, içine düştüğü insanı yakıp kavuracak kadar güçliidür. İnsanın, evreni oluşturan ateşten aldığı pay yüksek ise, o insan âşık olunca, aşk, o insanı canlandırır; olmayacak işleri yapabilecek kadar güçlü hisseder kendini. Bu pay azalınca, aşk, insanı içine kapatır; sanki ateşin küllenmesi gibi. Ama insanın içine bir kere aşk ateşi düştü mü küllense de tükenmez. Küçük bir rüzgârla yeniden canlanır. Bu bakımdan aşk için sonuç yazmak zordur; çünkü aşk, sonsuzdur.
Aşk, aşkını dile getiremeyenlere, sevdiğinden uzak düşenlere veya aşkını ilan edip de karşılık bulamayanlara ıstırap veren; aşkını anlatıp da karşılık bulanlara ve sevdiğine kavuşanlara da mutluluk veren bir yapıya sahiptir. Tüm bunların en kısa ve etkili anlatım türlerinden biri şiir sanatıdır. Aşkın içe ait bir sanat olmasının yanında şiir de Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962)’ın betimlemesiyle bir iç kale sanatıdır. Şiir, aşkı ebedileştiren bir sanattır
Sanattaki üretkenliği sağlayan, aşktır, sevgidir. Aşkı, aşk olarak en çok sevdiren kültür alanı da sanattır.
Sanat, hem sevgi armağanıdır, hem sevgi armağan eder. Sanatı, sevgiden ayrı tasarlamak, sanatın içini boşaltmak, sanatı içinden boşaltmaktır. Sanatın olduğu ortamda zorunlulukla sevgi de var. Sevgi yoksa ortada bir şeyler varsa bile sanat değil bu.
Sanat, insanın hayal dünyasında oluşturduğu düşleri veya duygu dünyasındaki hislerini çeşitli araçlar yardımıyla dışa yansıtarak bu yolla kendi varoluşunu gerçekleştirmek ve kendi bilincinin farkına varmak istediği bir etkinliktir. Sanat faaliyetinde insan kendini gerçekleştirirken, kendinde güzeli (özce güzel) veya kendisince güzel olanı (sanatçının kafasındaki güzel) bulmayı amaçlar. Bu etkinlikte kimi zaman sanata giden yol Pla-ton’un dediği gibi taklitten, bazen Aristoteles’in kabul ettiği gibi düzen ve ölçülülükten, kimi zaman da Plotinus’un söylediği gibi aşkın (yüce) bir ilkede kökleşen mistik güzellikten geçer.
Gelin tanışık edelim işin kolayın tutalım
Sevelim sevilelim dünyaya kimse kalmaz
Sevgi, zorunluluk altında değil, yalnızca özgürlük içinde gerçekleşebilecek bir eylemdir; insanca güçlerin ortaya dökülmesidir. Sevgi, bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir, bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel bir biçimde şöyle tanımlanabilir: Sevgi vermektir, almak değildir
Sevgi, öğrenilebilen bir yaşama sanatıdır
Evlilikte iki güvence vardır: Biri sevgi, diğeri de nikâh. İkisinden biri olan sevgi olmayınca bu evlilik için resmiyette evlilik denilmesine rağmen arada sevgi bağı noksan olduğu için çökme ihtimali yüksektir
Aşk bir sahiplenmedir. Kıskanmak ise kendisine ait olduğunu düşündüğü en küçük bir bakışa bile başkasını ortak etmemek, hatta buna tahammül edememektir. Aşk, aslında güvene dayalıdır, ama dozunda olan bir kıskançlık, aşkı her an taze tutmanın bir güvencesi olarak da görülebilir.
Kanaatimizce evliliğin gerçekleşmesiyle birlikte yok olan, evlilik öncesinde sevgililerde bulunan kavuşma isteğidir. 
Kavuşma arzusu, doyurulur doyurulmaz sönüp bitebilir. Oysa aşk, sonsuza kadar doyumsuz kalır. Arzunun edilgen bir özelliği vardır; arzu ettiğimiz şeyin bize gelmesini bekleriz. Aşk ise arzunun tam aksine baştan sona etkinliktir. Sevgide nesnenin gelmesi yerine, nesneye veya sevilene gidilir, onun bir parçası olunur. *
Temelinde aşkın bulunmadığı evlilikler, çoğunlukla samimiyetten uzak olan ve hayatta kalması yani devamlılığı maddi açıdan ortak yaşama esasına dayanan ya akıl ya da çıkar evlilikleridir. Bu evliliklerde de bir birleşme vardır, ancak bu birleşme, duygudan uzak olan maddi birleşmedir. Aşk evliliklerinde ise ruhsal birliktelik daha önemlidir. İşte bu ruhsal birliktelik, sadakatin teminatıdır.
Aşka dayalı evlilik, sevginin kurumsallaşmasıdır. Aileyi güçlü hale getiren de her şeyden önce eşler arasındaki sevgi bağıdır.
Aşkta dürüstlük ve samimilik, evlilik yoluyla vuslata erdirilerek taçlandırılması ve bu evliliğe sadık kalınmasıdır. Ahlâkî açıdan doğru olan da budur. Sağlıklı ve güçlü bir toplumsal yapı oluşturmada ve toplumun ayakta kalmasında evlilik ve bunun doğal sonucu olan aile kurumu çok önemlidir.
Aşk, kural tanımaz. Kural koymak ve bu kurallara uyulmasını istemek, ahlakın işidir. Ancak aşkın da kendine göre bir ahlâkı vardır, olmalıdır da. Aşk ahlakının en belirgin özelliği de sevenin, sevgilisine veya sevdiğine karşı dürüst olması, onu aldatmamasıdır
Aşk, güzele duyulan iştahtır
Kimisi, güzelliğin aşka konu olan yüce bir değer olduğunu, faydayla bir ilgisinin bulunmadığını, sevgi söz konusu olmadığında güzelliğin bir değeri olamayacağını düşünür, Âşık Veysel gibi:
“Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulamam
Gönlümdeki köşk olmasa.”

Kimisi de âşık olduğu kişiden beklediği ilgiyi bulamayınca sitemkâr bir tavır ile onun güzelliğini hiçe saymakta ve erişemediği güzelliğin kendisi için bir anlam taşımadığını belirtmektedir. Karacaoğlan bunu
“Ben güzele güzel demem
Güzel benim olmayınca.”

Mâil oldum senin ince beline
Canım kurban olsun tatlı diline 
Aşık olup senin hüsnün bağına 
Kırmızı güllerin dermeye geldim
Güzellik duygusunun bulunmadığı insan, neredeyse yok gibidir. Fakat duygular, insanlarda hiçbir zaman aynı tezahür etmezler. Dolayısıyla güzellik duygusunun da herkeste aynı tarzda geliştiğini beklemek yanlıştır; çünkü her insanın güzellik anlayışı farklıdır
Aşk yolunda şimdi vardığımız yerine kadar götürülen adam, bütün güzel şeyleri birbiri ardı sıra ve gerekli düzen içinde gördükten sonra, girdiği yolun sonuna ulaşarak, birdenbire eşsiz bir güzellik, güzelliğin özüyle karşı karşıya gelecek. İşte buna ermek içindi bütün emekleri. Bu güzellik artık hep var, doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzelliktir, bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin, bugün güzel, yarın çirkin, şuna göre güzel, buna göre çirkin, bir yerde güzel bir yerde çirkin, kiminin gözünde güzel, kiminin gözünde çirkin bir güzellik değildir. Bir güzellik ki kendini bir yüzle, elle ayakla, bedene bağlı hiç bir şeyle göstermeyecek, ne bir söz olacak, ne bir bilgi, bir canlıda, belli bir varlıkta bulunmayacak, ne canlıda, ne yerde, ne gökte, hiç bir yerde, kendi var, kendinden var, kendisiyle hep bir örnek. Bütün güzellikler ondan pay alır; kendisi onların parlayıp sönmeleriyle ne artar, ne eksilir, ne de bir değişikliğe uğrar. Bu dünyada var olan şeyden hareketle, doğru anlaşılan delikanlı, aşkı sayesinde dünya gerçeklerinin üstüne çıkıp, o güzelliği görmeye başladığı zaman artık neredeyse aşkın yüce sırlarına ermiş demektir. Çünkü aşkın doğru yolundan yürümek, ya da bir başkası tarafından yürütülmek, bu dünyanın güzelliklerinden yola çıkarak işte o güzelliğe doğru ilerlemektir. Yani tek bir güzel bedenden iki güzel bedene, iki güzel bedenden bütün güzel bedenlere, sonra bütün güzel bedenlerden güzel eylemlere; güzel işlerden güzel bilgilere, güzel bilgilerden de sonunda bir tek bilime, güzelin biliminden başka bir şey olmayan bilime doğru basamak basamak sürekli yükselerek, sonunda salt güzelliğin, asıl güzelin özünü tanımaktır. İşte sevgili Sokrates, hayatta yaşanmaya değer biricik an, insanın, salt güzellikle karşı karşıya geldiği andır.
Aşk, yalnız güzelliğin sevgisidir
Sırlara yolunca ermek isteyenin daha genç yaşında güzel bedenleri araması gerek. Onu yola koyan, doğru yola koymuşsa, ilkin bir tek insanı sever ve ona söyleyecek güzel sözler bulur.
Gençlerdeki ilginin nedeni, anne ve babayla paylaşamadığı bazı duygu ve düşüncelerini paylaşabileceği bir arkadaşa ihtiyaç duyması veya içinde kıpırdayan bazı duygulara ortak arama gayreti olabilir. Sebep ne olursa olsun, belli bir dönemden itibaren karşı cinsten olan insanlar, cinsel bakımdan birbirlerine ilgi duyup yaklaşırlar. Bu ilgi, giderek aşk halini alabilir ve her yaşta hatta çocuklukta bile yaşanabilir ki buna çocukluk aşkı adı verilir. Ancak gençlik aşklarındaki duygu yoğunluğu, hiçbir yaştakine benzemez. Bu çağlardaki aşkta sevgililer, birbirlerini arzu eder ve kavuşmayı umarlar; çoğunlukla da aşk, vuslat ile devam eder. Bu kavuşmanın ahlaki açıdan doğru olan şekli evlilik olup, hukuki ve etik olan vuslat da budur. Şüphesiz evlilik, düzenli ve birlikli bir toplum yapısı için gerekli olan en önemli müessesedir.
Anne ve babaya duyulan sevgi, doğal olup, libido ile açıklanamaz. Başka bir ifadeyle ebeveyn sevgisi cinsel değil, kutsaldır. Esasen Freud, Oidipus kompleksini dayandırdığı mitolojideki olayın yorumunda yanlışa düşmüştür. Çünkü mitolojide yer alan kahramanlardan kral, olması muhtemel olayları önlemek için, çocuk sahibi olma isteğinden vazgeçmiş; Oidipus, yanlarında büyüdüğü kişilerin gerçek ailesi olmadığını öğrenip gerçeği duyunca adeta kaderi gibi önüne çıkan babasını öldürme ve annesiyle evlenme olayının gerçekleşmemesi için elinden geleni yapmış, olaylar bu noktaya geldiğinde de bir felaket yaşanmıştır. Bu durum, olayın geçtiği yerdeki halk tarafından da lanetlenmiştir. Mitolojide yaşananların hiç biri, istenerek yapılmış değildir, tamamen bir kader oyunudur. Çocukluktan itibaren anneye bağlılık, herhangi bir insana bağlılıktan farklıdır.
Aphrodite dünyaya geldiği gün, bütün tanrılar bir şölendeymiş. Metis’in (bilgelik veya basiret anlamında olup zekayı temsil eder) oğlu Poros (Eros, yani Aşk’ın babası olup bolluk anlamındadır) da aralarındaymış. Yemekten sonra Penia (Yoksulluk), şölenden payını istemeye gelmiş, kapının önünde durmuş, beklemiş. Tanrı şerbeti (nektar) ile sarhoş Poros (Bolluk) -o zamanlar henüz şarap yokmuş-, Zeus’un bahçelerine çıkmış ve bir yerde sızmış. Çaresizlik içinde yaşayan Yoksulluk, Bolluk’tan bir çocuğu olmasını kurmuş, gitmiş yanma yatmış ve Aşk’a gebe kalmış. Aphrodite’nin doğduğu gün, ana karnına düştüğü için Aşk, bu tanrının kulu, yoldaşı olmuş. Aphrodite güzel, o da yaradılıştan güzele düşkünmüş.
Poros (Bolluk) ile Penia (Yoksulluk)’dan doğan Aşk’ın talihi de ona göre olmuş. Aşk, her şeyden önce ve her zaman yoksuldur, çoklarının sandığı gibi, hiç de öyle ince ve zarif değildir, tersine, kabadır, pistir, evsiz barksız, yalınayaktır, açıkta, dağda bayırda, kapı önlerinde, yol köşelerinde yatar kalkar. Ne yapsın, anasına çekmiş, yoksulluktan kurtulamaz. Babasına çeken tarafıyla da hep güzelin, iyinin peşindedir, yürekli, atılgan, dayanıklıdır, yaman avcıdır, hep tuzaklar kurar, fikirlere, buluşlara düşkündür, ömrü kafa yormakla geçer, bilicilikte, büyücülükte eşsizdir. Aslında ne ölümlü, ne de ölümsüzdür. Bakarsın, aynı günde bolluk içinde gelişir, yaşar, birdenbire de ölür; sonra yine babasının tabiatı gereği bir çaresini bulup dirilir. Bir şeyin eline geçmesiyle elinden kaçması bir olur. Öylece Aşk, her zaman için ne tam yokluk, ne de tam varlık içindedir
İnsan, tek başına yaşayamayan bir varlık olduğuna, kendisinden başka varlıklar da bulunduğuna göre bu varlıklarla da bağ kurması kaçınılmazdır. Her şeyden önce o, doğanın bir parçasıdır. Dolayısıyla insan, dünyaya gelişiyle birlikte, başkasıyla da tanışmış ve sevgiyi de tanımış olur. Öyleyse sevginin ortaya çıkışı nasıldır? Maslow’a göre insanın beslenme gibi fizyolojik ihtiyaçlarını karşılayıp güvenli bir yaşama çevresi de edindikten sonraki en önemli ihtiyacı, sevgidir.
Aşk olmasaydı, varlıkta, özellikle de insan varlığında yaşam olmazdı
Ben gelmedim daviyiçün, benim işim seviyiçün
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim
Aşktan uzaklaşan insan, yaşamaya devam etse de hayatın anlamını bulamayan herhangi bir varlıktan farksız olur. 
Bilgelik, kendinin ne olduğunu bilmekten başka bir şey değildir
Bencil kişilerin başkalarını sevemedikleri doğrudur; ama benciller, kendilerini de sevemezler.
Aşk, kalpten kalbe giden bir yoldur ve ancak yaşanarak anlaşılabilir. Gönül de anlamını sevgi ve aşkla bulur.
Aşk bilgi olmadan yaşanabilir, ama bilgi, aşk olmadan öğrenilebilse de verimli olmaz.
Hiçbir duygu öğrenilmez. Herkesin duyguları farklıdır. Dolayısıyla aşk, hissedilir ve öğrenilmeden yaşanır. Bilgi öğretilir, aşk öğretilemez. Bilgiye ulaşmak için bir alt yapı ve ön hazırlık gereklidir, aşk ise birdenbire ortaya çıkar. Demek ki bilginin öğrenilme yöntemleri vardır, ama aşk için bir yöntemden söz edilemez
Aşk, sultân-ı âlem-i cândır
Aşk indinde akl nâdandır
İnsan, her durumda bilmek isteyen, bilgiye ihtiyaç duyan bir yapıya sahiptir. İnsanın çevresini tanımasını sağlayacak olan da bilgidir. Bilgi olmadan, tanıma olamaz. İşte bu noktada aşkın bir başka türüyle karşılaşırız. O da ben’in, başkası yerine bilgiyi koyması, yani bilgiyi sevmesidir.
Bilgi, insanları kategorize etmedeki ölçülerden biridir. Bilgili insanla bilgisiz insan aynı değildir. Sokrates, kötülüğün bile bilgisizlikten kaynaklandığını belirterek, hiç kimsenin bilerek kötülük yapamayacağını, kötülük yapan insanın, yaptığı şeyin kötü olduğunu bilmeden yaptığım, kısaca kötülüğün kaynağında, yapılan işin kötü olduğunun bilinmemesinin yattığını ifade etmektedir.(1) Felsefede olduğu gibi dinde de bilgi öne çıkarılmakta ve Kuran’da bilenlerle bilmeyenlerin eşit olamayacağına işaret edilerek, bilginin, cehaletten üstün olduğuna vurgu yapılmaktadır.(2) Bu vurgu, aynı zamanda bilgili insanların bilgisizlerden önde olduğu sonucunu da doğurmakta olup, her kültürde bilgili insanlara saygı ve hürmet gösterilmesine sebep olmuştur. Bütün felsefi sistemlerde bilgiye ayrı bir değer verilmiş, hatta ütopyalarda bilgi elde etmeye ayrılan çalışma süresi, bedensel çalışma sürelerinden fazla tutulmuştur.(3)
Seven, canından çok sevdiği sevgilisinin eline diken batsa onun acısını yüreğinde hissetmekte ve ona bir dikenin bile batmasından korkar hale gelmekte, ona gelebilecek zararları kendisine istemektedir
Âşık öldi diyû salâ virirler
Ölen hayvandurur âşıklar ölmez
Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni
Ben yanarım düni güni,
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirem,
Ne yokluğa yerinirem
Aşkımla avunuram,
Bana seni gerek seni.

Güzellikte daima sevgi gizlidir. Sevgi gizlenmiş olandır, güzellik açığa vurulandır
Hak bir gevher yarattı kendünün kudretinden Nazar kıldı gevhere, eridi heybetinden
Tanrı’nın kendilerine verdiği sevgiyle Tanrı’yı severler. Bu bakımdan Tanrı, hem kendi özü tarafından, hem de başkası tarafından sevilendir (ma’şûk).
Sevgi, âlemin varoluşunun sebebidir
Farabî ve İbni Sina gibi düşünürlerimize göre Tanrı, aşkın bizzat kendisidir. Hatta bu filozoflarımız Tanrı’nın hem aşk, hem âşık, hem de ma’şuk olduğunu kabul etmektedirler.* Farabî’ye göre Tanrı’nın (Vâcibu’l-Vücûd) zorunlu olarak kendini sevmesi ile insanın kendisini sevmesi arasında fark vardır. Vâcibu’l-Vücûd’da seven ve sevilen, öven ve övülen, âşık ile âşık olunan bir ve aynıdır. İnsanda ise durum bunun tam aksidir; seven ve sevilen farklıdır. İnsan, seven varlıktır, insan tarafından sevilen ise üstünlük ve güzellik, hoşluk, zarafet, incelik vs.dir. Fakat Zorunlu Varlık olan Tanrı’da seven ve sevilen aynıdır. O, kendisi tarafından sevilendir, kendisini sevendir.
Platon’a göre aşk, bütün tanrılardan daha eski olan, hatta yaratılmamış olan bir tanrıdır.
Aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasına hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat
Hiç aşktan özge şey revâ mı Sarfetmeye gevher-i kelâmı
Aşk, oluşun ilk hareket noktasıdır.
Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur; bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar; sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder; at olup koşar, kuş olup uçar; hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir toprakları altına dönüştürür; sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mest eder, güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştırır.
Sevgiyi tanımlamak, onu sınırlamak demek
Aşk, iki tam olmayan teki bir araya getirerek bir bütünlük oluşturmaktadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir