İçeriğe geç

Arzunun Botaniği Kitap Alıntıları – Michael Pollan

Michael Pollan kitaplarından Arzunun Botaniği kitap alıntıları sizlerle…

Arzunun Botaniği Kitap Alıntıları

Bir insan bir hayvana pekâlâ sorabilir: ‘Neden ne kadar mutlu olduğundan bahsetmiyorsun da, sadece öylece durup bana bakıyorsun?’ Hayvan şöyle cevap vermek isteyebilir, Çünkü ne söyleyecektiysem hep unutuyorum’ ama sonra bu yanıtı da unutur ve suskun kalır.
Ya bu dil bilgisi baştan sona yanlışsa? Ya aslında kendine hizmet eden bir kibirden ibaretse? Bir yabanarısı da muhtemelen bahçede kendisini bir özne, nektar damlası için yağmaladığı çiçeği de nesne sayıyordur. Ancak şunu biliyoruz ki, bu sadece arının büyük resmi göremeyişinden kaynaklanıyor. Meselenin aslı şu; çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır.
Besleyen, şifa veren, zehirleyen ve du­yuları hoşnut kılan kimyasal bileşimler de, bizi canlandıran, uyutan ve sarhoş eden başkaları da, hayret verici bilinç değiştirme gücüne sahip birkaç tanesi de bitkilerden gelir; hatta uyanık insanların beynine rüya ekme işi bile.
O Mayıs öğleden sonrasında bahçe aniden önümde yepyeni bir ışığın altında belirdi; göze, buruna ve dile sunduğu pek çok ve çeşitli keyifler artık o kadar masum ya da edilgen değil. Hep arzumun nes­nesi gözüyle baktığım tüm bu bitkiller, anladım ki, aynı zamanda beni etkileyen, onlar için kendilerinin yapamadığı şeyleri yaptıran özne­lermiş meğer.
Ya bu dil bilgisi baş­tan sona yanlışsa? Ya aslında kendine hizmet eden bir kibirden ibaret­se? Bir yabanarısı da muhtemelen bahçede kendisini bir özne, nektar damlası için yağmaladığı çiçeği de nesne sayıyordur. Ancak şunu bi­liyoruz ki, bu sadece arının büyük resmi göremeyişinden kaynakla­nıyor. Meselenin aslı şu; çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır.
biraz beklemeye karar verdim.
Kadın isimleri ya da dişil isimler taşıyan çoğu diğer çiçeğin aksine, lale isimlerinde (Gecenin Kraliçesi’ne rağmen) büyük adamların, özellikle de general ve amirallerin adları öne çıkar.
Batı’daki tulip kelimesi, Türkçedeki türban kelimesinin bozulmuş halidir.
(Tulip: Lale)
Farklı türde arılar, farklı türde simetriler tarafından cezbediliyor gibidir. Balarıları papatyalar, yoncalar ve ayçiçeklerinin radyal simetrisini tercih ederkem, yabanarıları orkidelerin, bezelyelerin ve yüksük otlarının bilateral simetrisini tercih eder.
(Her halükârda, simetri daha kusursuz oldukça çiçek daha sağlıklı, dolayısıyla daha tatlıdır.)
Arılar daha ilkel organizmalar diye bizim çiçeklerden aldığımız zevkle onlarınki arasında ortak hiçbir şey olamaz demek, insanmerkezci bir hata olurdu.
– Frederick Turner
Çiçekler, şişeden çıkmış bir parfümden ziyade, insan cildinde vakit geçirmiş bir esans gibi kokar. Arılara halen çekici gelebilir, fakat artık kokunun ateşlemek istediği, bizim beyin sapımızdır.
Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar.
Dionysos’a hiçbir tapınak gerektirmeyen acayip, esrik tapınma, her zaman şehrin dışında gerçekleşir; dini, başladığı ormana geri döndürürdü.
Bitkiler insanlara o kadar benzemez ki, karmaşıklıklarını tam olarak takdir etmek bizim için çok zordur.
Çiçeklere karşı kayıtsız kalmak mümkündür; ancak böyle olmuyor.
Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar. Anlaşılan açmış bir çiçeğin kendine özgü güzelliği bir kişinin zihnindeki siyah peçeyi ya da saplantılı düşünceleri delip içeri giremez olduğunda o zihnin duyumsal dünyayla bağlantısı da tehlikeli bir şekilde aşınmış oluyor.
yabancı genleri bir bitkiye eklemenin iki yolu olduğunu açıkladı: ya, bir bitki hücresinin çekirdeğine girip, onun DNA’sının yerine bir miktar kendisininkinden koyan bir agrobakteri (bir patojen) bulaştırmak ya da bir gen tabancasıyla bitkiyi vurmak.
ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar. anlaşılan, açmış bir çiçeğin kendine özgü güzelliği, bir kişinin zihnindeki siyah peçeyi ya da sapIantılı düşünceleri delip içeri giremez olduğunda, o zihnin duyumsal dünyayla bağlantısı da tehlikeli bir şekilde aşınmış oluyor. böylesi bir durum, lale çılgınlığının zıt kutbu; floraennui (çiçekusancı) diyebilirsiniz. ancak toplumların değil de, bireylerin başına bela olan bir sendrom.
yabanıl doğada bir bitki ile zararlıları, sürekli olarak birlikte evrilir; nihai zaferi kimsenin kazanamadığı bir direniş ve fetih dansıdır onlarınki. ancak aşılı ağaçlar ortamında birlikte evrim sona erer, çünkü bu ağaçlar kuşaktan kuşağa birbirinin tıpatıp aynıdır. sorun basitçe şu: elma ağaçları artık cinsel olarak üremiyor (çekirdekten yetişmek, cinsel üremeye işaret ediyor). cinsellik, doğanın taze genetik bileşimler yaratma yöntemi. bu sırada virüsler, bakteriler, mantarlar ve böcekler faaliyetlerini hummalı bir şekilde sürdürüp cinsel olarak ürüyor ve sonunda elmaların vaktiyle onlara karşı ne gibi bir direnişi var idiyse, tam da onun üstesinden gelecek genetik bileşimi yakalıyor. bir bakıyorsunuz ki, zafer zararlıların oluyor -insanlar modern kimyanın araçlarını kullanarak ağaçların imdadına yetişmediği sürece.
Gen tabancası, garip bir şekilde hem ileri hem de geçmişten kal­ma bir teknoloji kullanıyor; ancak hakkında bilmeniz gereken baş­lıca şey, tabanca nın bir mecaz olmayışı: hedef bitkinin sapma ya da yaprağına, DNA solüsyonuna batırılmış paslanmaz çelik bir cisim fırlarmak için 0,22’lik kurşun kullanılıyor. Her şey yolunda giderse, DNA’nın bir kısmı hücre çekirdeklerinin duvarını deliyor ve ittire kaktıra çiftli helikse dalıyor: halk dansı saflarına cialan bir zorba. Eğer yeni DNA doğru yere çıkarma yaparsa -ve o doğru yerin neresi ol­duğunu henüz kimse bilmiyor- bu hücreden büyüyen bitki, yeni geni ifade ediyor. Hepsi bu mu? Hepsi bu.
Patates gibi buğday da doğada başlar, ancak daha sonra kültür tarafından başka bir şeye dönüştürülür. Patates sadece bir tencereye ya da ateşin üzerine atılırken buğdayın harman edilmesi, dövülmesi, değirmende çekilmesi, karıştırılması, yoğurulması, biçimiendirilmesi ve pişirilmesi gerekir -ve en son adımda da, hamur halindeki biçimsiz madde, son bir mucizevi dönüşümle kabarır ve ekmek olur. Bu ayrın­tılı süreç, gerek iş bölümü, gerekse üstünlük ima edişi ile uygarlığın ham doğaya hakim oluşunu simgeliyordu. Böylece sade bir yiyecek, insanın ve hatta ruhsal birliğin özü haline geliyordu; üstelik ekmek ile İsa’nın bedeninin özdeşleşme öyküsü de vardı. Eğer hantal patates temel bir maddeyse, Hıristiyan zihninde ekmek onun tam karşıtıydı: -antimadde, hatta ruh.
Kraliyet arazisine bir tarla dolusu pata­tes ekilmesini emretti ve sonra da gündüzleri ekini korumaları için en seçkin muhafıziarını görevlendirdi. Ancak nöbetçileri gece yarısı evle­rine yolladı; böylece ekinin değerli olduğuna ikna olan köylüler, cep­lerinde kraliyet yumrulan ile gecenin karanlığında gözden kayboldu. Bu üç ulus zamanla güçlü birer patates ülkesine dönüştü. Bu du­rum, kuzey Avrupa’nın yetersiz beslenme sorununa ve dönem dönem yaşanan kıtlıklara son verdi; toprağın, tahıl ile geçindirebileceğinden çok daha büyük bir nüfusu geçindirmesini sağladı. Patates ayrıca -yetiştirilme sürecinde daha az sayıda insana ihtiyaç duyduğundan­kuzey Avrupa’nın büyüyen ve sanayileşen şehirlerinin kırsal kesim tarafından dayurulmasını da sağladı. Avrupa’nın siyasal merkezi buğdayın güvenilir bir şekilde yetiştiği sıcak, güneşli güneye demir atmıştı; patates olmasaydı, Avrupa’ da iktidar asla kuzeye yönelmezdi.
Nietzsche’nin denemesinin ilk bölümü unutmanın erdemleri üzerine duygulandırıcı, zaman zaman da komik bir övgü şarkısı; Ni­etzsche unutabilmeyi, insan mutluluğun, zihinsel sağlığın ve eylemin önkoşulu olarak görüyor. Hafıza ya da tarihin değerini reddetmeden (tıpkı Emerson ve Thoreau gibi), enerjimizin haddinden fazla kısmını geçmişin gölgelerinde debelenerek harcadığımızı öne sürüyor -adetler, geçmiş örnekler, genelgeçer bilgi ve nevrozun zayıftatıcı yükü. Amerikan deneyüstücüler gibi Nietzsche de, kişisel ve ortak mirasımızın hayattan zevk almamızın ve özgün olan herhangi bir şeyi başarmamızın önünde engel oluşturduğunu düşünüyor.
Yanınızdan otlaya odaya gelip geçen sığır sürülerini düşü­nün diyerek başlar Friedrich Nietzsche 1876 tarihli fevkalade, bi­raz da egzantrik denemesi Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine ye. Dünün ya da yarının ne anlama geldiğini bilmezler; seker durur, yer, dinlenir, hazmeder, gene sekerler, sabahtan akşama, günden güne böyle sürer. O ana bağlıdırlar; keyfiyle, sıkıntısıyla. Ve böylece ne melankoliye kapılır, ne de sıkılırlar
Gerçekten de unutmak, hep varsaydığım gibi zihinsel işlem bozukluğu değil, zihinsel işlemdir. Evet, unutmak bir lanet olabilir, özellikle de yaşlandığımızda. Fakat unutmak aynı zamanda sağlıklı bir beynin en önemli işlevlerinden biridir, hemen hemen hatırlamak kadar önem­lidir. Eğer hatırladığımızdan büyük kısmını çabucak unutmazsak, uyanık olduğumuz her anda algıladığımız duyusal bilgilerin sadece hacminin ve çeşitliliğinin bilincimizi nasıl bunaltacağını bir düşünün.
Eskimoların oluşturduğu yegane istisna dışında, Yeryüzü üzerin­de bilinçlerinde değişiklik yaratması için psikoaktif bitki kullanma­yan tek bir halk yok. Herhalde hiç de olmadı. Eskimolara gelince Onların istisnası da sadece kuralı kanıtlıyor: Eskimolar tarihleri bo­yunca psikoaktif bitki kullanmadı, çünkü bu bitkiler Arktik kuşakta yetişmez. (Beyaz adamdan fermente tahılların ne olduğu öğrenir öğ­renmez Eskimolar da, bilinç değiştiriciler arasına katıldı.) Bu olgu, insanın bilinç deneyimini değiştirme arzusunun evrensel olabileceği­ni düşündürüyor.
Cadılar ve büyücüler, büyü yapma gücü olan bitkiler yetiştirirdi -günümüzdeki deyişle, psikoaktifbit­kiler . İksir reçeteleri boruçiçeği, afyon çiçeği, güzelavratotu, haş­haş, gelin mantan (Amanita muscaria) ve kurbağa derisi (ki, güçlü bir halüsinojen olan DMT’yi içerebilir) gerektiriyordu. Bu malzemeler, kenevir yağı bazlı bir uçan merhem ile karıştırılırdı. Ve daha sonra cadılar, özel bir alet kullanarak -bu da, bu kadınların seyahat etmek için kullandığı söylenen süpürge ydi- bu merhemi cinsel organla­rına sürerdi.
Çiçeklerle birlikte meyveler ve tohumlar da geldi ve bunlar da Yerküre’deki yaşamı yeniden yarattı. Kapalı tohumlu bitkiler, to­humlarını dağıtsınlar diye hayvanların aklını çelrnek için şeker ve proteinler üreterek, dünyanın besin enerjisi deposunu birkaç katına çıkardı ve sıcakkanlı büyük hayvanların yükselişini mümkün kıldı. Çiçekler olmasaydı, yapraklı ve meyvesiz bir dünyada işleri yolunda giden sürüngenler, muhtemelen hala dünyaya hakim olurdu. Çiçek­ler olmasa, biz olmazdık.
Gerçekten siyah olan bir lalenin arayışı -en azından dört yüz yıl sürmüş ve halen sürmekte olan bir arayış- lale çılgınlığının altınetinierinden birine dönüştü. Baba Alexandre Dumas, on yedinci yüzyıl Hollanda’sında, ilk gerçek siyah lale yetiştirme yarışı üzerine koca bir roman -Siyah Lale-yazmıştı; yarışmanın esin kaynağı olduğu açgözlülük ve entri­ka (romanda Bahçecİlik Derneği 100 bin florinlik bir ödül koymuş­tu), üç hayatı yok eder. Sihirli lale ortaya çıktığında, yetiştiricisi Cornelius, ödüllü çiçeğin kendisinin olduğunu iddia eden komşu­sunun bir tüyosuyla haksız yere hapse atılır. Cornelius, hücresinin parmaklıkları arkasından hayatının eserinin bitişini gözler: Lale gü­zeldi, harikaydı, muhteşemdi; sapı yarım metre kadardı. Demir mız­rak başları kadar düzgün ve dümdüz olan dört yeşil yaprak arasından yükseliyordu; çiçeğin tamamı simsiyah ve pırıl pırıldı.
Lale Avrupa’ya ilk geldiğinde insanlar onun için yararlı bir amaç oluşturmaya giriştiler. Almanlar soğanlarını kaynattı, şeker ekledi ve hiç de inandırıcı olmayan bir şekilde tatlı diye sundu; İngilizler zey­tinyağı ve sirke ile !ale servisi yapmaya kalktı. Eczacılar laleyi gaz tedavisi için önerdi. Ancak bu kullanımların hiçbiri tutmadı. Lale kendisi olarak kaldı, diye yazıyor Herbert, bayağı faydacılığa ya­bancı, Doğa’nın şiiri. Lale bir güzellik nesnesiydi; ne eksik, ne fazla.
Muhteşem Süleyman’ın sarayındaki Avusturya Hapsburg büyü­kelçisi Ogier Ghislain de Busbecq, 1 554’te şehre geldikten kısa bir süre sonra İstanbul’ dan batıya bir lale soğanı sevkiyatı yaparak laleyi Avrupa’ya tanıttığım iddia etmişti. (Batıdaki tulip kelimesi, Türkçe­deki türban kelimesinin bozulmuş halidir.) Lalenin batıya yaptığı ilk resmi gezinin bir saraydan diğerine -krallar tarafından beğenilen bir çiçek- olması, hızla yükselişine katkı sağlamış olabilir; çünkü sa­ray modaları hayli bulaşıcıdır.
Cinsel seçilim yarışı başlamadan önce -çiçeklerden önce, tüyler­den önce- doğanın tamamı bir fabrikaydı. Güzellik vardı, fakat ta­sarlanmış bir güzellik değildi; o zaman var olan güzellik, ormanların ya da dağların güzelliğiydi ve kesinlikle bakanın gözündeydi.
Afrikalılar ender olarak evcil çiçek yetiştirir; çiçek im­geleri de Afrika sanatı ya da dininde nadiren ortaya çıkar. Belli ki Afrikalılar eğer bir çiçek hakkında konuşur ya da yazarsa, bunu ge­nellikle çiçeğin kendisi için değil, meyve vaadini göz önüne aldıkları için yapıyorlar. Go o d y, Afrika’ da çiçek kültürünün olmayışma ilişkin biri eko­nomik, diğeri ekolojik iki muhtemel açıklama sunuyor. Ekonomik açıklaması, insanların yiyecek bulup karınları doyana kadar çiçeklere bakmaya ayıracak güçlerinin olmadığı yönünde. Gelişmiş bir çiçek kültürü, Afrika’nın büyük bölümünün tarih boyunca gücünün yet­mediği bir lüks. Diğer açıklama ise, Afrika ekolojisinin çok miktar­da çiçek, ya da en azından çok miktarda gösterişli çiçek sunmadığı yolunda. Dünya üzerindeki evcilleşmiş bitkilerin görece az bir kısmı Afrika’ dan gelmiştir ve kıtadaki çiçek türleri yelpazesi, bir Asya’ daki, hatta Kuzey Amerika’ daki kadar bile yaygın değildir. Örneğin, Afrika’nın geniş çayırlarında karşınıza çıkan çiçekler, kısacık bir sü­reliğine açıp kuru mevsim boyunca yok olma eğilimindedirler.
Çiçeklere karşı kayıtsız kalmak mümkündür; ancak böyle olmu­yor. Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar. Anlaşılan, açmış bir çiçeğin kendine özgü güzelliği, bir kişinin zihnindeki siyah peçeyi ya da sap­Iantılı düşünceleri delip içeri giremez olduğunda, o zihnin duyumsal dünyayla bağlantısı da tehlikeli bir şekilde aşınmış oluyor. Böylesi bir durum, lale çılgınlığının zıt kutbu; fl.oraennui (çiçekusancı) di­yebilirsiniz. Ancak toplumların değil de, bireylerin başına bela olan bir sendrom.
Evrim, bizim İste­ğimize ya da niyetimize bağlı değildir; neredeyse tanım olarak bilinç­siz ve iradeye bağımlı olmayan bir süreçtir. Ona gereken tek şey, tüm bitki ve hayvanların yaptığı gibi, eldeki deneme-yanılma yöntemleriy­le çoğalmaya uğraşan varlıklardır. Bazen uyumsal bir özellik öylesine zekicedir ki, bir amaca hizmet edermiş gibi görünür: örneğin, kendi yenilebilir mantar bahçelerini ekip biçen karıncalar ya da bir sineği, çürümekte olan bir et parçası olduğuna ikna eden böcekkapan bitki. Fakat böyle özelliklerin ne denli zekice olduğunu ancak geriye dönüp bakınca fark ederiz. Doğada tasarım, ortaya çıkacak sonucu amaçlı bir mucizeymişcesine güzel ya da etkin olana kadar, doğal seçilim ile ıskartaya çıkartılmış bir dizi kazadan ibarettir.
Evrim bile evrilir.
Etrafımıza bakıp bitkiler ile bilgi ağaçlarının halâ bahçede yetiştiğini görebilseydik eğer, dünya sihrine nasıl da yeniden kavuşurdu.
Eğer kendini aşma durumunu beyinlerimizde ve aynı zamanda bahçedeki çiçeklerde de akan moleküllere borçlu olduğumuzu keşfedersek, kendimizi pohpohladığımız bu otoportreye ne olur acaba? Eğer insan kültürünün en parlak meyvelerinden bazıları aslında bu kara toprakta, bitkiler ve mantarlarla birlikte kök salmışsa? Bu durumda madde, gene de onu düşünmeye alışkın olduğumuz kadar dilsiz midir? Yoksa bu, ruhun da doğanın bir parçası olduğu anlamına mı gelir?
Şimdiki ana uyandığımızda, diye yazmıştı, sonsuzun, her anın sonunda olduğunu fark ederiz. Ancak önce unutmadan, bu noktadan o noktaya ulaşamayız.
Ki bunlar tam da adem ile Havvanın cennetten atıldıktan sonra isteyecekleri türden şeylerdi. Havva’nın doğumunun acısını atlatması için ya da Âdem’in bedensel çalışma ile geçecek bir ömre dayanabilmesi içinDaha kusursuz bir ilaç tasarlayanmazsınız. Howlett kanabinoid reseptörlerin nedense rahimde bulunduğunu belirtti ve anandamidin sadece doğumun acısını köreltmekle kalmayıp O kadınların daha sonra bunu unutmasına da yardımcı olabileceği tahmininde bulundu. (Tuhaf ama acı hissi hatırlaması en zor olan şeylerden biri.) Howlett insanın kanabinoid sisteminin sabah kalkıp her şeye yeniden başlayabilelim diye hayatın rutin oklarını dayanmamıza ve seçerek unutmamıza yardımcı olmak için evrildiği yorumunu öne sürüyor. İnsanlık durumuyla başa çıkmak için beynin kendi ilacı
Çiçeklere karşı kayıtsız kalmak mümkündür; ancak böyle olmuyor.
Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına Klinik depresyon semptomu gözüyle bakar. Anlaşılan açmış bir çiçeğin kendine özgü güzelliği bir kişinin zihnindeki siyah peçeyi ya da saplantılı düşünceleri delip içeri giremez olduğunda o zihnin duyumsal dünyayla bağlantısı da tehlikeli bir şekilde aşınmış oluyor
Bitkilerin ve insanların, diğeri için kendisinin yapamayacağı şeyleri yaparak ve bu pazarlıkta birbirlerini değiştirip ortak kaderlerini de geliştirerek birbirlerini kullanmayı nasıl öğrendiklerine dair bir mit.
İnsanoğlu olarak bir şekilde doğanın ya dışında ya da uzağında duruyoruz.
İşte bu yüzden tarımı, otların ağaçları fethetmek için insanlara yaptığı bir şey olarak düşünmek de aynı derecede makuldür.
Doğada tasarım, ortaya çıkacak sonucu amaçlı bir mucizeymişçesine güzel yada etkin olana kadar, doğal seçilim ile ıskartaya çıkartılmış bir dizi kazadan ibarettir.
Köpeğin bildiği en önemli şey -yanı başımızda evrildiği on bin yıl boyunca ustası olduğu konu- biziz:
Evcilleştirmeyi otomatikman bizim başka türlere yaptığımız bir şey olarak düşünüyoruz; oysa onu, bazı bitki ve hayvanların bize yaptığı bir şey, kendi çıkarları adına geliştirdikleri zekice bir strateji olarak düşünmek de aynı derecede mantıklı.
Unutmak sağlıklı bir beynin en önemli işlevlerinden biridir
Lale duruluk ve düzenden ibarettir.
Evrim değirmeni için arzularımız bir miktar daha öğütülmesi gereken bir tahıldan ibarettir
Bitkiler ile insanlar arasındaki kadim evliliğin evlatları, farkına vardığınızdan çok daha tuhaf ve fevkalâdedir.
Meselenin aslı şu; çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır.
Ya bu dil bilgisi baştan sona yanlışsa? Ya aslında kendine hizmet eden bir kibirden ibaretse? Bir yaban arısı da muhtemelen bahçede kendisini bir özne, nektar damlası için yağmaladığı çiçeği de nesne sayıyordur.
Dil bilgimiz bile bu ilişkinin koşullarına tam bir açıklık getiriyor: bitkileri ben seçerim, yabani otları ben yolarım, ekini ben hasat ederim. Dünyayı özneler ve nesnelere bölmüşüz ve burada, bahçede, doğada genellikle olduğu gibi, biz insanlar özneyiz.
On sekizinci yüzyıl Amerika’sında şeker ender bulunur bir şeydi. Karayipler’de şeker plantasyonlarının kurulmasından sonra bile, şeker çoğu Amerikalının erişim alanı dışında lüks bir üründü.
Amerika’daki ilk petrol yatakları Marietta’nın hemen dışında bulunmuştur. Kuyu kazan bir çiftçi, suya sızan doğalgaz kabarcıklarını fark ettiğinde
İşte size köşeyi dönmenin hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kokusu.
Doğa sadece dışarıda bir yerde bulunmaz, içeride, burada da bulunur; elmada, patateste, bahçede, mutfakta ve hatta bir lalenin güzelliğini seyreden ya da yanan bir kenevir çiçeğinin dumanını içine çeken bir insanın beyninde. Şuna bahse girerim ki, doğayı bu tür yerlerde şimdi yabanılda bulduğumuz kolaylıkla bulduğumuzda, dünyadaki yerimizi, onun karmaşıklığı ve iki anlamlılığını bütünlüğünde kavrama açısından hatırı sayılır bir mesafe kaydetmiş oluruz.
Evrim bile evrilir.
Bitkilerin yapamadığı tek önemli şey hareket etmek, ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse, bir yerden başka bir yere gitmektir. Bitkiler onları avlayan yaratıklardan kaçamaz; ayrıca yardım olmaksızın yerlerini değiştiremedikleri gibi, alanlarını da genişletemezler.
Bitkiler doğanın simyacılarıdır; su, toprak ve güneş ışığını değil imal, idrak etmesi bile insanoğlunun yetilerinin çok ötesinde olan bir dizi değerli maddeye dönüştürme uzmanlarıdır onlar. Biz bilincin hakkını vermeyi ve iki ayak üzerinde yürümeyi öğrenirken bitkiler, aynı doğal seçilim süreciyle fotosentezi icat ediyor (güneş ışığını yiyeceğe dönüştürme şeklindeki şaşırtıcı numara) ve organik kimyayı kusursuz hale getiriyorlardı.
Meselenin aslı şu; çiçek arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır.
Çok şey, unutmaya bağlı.
Yenilmek istemeyen bitkiler, çoğu kez tadı acı olan alkaloitler üretir. Aynı şekilde _elma gibi_ yenilmek isteyen bitkiler de, çoğu kez çekirdeklerinin etrafındaki etli kısımda aşırı miktarda şeker üretir. Böylelikle, genel bir kural olarak, tatlı iyidir, acı da kötü.
Güzellik her zaman farklıda olup biter ve farklı olan yoksa eğer, güzelliği görme ihtimali de azalır.
Hollandalılar lalenin kokusuzluğunu bir erdem _çiçeğin iffeti ve ılımlılığının kanıtı_ sayardı.
1608 yılında Fransa’da bir değirmenci, değirmenini bir Mere Brune soğanıyla takas etti. Yine o günlerde bir damat, tek bir laleyi bütün drahomasına karşılık kabul etti; üstelik söylenene göre, memnuniyetle.
Mitlerde bir insan başarısının altında çoğu kez bir hırsızlık ve bunun sonucunda ortaya çıkan utanç yatar _ Prometheus’un güneşten ateşi çalmasını ya da Havva’nın bilgi meyvesini tadışını düşünün. Bir şeyi başarıyla elde etmenin bedeli utançmış gibi görünüyor; özellikle de söz konusu olan, bilgi ya da güzelliği edinmekse.
Doğada, güzelliğin bedeli genelde seksle ödenir.
Afrikalılar ender olarak evcil çiçek yetiştirir; çiçek imgeleri de Afrika sanatı ya da dininde nadiren ortaya çıkar.
Ruh doktorları bir hastanın çiçeklere karşı kayıtsızlığına klinik depresyon semptomu gözüyle bakar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir