İçeriğe geç

Asayı Musa Mecmuası Kitap Alıntıları – Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Asayı Musa Mecmuası kitap alıntıları sizlerle…

Asayı Musa Mecmuası Kitap Alıntıları

Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.

İkinci kısım felsefe ise, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektebliler, Risale-i Nur’a itirazsız, çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.

Fakat gizli münafıklar nasılki bir kısım hocaları bütün bütün manasız ve haksız bir tarzda, ehl-i medresenin ve hocaların hakikî malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal ettikleri gibi; bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimal etmek ihtimaline binaen, bu hakikat Asâ-yı Musa ve Zülfikar mecmuaları başında yazılsa münasib olur.
SAİD NURSÎ

Demek, hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir.
Ve o gençliğin sû-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalp ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor.

Asâ-yı Mûsa

Sarf ve Nahiv İlmi’ni okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in من ربك (Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevap vererek: من müptedadır, ربك onun haberidir. Müşkül bir meseleyi bana sorunuz, bu kolaydır. diyerek hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfu’l-kubur velisini güldürdü ve rahmet-i ilahiyeyi tebessüme getirdi.
O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır.
O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.
Allah’ı tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Allah’ı unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
Madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti, iffette, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.
Kadere iman eden, gamlardan kurtulur.
Haşre mani’ hiçbir şey yoktur. Muktezî ise her şeydir. Evet mahşer-i acaib olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imate ve ihya eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve Güneş’i onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti; elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervah-ı neyyire ashabı, bütün kulûb-ü münevvere aktabı, bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler.
Hulfü’l-vaad ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celal ve kudsiyetine yanaşamaz.
Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.
Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.
“Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.”

Kehf Sûresi,18

Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.
Demek hakikî ve elemsiz lezzet, yalnız îmanda ve îman ile olabilir.
Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır . Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır , bedbahttır
Hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir.
Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmiüç saati sarfedip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek; ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbi, hem ruhi sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlakını bozmak ve me’yusâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyas edilsin.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Milyarlar gelen geçen MUHAKKİKLER, MÜÇTEHİDLER ve SIDDIKÎNLER; bil’icma’, mütevatiren nev’-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemaat-i azîme ve bu üç taife-i EHL-İ HAKİKAT ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanları ile verdikleri haberleri dinlemeyen ve saadet-i ebediyeye giden, onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, .
قد ينكر المرء ضوء الشمس من رمد
وينكر الفم طعم الماء من سقم

Bazen insan, gözünün iltihaplı olması sebebiyle güneşin ışığını inkar ettiği gibi
Ağız da hastalığından dolayı suyun tadını inkar edebilir.

Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Demek, iman-ı billâh, kat’iyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle ve bikütübihî ve rusülihî, yani peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı ispat eder.
Ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki:

Bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek.

Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz.
Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
Cenâb-ı Hak vaadinde hulf etmez—yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi icap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.
Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik. Kaf Sûresi, 50:6.

■ Sonra göğün yüzüne bak,
# Nasıl sükûnet içerisinde bir sessizlik,
# Hikmet içerisinde bir hareket,
# Haşmet içerisinde bir parıldama,
# Zînet içerisinde bir tebessüm göreceksin.

Bunlar intizam-ı hilkat, ittizân-ı san’at ile beraber olmaktadır.
Kandilinin parlaması, lâmbasının ışık vermesi, yıldızlarının parıldamaları akıl sahiplerine sonsuz bir saltanatın varlığını ilân eder.

Nev-i beşerin en büyük mes’elesi cehennemden kurtulmaktır.
ﻟَﻪُ ﺍﻟْﺤَﻤْﺪ
ُYani: HAMD ve sena, medih ve MİNNET ona mahsustur, ona lâyıktır. Demek NİMETLER onundur ve onun hazinesinden çıkar. Hazine ise, daimîdir.
(Allah’ı) tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir.
Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın harika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi bu hâdiseler de başıboş olamazlar.
Sübhanallah kelime-i kudsiyesi ise, Cenab-ı Hakk’ı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, ZULÜMDEN, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasıyla, saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal-i saltanatının haşmetine medar olan dâr-ı âhireti ve ondaki Cennet’i ihtar edip delalet ve işaret eder. Yoksa sâbıkan isbat edildiği gibi, saadet-i ebediye olmazsa hem saltanatı, hem kemali, hem celal, hem cemal, hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar olurlar.
Cehennem’siz Cennet’in pek çok lezzetleri gizli kalır.
Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur.
ZULMETSİZ ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder.
Neye dayanıyorsun ki umum mevcudâtı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?
Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim, fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâl’in meläikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum.
O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır!
Madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazen bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti, iffette, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.
Nasılki Altıncı Mes’ele’de biz Hâlıkımızı arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de, âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’anımızdan, sonra sair peygamberler ve MUKADDES KİTABLARDAN, sonra melaikelerden, sonra kâinattan soracağız.
İşte birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevkediyorum. ferman ediyor. Onuncu Söz, oniki parlak ve kat’î hakikatlar ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevablarını isbat ve izah eylemiş.
Eğer O (asm) olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı.
Acaba mu’ciznüma bir kâtib bulunsa; harfleri ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: Şu kâtib kendi te’lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hâfızasından yazacak. Sen diyebilir misin ki, Yapamaz ve inanmam.
Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır, öyle de gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.
Yine o mütemerrid şahıs döndü dedi: Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız.

Cevaben dedim: Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünki onlar bir Peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir Peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünki bütün Peygamberleri ve Allah’ı ve kemalâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar. Ve hiçbir Müslüman, hakikî YAHUDİ veya MECUSİ veya NASRANİ olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir halete girer. isbat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehennem’e gitti.

Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.
Hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız îmanda ve îman ile olabilir.
■ O karmakarışık zannettiğin vaziyetler,

■ Kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır.

Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telaş, bir KORKAKLIK göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki; tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.
Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün enva’ında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve ALLAH’TAN KORKMASI ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmeyerek ve tam manasıyla ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görülmemiş.
Ölüm ya idam-ı ebedidir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır.. veyahut başka bir baki aleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir.
Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan,

Bir tek zerreye Rab olamaz.

Eğer o fânî ve geçici gençliğini iffetle hayrata -istikâmet dairesinde sarf etse onunla ebedî, bâkî bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.
Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî mes’elelerde bir tek muhbir-i sadıka karşı hiçbir şübhe hattâ vesvese vermemek lâzım iken, yüzyirmidört bin isbat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sadıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin İTTİFAK ettikleri erkân-ı imaniyede; aklı gözüne inmiş, kalbsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şübheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz.
Demek hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir.
İki isbat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar.
Elbette böyle bir kitabın (Kur’an) misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.
(Kur’an) Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor.
Elbette biz başıboş değiliz.
ﺍَﻟْﺤَﻤْﺪُ ِﻟﻠّٰﻪ‌ِ ﻋَﻠَﻰ ﺍْﻟﺎِﻳﻤَﺎﻥِ
Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan; bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat’ın en mahbub ve makbul bir abdi olmasıdır.
Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.
İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der:
Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.
Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.
Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner.
تَلَئْلُاءً ف۪ى حِشْمَةٍ تَبَسُّمًا ف۪ى زِينَةٍ
Yani: Hem semavat yüzünde, öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki; Sâni’-i Zülcelal’in ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir sanatı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları, sultanın derece-i haşmetini ve TERAKKİYAT-I MEDENİYEDE derece-i kemalini gösterdiği gibi; koca semavat o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelal’in kemal-i saltanatını ve cemal-i san’atını, öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.
مَعَ اِنْتِظَامِ الْخِلْقَةِ مَعَ اِتِّزَانِ الصَّنْعَةِ
Hem diyor ki: Semanın yüzündeki mahlukatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki: Onların Sâni’i ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil.
SENİN VAZİFENE HASTALIKLARI VE MUSİBETLERİ PERDE YAPACAĞIM;
TÂ İBADIMIN ŞEKVALARI ONLARA GİTSİN, SANA GELMESİN.
Melaikeye iman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makam’ında şöyle işaret edilmiş ki; Azrail Aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a münacat edip demiş: Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden küsecekler, şekva edecekler. Ona cevaben denilmiş: Senin vazifene HASTALIKLARI ve MUSİBETLERİ perde yapacağım; tâ ibadımın ŞEKVALARI onlara gitsin, sana gelmesin. Aynen bu perdeler gibi Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız ŞEKVALAR Cenab-ı Hakk’a gitmesin. Çünki ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zahire bakıp itiraz eder, ŞEKVAYA başlar. İşte bu haksız ŞEKVALAR Rahîm-i Mutlak’a gitmemek hikmetiyle Azrail Aleyhisselâm perde olmuş.
Aynen bunun gibi; bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zahiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlahiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübaşereti -nazar-ı zahirîde- görünmesin. Yoksa hiçbir sebebin hakikî tesiri ve icada hiç kabiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat’î gösterdiğini, Risale-i Nur hadsiz delilleriyle isbat etmiş. Halketmek, icad etmek ona mahsustur. Esbab, yalnız bir perdedir. Melaike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz’î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.
Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.
Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.
Mesela, haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok arızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur.
BİZİM NİZAMAT-I ÂLİYEMİZİ VE KAVANİN-İ UBUDİYETİMİZİ BİLMİYORSUN. BİZİ İNTİZAMSIZ ZANNEDERSİN.
Sonra o müddeî, kalbinden der ki: Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim namına birşey kazanırım. der. Onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki: Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz. O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki; bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve KAVANİN-İ UBUDİYETİMİZİ bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannedersin. Bizler öyle bir zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lâmbaları gibi, onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahidleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.
Evet herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehad’in birer mu’cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avalim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi ve feza-yı âlemin birer zîneti, birer kasrı, birer çiçeği ve sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü olduğumuz gibi, heyet-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir zînet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemal-i san’at bulunduğundan Sâni’-i Zülcelalimizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemal ve celal ve kemalini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, mutî’, musahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik hattâ sahibsizlik ile ittiham ettiğinden tokata müstahaksın. der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar.
Madem ÖLÜM ÖLDÜRÜLMÜYOR ve KABİR kapısı kapanmıyor; elbette bu ECEL celladının elinden ve KABİR haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes’elesidir.
Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa MEZARİSTANA boşaltan ÖLÜM, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir