İçeriğe geç

Aşk Acısı Kitap Alıntıları – J.D. Nasio

J.D. Nasio kitaplarından Aşk Acısı kitap alıntıları sizlerle…

Aşk Acısı Kitap Alıntıları

Sevgi, insan doğasının yapı taşlarından biri olmak­la beraber, ıstıraplarımızın da önkoşulu ol­maya devam ediyor. Ne kadar çok seversek, o kadar çok ıstırap çekiyoruz.
Aşk bir bekleyiştir ve acı bu bekleyişin tahmin edilemeyen bir şekilde aniden kopuşudur .
. . .
bizi kötü eden; sevdiğimizi kaybetmek değil, onu geri dönüşü olmaksızın kaybettiğimizi bildiğimiz hâlde daha önce hiç olmadığı kadar sevmeye devam etmemizdir.”
Eksikliğin yalnızca arzuyu tetikleyen bir boşluk olmadığı, aynı zamanda onu düzen­leyen bir merkez olduğu açıkça görülüyor.
Eksiklik olmadan, demek istediğim tatminsizlikten ibaret bu çekim çekirdeği olma­dan, arzunun dairesel hızı bozulur ve acıdan başka bir şey oluşmazdı.
Ben, kendinde yaşamaya devam eden nes­neyi sever, onu hiç sevmediği gibi sever ve aynı zamanda bu nesnenin bir daha geri dönmeyeceğini bilir.
Acı veren şey sevilen kişiyi yitirmek değil, onu geri dönüşü olmaksızın kaybettiğimizi bildiğimiz halde her zamankinden çok daha fazla sevmektir.
Acı kayıp, sevilenin anısını umutsuzca canlandırmakla meşgul olan bir ben’in tükenişini ifade eden duygudur. Bit­kinlik ve aşk birlikte saf acı halini alır .
Bende barınan ötekinin yaşayan varlığı ile onun gerçek yokluğu ara­sındaki yarık öylesine dayanılmaz bir bö­lünmedir ki çoğu zaman bu yarığı sevgimizi dengeleyerek değil ama ötekinin yokluğu­nu inkar ederek, eksiklik olduğu gerçeğine başkaldırarak ve sevdiğimizin artık asla bu­rada olmayacağını reddederek daraltmaya ça­lışırız.
Acı veren şey sevilen kişiyi yitirmek değil, onu geri dönüşü olmaksızın kaybettiğimizi bildiğimiz hâlde her zamankinden çok daha fazla sevmektir.
Acı kayıp, sevilenin anısını umutsuzca canlandırmakla meşgul olan bir ben’in tükenişini ifade eden duygudur. Bit­kinlik ve aşk birlikte saf acı halini alır .
Kaygı, yaklaşmakta olan bir acıyı önceden hissetmektir.
Ötekiyle aramızdaki bağın kopuşu, kendilik imge­mizin zedelenmesi veya beden imgemize yapılan bir saldırı sonucu oluşan psişik acı olsun, doku incinmesiy­le oluşan bedensel acı olsun; acı bir anlık sürede oluşur.
Yine de acının doğuşu anlık da olsa, bunun karmaşık bir süreci takip ettiğini göreceğiz. Bu süreç üç aşamaya bölünebilir: Bir kopuşla başlar, kopuşun tetiklediği psi­şik sarsıntıyla devam eder ve ben’in sarsıntıya karşı sa­vunmacı bir tepkisiyle son bulur.
Sanki kayıp ötekinin imgesini büyüterek onun gerçek yokluğunu telafi etmek istemektedir. Bu noktada ben, egemen olan bu imgeyle neredeyse tama­men kendini karıştır ve sadece severek, bazen de kaybolanın imgesinden nefret ede­rek yaşar.
Aşk acısı sarsıntıya uğrayan ben’in, yeniden kendini bulmak için çabalarken gös­terdiği savunmacı tepkiyi bilinç düzeyinde yansıtan duygudur .
Sevgi insan doğasının yapı taşlarından biri olmak­la beraber, ıstıraplarımızın da önkoşulu ol­maya devam ediyor. Ne kadar çok seversek, o kadar çok ıstırap çekiyoruz.
Lacan burada acıyı arzunun tatminsizliğiyle özdeşleştirir ve onu “var olma acısı” olarak adlandırır. Lacan’a göre acı, bizim bu kitapta savunduğumuz gibi ani bir kayba derhal gösterilen tepki değil, yaşam boyu süren belirsiz bir durumdur. Bu iki bakış açısı, tepki olarak düşünülen acı ve durum olarak düşünülen acı, birbirine aykırı değildir; bunlar birbirini mükemmel bir şekilde tamamlar.

“Arzunun tatmine göre ilginç olması, acıyla arasındaki [ ] derin ilişkiyi anlamamızı sağlar. Bu, arzunun saf haliyle ve basit anlamda var olma acısına çok benzediği anlamına gelir.
Lacan

Istıraba neden oldukları için çığlık attıran nesneler (algılar) vardır. [ ] Bir sesin [ıstırap yaratan] bir algıyla bir araya gelmesi nesnenin “düşman” özelliğini güçlendirir. [ ] Kendi haykırışlarımız nesneye özelliğini [düşman] verir.
Freud
“İzleme ve teşhir etme hazzında göz erojen bir bölgeye karşılık gelir; acı ve acımasızlık gibi cinsel itkinin bileşenleri durumundaysa bu rolü oynayan tendir.
Freud
“Acı duyumlarının, diğer bütün hoşnutsuzluk duyumları gibi cinsel uyarılma alanına taştığını ve bir zevk hali yarattığını kabul etmek için gerekli bütün nedenlere sahibiz. İşte bu yüzden de acının hoşnutsuzluğuna razı olabiliyoruz. Acı duymak bir kez mazoşist, sadist bir amaç haline geldiğinde, acı çektirme de geri eylemsel olarak ortaya çıkabilir. O halde, bu acıları ötekiler için ortaya çıkararak acı çeken nesneyle özdeşimde kendi kendimizi mazoşistçe zevklendiririz. Doğal olarak iki durumda da acının kendisinden değil, ama acıya eşlik eden cinsel uyarılmadan zevk alırız. Bu nedenle acıdan zevk almak özde mazoşist bir amaç olabilir; ama bu amaç sadece özünde sadist olan insanlarda itkisel bir amaç haline gelebilir.”
Freud
“[Kıskançlığın] temel olarak yastan, kaybedildiğine inanılan sevginin nesnesiyle ve narsistik saldırının nesnesiyle alakalı acıdan, ayrıca tercih edilmiş rakibe yöneltilen düşmanca hislerden ve ben’i sevgi kaybının asıl sorumlusu haline getirmek isteyen özeleştirinin az çok katkısından oluştuğunu görmek kolaydır.
Freud
Kadında, nesnenin kaybedilmesi tehlikesi en etkin durum olarak kalmıştır. Kadının kaygı durumuna, artık hissedilen yokluğu ya da [sevilen] nesnenin gerçekten kaybedilmesini değil, nesneden gelen sevginin kaybedilmesini içeren bu küçük değişikliği getirmekte bir sakınca görmüyoruz.
Freud
Çocuğun, annesinin yokluğunu yaşadığı durum [çocuk bunu yanlış anladığından] onun için bir tehlike durumu değil, travmatik bir durumudur. Daha açık bir şekilde bu durum çocuk o ân annenin karşılaması gereken bir ihtiyaç duyuyorsa travmatiktir.
Freud
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
“Bebeğin yaşadığı kaygı konusunda kesinlikle kuşku yok. Ama yüz ifadesi ve gözyaşlarıyla gösterdiği tepki, bebeğin tüm bunlar dışında acıyı da hissettiği varsayımında bulunmamızı sağlar. Daha sonradan birbirinden ayrılacak bu şeyler onda şimdilik karışmış gibidir. Geçiciliği kanıtlanan yoklukla kalıcı kayıp arasındaki ayrımı henüz yapamaz. Annesini görüş alanında göremediği anda sanki onu asla göremeyecekmiş gibi davranır. Annenin bu şekilde gözden kaybolmalarının çoğunlukla onun yeniden görüneceği anlamına geldiğini en sonunda anlayana kadar bebek tekrar tekrar sakinleştirici deneyimlere gereksinim duyar.
Freud
Yas nesnenin öldüğünü ilan ederek, onun değerini azaltarak, onu aşağılayarak ve hatta deyim yerindeyse onu ölüme mahkûm ederek, ben’i [kaybolan] nesneden vazgeçmeye iter.
Freud
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“İnsanlarda araştırma ruhunu doğuran şey entelektüel sorun ya da kendine has tekil ölüm vakaları değil, sevilen ama aynı zamanda da yabancı olan ve nefret edilen kişilerin ölümü sırasında yaşanan çatışmadır. Bu duygu çatışmasından ilk olarak psikoloji doğmuştur.
Freud
“Melankolide, kayıp nesnenin etrafında aşk ve nefretin birbirlerine karşı savaştığı garip mücadeleler verilir; nefret, nesnenin libidosundan kopmak için, aşk libidonun konumunu korumak için savaşır. [ ]. Bu garip mücadeleleri bilinçdışımız hariç hiçbir sisteme yerleştiremeyiz. Yas sırasında kopma denemeleri de burada [bilinçdışı krallığında] gerçekleşir; ama burada hiçbir şey bu süreçlerin normal yolla, önbilinçten geçerek bilince yayılmalarına karşı çıkmaz.
Freud
“Kayıp olayından sonra yaşayanların, dayanılmaz kuşkuların yemi olması çok sık rastlanan bir durumdur. Biz bunlara ‘saplantılı sitemler’ deriz. Bu kişiler, kendi kendilerine sevilen varlığın ölümüne dikkatsizlik sonucu yol açıp açmadıklarını sorgularlar. [ ] Bu, saplantılı sitemin öyle olduğunu savunduğu üzere yas tutan kişinin sevilen varlığın ölümünden gerçekten sorumlu olduğu ya da kendi açısından bir ihmalkârlık yaptığı anlamına gelmez. Bu basitçe, ebeveynin ölümüyle, yeterince güçlü olsaydı bu ölüme yol açabilecek olan bilinçdışı [katil] bir arzunun tatmin edildiği anlamına gelir.
Freud
“Yasın sonuna gelmeyiz; belki de bunun sebebi gerçekten bilinçdışı bir aşk olmasıdır.
Freud
“Kendimizin, libido adı verilen belli bir sevme kapasitesine sahip olduğumuzu tasarlarız, [ ], bu kapasite ben’e karşı içimizde tuttuğumuz nesnelere yönelir. Nesneler bizim için yıkılmış ya da kaybolmuştur ve sevme kapasitemiz (libido) yeniden özgür olur. [ ] Ama libidonun nesnelerinden kopması neden bu kadar acılı bir süreç olmak zorundadır? Bunu anlamıyoruz. [ ] Sadece libidonun nesnelerine yapıştığını ve kaybedilenleri terk etmek istemediğini görüyoruz. [ ] İşte, yas budur.
Freud
“ ‘Ben onun eksikliğiydim’ diyebildiğimiz birinin yasını tutarız. İyi ya da kötü davrandığımız ve karşısındayken onun eksikliği yerine geçme işlevini tamamladığımızı bilmediğimiz kişiler için yas tutarız.
Lacan
“Yasını tuttuğumuz nesne, biz farkında olmadan kendini kastrasyonumuzun desteği haline getiren ve bizim de kastrasyonumuzun desteği yaptığımız kişiydi.
Lacan
Yas, kopan şeyi kaynaştırma işi değildir. Hayır, yas, artık burada olmayanın burada olan ötekiyle uyum halinde olmasını ve ortadan kaybolanı unutmadan, onun yerini dolduran ötekini eskisinin yerine bir ânda koyabilmem için bir çabadır. Demek ki yas kaybedilen ötekinin imgesini korumaktan, bu imge onun canlı bedenine ihtiyaç duymasın diye ona yatırım yapmaktan oluşan iştir.
Acı, kaygı ve dehşet vardır. Dehşet, öznenin travma geçirdiği ânda ortaya çıkan donup kalma durumudur. Dehşet acıya çok yakındır; diyebilirim ki acıdan öncedir. Kaygıda öfkeyi önceden görebilirim; dehşet durumunda öfke tarafından ele geçirilirim, donup kalır, taşlaşır, şaşkına dönerim, koşmam, nasıl kaçacağımı bilmem, bacaklarım tutmaz olur. Acı,, dehşetin ardından gelen şeydir. Kötü olurum, dengem bozulur, şok halindeyimdir; burada acı çekerim. Birbirinden ayrılması gereken üç ân vardır: Kaygı, dehşet, acı.
Psişik acı nedir? Bedensel acıda olduğu gibi dıştaki engelin değil, bizi ötekine bağlayan bağın kopuşuyla oluşan içsel bir sarsıntı halinin ben tarafından algılanması sonucu ortaya çıkan duygudur. Psişik acı işte budur.
Freud’un acıyla ilgili fazlasıyla Lacancı bir tanımı vardır: Duygu, bir gösteren tarafından uyandırılan şeydir. Freud, duyguların her zaman dil düzenine ait olan uyarılmalar tarafından harekete geçirildiğini söyler. Nefretin eylemi üzerinde çok çalıştım. Tabii nefretten, aşktan ya da diğer duygulardan bahsettiğimizde, bunları destekleyen düşlemlerden, bunlardan bahseden sözlerden, bunları ifade eden eylemlerden ya da doğuran tavırlardan her zaman için bahsetmek zorundayız. Duygulanım, kendini ifade etmek için ya da ortaya çıkmak için olsun her zaman onu ifade edenle ilişkilidir. Saf duygu diye bir şey yoktur.
Fakat söz konusu ister bir yarayı, ister bir şoku, içsel sistemin düzensizliğini, bir sarsıntıyı, bir travmayı vb. algılamak olsun, bedensel acı her zaman -eskiler tarafından söylenmiş olsa da bana yeni gibi görünen işte bu- psişik dünyanın düzeninin bozulmasından kaynaklanır; önemli olan da budur. Bir süre önce bu sunumu yaptığımda konferanstan sonra iki kişi beni görmeye geldi ve “Sizinle çalışmak isterdik; çünkü ilk kez birinin fiziksel acının psişik acıyla aynı şey olduğunu açıkça söylediğini duyduk” dediler.
Acı, duygu tayfının son duygusudur; aşk, nefret, tutku, suçluluk, kıskançlık ve en sonda acı gelir. Ne olmadan önce sonuncudur? Psikoz yaşanmadan, delilikten önce sonuncu duygudur.
Acının, bedenle ruh arasında, psişik dünyanın normal işleyişiyle patolojik psişik dünya arasında, ben ile dış dünya arasında ve nihayet ben ile öteki arasında ortaya çıktığını göreceksiniz. Kısacası, acı bir sınır olgusu, bir sınır-duygudur. Burada söylemeye çalıştığım şey, acının bütün duygular içinde sadece kavranması en zor olan duygu olmadığı, aynı zamanda ben’imizin normal işleyişinin en son sınırında olan bir duygu olduğudur.
Öncelikle bütün duygular arasında, aşk, nefret, kıskançlık, şefkat ve benzerleri arasında -görüyorsunuz şimdiden acının bir duygu olduğunu söylemek zorunda kaldım- acı, mantığın kavramakta en çok zorlandığı duygudur. Acı çok çabuk şekil değiştirir.
Kaygının üç şekli: Sevilen varlığı kaybetme tehdidi karşısındaki kaygı, sevilen organı kaybetme tehdidi karşısındaki kaygı (kastrasyon kaygısı) ve sevilenimizin sevgisini kaybetme tehdidi karşısında kendimi bunalttığım gerçek ya da hayali bir hata için çekilen cezanın yerine yaşanan kaygı (ahlakî kaygı ya da suçluluk) olarak belirir.
Lacan’ın terimleriyle ifade edecek olursak: Kaygı, eksikliği hayal ettiğimde ortaya çıkar; hayali eksikliğe verilen bir yanıttır.
Kaybedileni sevmeye devam etmek kesinlikle ıstırap verir; ancak bu ıstırap da bize onu yeniden yaşattığından hafifler.
Nostalji, aşk, acı ve zevkin bir karışımıdır. Sevilenin yokluğundan acı çekerim ve ona acımı sunmaktan zevk alırım.
Yas, sevilen varlığın kaybının verdiği taze acıyla başlayan ve onun yokluğunun metanetle kabullenilmesiyle azalan uzun bir yoldur. Yas tutmak, yoklukla yaşamayı öğrenmek demektir. Acı, bu süreç boyunca kimsenin giremediği keder yolları şeklinde görülür. Acı veren bu fışkırmaların doğasını anlamak için yası, ben’in kayıp sırasında kabaca ördüğünü sabırla söktüğü yavaş ilerleyen bir işmiş gibi düşünmek gerekir. Yas, çabucak katılaşanı yavaş yavaş çözmektir. Acının darbesiyle ben, yok olan sevgilinin tasarımına aşırı yatırım yapmıştır; artık yas sırasında ben ayakları üzerinde durmaya başlar ve sevilen varlığın tasarımına yaptığı yatırımı bu tasarım canlılığını kaybedip yabancı bir beden, ben için acı kaynağı olma özelliğini yitirene kadar azar azar geri çeker. Tasarıma yapılan yatırımın çekilmesi, ona yüklenen aşırı duyguyu geri çekmek, onu diğer temsiller arasına koymak ve ona farklı bir şekilde yatırım yapmaktır. Böylece yas, kaybolanı başka türlü sevmek için ona yönelik yavaş ve zahmetli bir aşkın kesilmesi sürecidir. Şu konuda anlaşalım. Yas tutan, yasla birlikte ne ölen kişiyi unutur ne de onu sevmeyi bırakır; sadece ani kayba tepkili ve aşırı olan bir bağlılığı hafifletir. Bu nedenle, “Yas tutmak, kaybolanı başka şekilde, onun canlı varlığınıı uyarmadan sevmeyi öğrenmektir. diyeceğiz.
Psişik acı basit bir denklemle özetlenebilir: Artık dışarıda var olmayan bir varlık için içeride beslediğimiz aşırı büyük bir aşk.
Ben, bedenimizin parçalarına ya da sevilenimizin görünümlerine ait imgelerin yansıdığı bir iç ayna gibidir. İmge, yansıması olduğu gerçek şeye dayanıyorsa bu imgelerden birine fazla yatırım yapılması aşkı ifade eder. Bunun karşılığı olarak, eğer imgenin gerçek dayanağı bizi terk ettiyse aynı yatırım fazlalığı acıyı ifade eder.
Acı inançtan ayrılmaz ve şüpheyle uyuşmaz halde kalır. Şüpheye eşlik eden, acı veren duygu da acı degil, kaygıdır. Kaygı şüphe edilen bir tehlikenin belirsizliğinde doğar, acı ise daha önce gerçekleşmiş bir kötülüğün kesinliğidir.
Sevgilinin ölümü temel olarak bir sınırın ölümünü beraberinde getirir. Yas tutmak da yeni bir sınır çizmektir.
Sevgilimin, farkında olmadan sahip olduğum en önemli temsili, benim sınırlarımın tasarımıdır. Evet, sevilen benim sınırımı temsil eder. Böylece sevgilim bana yalnızca imgemi vermez, aynı zamanda gerçekliğimin tutarlılığını sağlar ve tatminsizligimi katlanılabilir hale getirir, ama dahası benim nasıl taşıyacağımı hiçbir zaman bilemeyeceğim bir mutlak tatmin ölçüsüzlüğünün frenini temsil eder. Tek kelimeyle, seçilmiş -sevilen olarak nitelendirdiğimiz ama nefret edilen, endişe edilen ya da arzulanan da olabilen- benim ulaşılmaz olduğunu bildiğim halde tehlikeli olarak gördüğüm bir zevke karşı koruyucu engelimdir. Bastırma içeride ne ise gerçek, hayali ve simgesel varlığıyla sevgili de dışarıda odur. Beni uç zevklerden alıkoyan ve bana katlanılabilir bir tatminsizlik sağlayan bu canlı engel, benim mutlak zevki hayal etmeme o kadar da çok engel olmaz. Aksine seçilmiş, benim düşlerimi besler, beni hayal etmeye iter ve benim hayalimi gerçekleştirmemi yasaklar.
Ben’siz acı olmaz; ama acı bende değil o’nun içindedir. Acı olması için, ben’in üç hareketi gereklidir: Sevilenin kaybının çaresi olmayan gerçekliğini doğrulaması, o’nun -acının asıl kaynağının- içindeki büyük itkisel çalkantıyı algılaması, bu iç algılamayı acı duygusuna dönüştürmesi.
Bilinçdışı acının koruyucusudur. Acıyı unutmaz.
Aşk Acısının nedenlerinin özeti

Acı sevilenin varlığının kaybedilmesinden kaynaklanır.
Acı, beni sevilene bağlayan düşlemin çökmesinden kaynaklanır.
Acı engelin, yani düşlemin yıkılmasını takiben o’nun yaşadığı itkisel kaostan kaynaklanır.
Acı, kayıp sevilenin parça parça imgelerinden birinin aşırı derecede büyütülmesinden kaynaklanır.

Acı, sevdiğimiz bir varlığı kaybedince tecrübe ettiğimiz bir karmaşıklıktır; en uç iç gerilim bizi kaplar; kendi içimizde delice bir arzuyla, kaybın tetiklediği bir çılgınlıkla karşı karşıya kalırız.
acının herhangi bir kayba değil bizi seçilmişimize bağlayan düşlemin kırılmasına bir tepki olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki acının asıl sebebi sevilenin varlığının kaybedilmesi, yani düşlem binasını ayakta tutan platformlardan birinin çekilmesi değil, bu binanın çökmesidir. Kayıp tetikleyici bir nedendir, çöküş ise tek etkin nedendir. Seçilenin varlığını kaybedersek, düşlem yıkılır ve özne arzunun, dayanacak bir düşlemi olmayan, yönünü yitirmiş ve ekseni olmayan bir arzunun en son gerilimine teslim olur. Böylece psişik acının düşlemin çöküşünden kaynaklandığını söylemek, acının kaynağını gerçek bir kaybın dışarıya yansıyan olaya değil, kendi içi altüst olmuş öznenin kendisiyle yüzleşmesine yerleştirmektir. Acı burada, arzumun çıplak, delice ve nesnesiz olduğunu keşfettiğimde, gözünün yaşına bakmadan ben’e kendini dayatan bir yıkımdır.
Söylemeye çalıştığımız şey işte şudur: Düşlem, daha genel olarak, o’nun ortaya çıkardığı bilinçdışı psişik bir bina, iki kişi arasındaki alanda görülmeden yükselen ve partnerlerin canlı bedenleri olan bir platforma yerleşen karmaşık bir yapıdır. Acının ortaya çıktığı yer de burasıdır.
Böylece, “Sevdiğimiz varlığın bedenini kaybedince ne yitirmiş oluruz? sorusuna cevabımız şu oluyor: Ötekinin yaşayan bedenini kaybetmekle, bizde barınan yaşama arzusunu o kadar da yitirmeden bizi birbirimize bağlayan arzunun gücünü besleyen kaynaklardan birini kaybetmiş oluruz. Sevilenin imgelerimizi yansıtan iç aynayı bir dayanak gibi destekleyen canlı gölgesini de kaybederiz. Ama sevilenin bedenini kaybetmekle, arzunun gerçek gücünün canlılık kazandığı ritmi de kaybederiz. Ritmi kaybetmek, bilinçdışını tutarlı hale getiren siniri, simgesel ötekiyi kaybetmektir. Kısacası, sevdiğimiz kişiyi kaybetmekle bizi besleyen kaynaklardan birini, hayali yansıtmalarımızın nesnesini ve ortak arzumuzun ritmini yitirmiş oluruz. Yani yapımız için kaçınılmaz olan bir düşlemin bütünlüğünü ve dokusunu kaybederiz.
Arzumuza dayatılan ölçünün efendisi olan seçilmiş, hazzımı sınırlandırarak benim karışıklığımı engeller. Beni tatminsiz bırakarak korur. Simgesel seçilen kesin olarak bastırma figürü ve Babanın Adı göstereninin en iyi örneğini oluşturan figürdür.
Tek bir kelimeyle, simgesel öteki bir ritimdir ya da bir ölçü ya da daha iyisi arzulu ahengimin temposunu sabitleyen psişik bir metronomdur.
Ancak, seçilenin gerçek statüsü, iki partneri birbirine bağlayan yabancı ve ortak bir güç olmaksa, seçilenin simgesel statüsü bu gücün ritmi olmaktır. Arzu patlamasını kesinlikle kör ve kitlesel bir coşku olarak değil, art arda gelen az çok düzenli gerilim yükselme ve alçalmalarıyla ritim kazanan merkezcil bir hareket olarak düşünmek gerekir. Arzumuz saf bir gerçek değildir; ama onu eşsiz kılan bir ritimle düzenlenen bir güçtür. Peki, düzenli aralıklarla tekrar eden baskın ve zayıf bölümleri değiştire değiştire kullanarak ilerleyen bir coşkunun simgesel şekli değilse, bu ritim nedir? Yaşamın ilk belirtisi yüreği canlandıran enerji olduğundan ritim aslında arzunun, hatta hayatın en ilkel ifadesidir. Arzulu dürtünün gücü gerçektir; çünkü bu güç, olduğu haliyle temsil edilemez. Ama bu gücün ritmik çeşitlemeleri simgeseldir; çünkü bunlar tam aksine temsil edilebilir. Tümsekli ve çukurlu bir yol boyunca devam eden alçak ve yüksek şiddet değişiklikleri gibi temsil edilebilir.
Sevilenin düşlemsel tüzüğü gerçek, simgesel ve hayali olmak üzere Lacancı üç boyuta karşılık gelen üç farklı şekli alır. Bu üçü arasında kavramsal güçlüklerin en ağırını kaldıran ötekinin bilinçdışındaki gerçek varlığıdır; çünkü bu “gerçek” sıfatı seçilenin varlık gerçekliğine temiz yüreklilikle gönderme yaptığına inanmamıza izin verebilir. Oysa “gerçek” burada bir bedeni değil, bu bedenin bilinçdışımda, beni ben yapan, onsuz artık tutarlı olamayacağım bir gücü uyandıran kısmını niteler. Gerçek sadece ve sadece ötekideki yaşam, onun bedenini canlandıran ve kat eden yaşam gücüdür. Seçilen yaşadığı ve uyardığı sürece onun vücudundan ve bilinçdışından yayılan bu gücü, bilinçdışımı donatan diğer güçten net bir şekilde ayırmak çok zordur. Şu anlamda zordur: Bu güçler gerçekte aynı ve tek bir enerji sütunu, partnerlerden ne birine ne de ötekine ait olan, nesnel ve yaşamsal bir eksendir. Bunları birbirinden ayırmak, bu yegâne güç kendisini belirtebilecek bir sembole, bir temsile sahip olmadığı için de zordur. Lacancı “gerçek” kavramının anlamı budur. Gerçek temsil edilemeyendir; her iki partnerin hem psişik tutarlılığını hem de ortak sevgi bağını garanti eden enerjidir. Kısacası gerçek ötekinin ne olduğunu bir tek sözcükle söylememiz gerekseydi, onun bağımızın ve bilinçdışımızın gerçekliğini ortaya koyan şu zorlayıcı ve yabancı güç olduğunu söylerdik. Demek ki gerçek öteki, ötekinin dışsal bedeni değil, onun bedenini canlandıran saf ve nesnel enerjinin parçasıdır. Bu parça aynı zamanda, biz birbirimize bağlı olduğumuz için benim kendi nesnel parçam, bizim ortak gerçeğimizdir. Bununla birlikte, gerçek ötekinin, ne birine ne ötekine ait bu gerçek gücün, var olması için bu iki tarafın da canlı ve arzu dolu olması gerekir.
Kısacası, sevilen kişi arzumuzu, katlanılır düzeyde tatminsiz bırakarak yeniden bir merkeze yönlendiren düşsel kopya olarak içimizde de yaşamak için sadece dışsal bir merci olmayı bırakmıştır. En çok sevdiğimiz varlık kaçınılmaz bir şekilde bizi en çok doyumsuz bırakan varlık olarak kalır. Arzunun tatminsizliği, ötekiye yönelik ilgi ama aynı zamanda da ötekinden birebir memnuniyetsizlik olarak çiftin gündelik gerçekliğine yansır.
Düşlem sevilenin bilinçdışımdaki gerçek, simgesel, ve hayali varlığıdır. Düşlemin işlevi, arzunun gücünün şiddetini düzenlemektedir.
Bizi baştan çıkaran, yani arzumuzu uyandırıp kendisine çeken bir kişi hayal edelim.
Zaman geçtikçe bu kişiye, onu kendimize katıp kendimizin bir parçası haline getirecek kadar çok bağlanırız. Bu kişiyi, farkına varmadan duvarı kaplayan sarmaşık gibi sararız. Onu, her biri aşk, nefret ya da kaygıyla yüklü, üst üste binmiş çok sayıda imgeyle kaplar ve her biri bizde iz bırakan, onun bir tarafına bağlı çok sayıda simgesel tasarımla bilinçdışı bir şekilde sabitleriz. Arzu patlamasının kesintisiz özsuyuyla beslenerek psişik dünyamda tohumlanan tüm o sarmaşığa, varlığımı sevilenin yaşayan varlığına, içimdeki ikizine dönüştürecek derecede bağlayan bütün bu imge ve gösterenlere “düşlem” yani seçilenin “düşlem”i diyoruz. Muğlak bir hayal ya da bilinçlice imgelendirilmiş senaryo fikrine gönderme yaptığından bu “düşlem” kelimesinin genel olarak anlaşılmaz olduğunu biliyorum. Yine de, bizim burada acıyı daha iyi anlamak için ele aldığımız psikanalitik düşlem kavramı fazlasıyla açıktır. Düşlem, öznenin seçilenin yaşayan varlığıyla olan bilinçdışı kaynaşmasına, kaynak noktasına verdiğimiz isimdir. Bilinçdışımda işlem gören bu kaynak noktası, sevgilinin bende, benim de sevgilide uyandırdığımız ve ikimizi birbirimize bağlayan arzunun gerçek gücüyle canlanan bir imgeler ve gösterenler alaşımıdır.
Daha yakın bir geçmişte sevgi bağı gizemiyle karşı karşıya kalan Lacan da, “nesne a kavramını icat etmiştir. Çünkü Lacan gizemi, hiç çözmeden tam da nesne a” ifadesiyle sembolleştirmiştir. Yine de “a” bizim göz ardı ettiğimiz şeyden başka bir şey değildir; bu, sevilenin bizdeki şu akıl almaz varlığı, sevgilinin kişisel varlığı bizi kesinkes terk ettiğinde donup kalan şu psişik kopyamız olsun.
partnerimin benim tatmin olmamı sınırlandırma gibi iğdiş edici bir işlevi olabileceğini nasıl kabullenebiliriz? Kuşkusuz, sevilen varlığın bu kısıtlayıcı rolü keyifsizliğe yol açabilir; çünkü alışılagelmiş olarak partnerimize arzularımızı tatmin etme ve bize haz verme gibi güçler atfederiz. Kısmen doğrulanmış bir yanılsamayı, bizi mahrum bıraktığından çok bize verdiği yanılsaması içinde yaşarız. Ancak partnerimizin bilinçdışımızın tam ortasındaki işlevi tamamen farklıdır: Bize, sağladığı tatminle değil, neden olduğu tatminsizlikle psişik dünyamızın tutarlılığını garantiler. Sevgimizin varlığı olan partnerimiz bizi tatmin etmez; çünkü arzumuzu ateşlerken bizi tamamen tatmin edemez ve -en azından bunu yapacak olanakları olur mu bilinmez- tatmin etmek istemez. İnsan olduğundan bunu yapamaz, nevrozlu olduğundan da bunu yapmak istemez. Yani partnerimiz aynı zamanda hem arzumuzun ateşleyicisi hem de arzumuzu yalnızca kısmen tatmin eden varlıktır. Partnerim beni heyecanlandırmayı, bana kısmi bir haz sağlamayı ve yine aynı noktadan beni doyumsuz bırakmayı biliyor. Böylece yaşamak için bana gereken tatminsizliği garanti etmiş ve arzuma yeni bir merkez bulmuş olur.
Eksiklik olmadan, demek istediğim tatminsizlikten ibaret bu çekim çekirdeği olmadan, arzunun dairesel hızı bozulur ve acıdan başka bir şey oluşmazdı. Başka türlü ifade edelim. Tatminsizlik canlı ama dayanılabilir bir şey ise, arzu etkenliğini korur ve psişik düzen sabit kalır. Eğer tam tersine, tatmin olma aşırıya kaçar ya da tatminsizlik aşırı dayanılmaz olursa, arzu eksenini kaybeder ve acı ortaya çıkar. Burada, metinde geçen, acının o’nun alanında itkilerin taşkınlığını ifade ettiği hipotezini yeniden görüyoruz.
Hayır, tatminsizlik mutlak tatmine giden arzu yolculuğunun tamamlanmamış kısmı değildir. Tatminsizliği başka bir şekilde tasarlamanızı istiyorum. Bunu daha çok bir delik şeklinde düşünmenizi öneriyorum. Varlığımızın tam kalbine yerleştirilmiş ve çevresinde bütün arzularımızı toplayan bir delik Bu oyuk önümüzde değil içimizdedir. Yani arzu yolculuğu ufka doğru uzanan düz bir çizgi değil, arzunun dairesel hareketini çeken ve canlandıran merkezi bir boşluğun etrafında dönen bir spiraldir. Sonuç olarak, mekânsal anlamda arzularımızın tatmin olmadığını söylemek onların giderilmesi mümkün olmayan bir eksikliğin etrafını saran bir akımın dairesel hareketini izlediği anlamına gelir.
Arzu, hoşnutsuz ânlarda ideal bir amaca, mutlak zevke, yani tümden boşalıma erişmeye tamamen yönelmiş şiddetli bir gerilim değilse nedir? Şunu da söyleyelim ki bilinçdışı sisteminin normal hali, hiçbir zaman tamamen gerçekleşemeyen bir arzunun yaşattığı tatminsizliğin tahammül edilebilir durumuyla tanımlanır. Yine de psişik gerilimin her zaman canlı, hatta dayanılmaz olarak kalacağını, hoşnutsuzluğun hüküm sahibi olduğunu ya da arzularımızın tatminsiz kalacağını söylemek kesinlikle kötümser bir insan anlayışı ortaya koymaz. Aksine bu söylem tüm hayatımız boyunca şükürler olsun ki eksiklik halinde olacağımızı ilan etmekle aynı şeydir. Şükürler olsun ki diyorum, çünkü arzunun dürtüsü olan bu eksiklik, hayat demektir.
Öncelikle ben’in, her biri bedenimizin belirli bir bölümünü, duygusal olarak bağlı olduğumuz varlıkların veya şeylerin bir acısını yansıtan sayısız imgeden oluşan psişik bir ayna görevi gördüğünü belirtelim.
aşkın mantığa olan üstünlüğünün, insanı, yeni kaybolanın hayalet olarak geri geldiği sanrısal bir gerçeklik yaratmaya ittiğini anlıyoruz.
Aşkın insanı köre çevirmesiyle bilginin aydınlığı arasında, acımı hafifleten aşkın ışık geçirmezliğini tercih ediyorum.
Aşk ve bilgi birbirinden ayrılır. Ben, kaybolanı yeniden yaşatan içsel bir karasevda ile ebedî bir yokluğun kesinliği arasında bocalar. Bende barınan ötekinin yaşayan varlığı ile onun gerçek yokluğu arasındaki yarık öylesine dayanılmaz bir bölünmedir ki çoğu zaman bu yarığı sevgimizi dengeleyerek değil, ama ötekinin yokluğunu inkâr ederek, eksiklik olduğu gerçeğine başkaldırarak ve sevdiğimizin artık asla burada olmayacağını reddederek daraltmaya çalışırız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir