İçeriğe geç

Artı Kapital Kitap Alıntıları – Suat Kamil Aksoy

Suat Kamil Aksoy kitaplarından Artı Kapital kitap alıntıları sizlerle…

Artı Kapital Kitap Alıntıları

İnsan ise eksik olduğu halde hep tamlık yanılsaması içerisinde yaşayan bir varlıktır. Açık olmadıysa bir başka türlü ifade edeyim: Örneğin kimse yanlış olduğunu bildiği bir fikre sahip değildir, çünkü çoktan o fikri terk etmiştir. Onun yanlışları, hep doğru bildikleri arasında yer alır. Yani insan herhangi bir an kendisine baktığında kendisinde bir yanlışlık bulamaz. O tam olarak olması gereken gibidir. Belki bir ihtimal olarak yanılabileceğini düşünebilir. Ama yanıldığını bildiği anda ondan kurtulmuş da olur. Kolektif özneler açısından yanılgının fark edilip kabullenilmesi, bir bireyde olduğundan daha güçtür. Çünkü birçok bireyin aynı farkındalığı geliştirmesi aynı anda olamaz. Kolektif özneler kendilerini yücelik ya da kutsallık tonlarıyla donatmak suretiyle tamlık yanılsaması yaratırlar ve daha çok bilindiği varsayılan doğruların korunması açısından güçlü olanaklar barındırabilirler. Bu olanak aynı zamanda yanılgıları da güçlendirdiği için önemli bir zaaf kaynağıdır. Bu zaaf aynı zamanda insanın bazı gerçekleri kuşaklar boyu fark etmesini engelleyecektir.
TOPLUM, DEVLET VE DEĞER

İnsanın ne olduğu sorusu iktisatla ilgili değildir. Marx’a da atfedilerek oluşmuş olan anlayış, insanı toplumsal bir varlık olarak ele alma eğilimindedir. İnsanın toplumsal ilişkilerinin bütünü olarak tarif edilmesi de genel bir alışkanlıktır. Aslında somut insan hakkında konuştuğumuzda bunlar çok haklı düşüncelerdir. Ne yazık ki genel olarak insan nedir sorusu böylelikle cevaplanmış olmaz. Hatta bu fikirler yeterli bulunduğu takdirde sorunun üzeri örtülmüş de olur. Burada konunun ayrıntılarına giremeyiz elbette. Sadece insanın özünün evrensel olduğunu bu evrensel özün tüm canlı doğayla bir bağıntısının bulunduğunu ifade etmeliyiz. Öyle ki insan bir toplum olmak yoluyla doğaya ilişkin olan özünü edinmez, bu özü böylelikle geliştirir. Tıpkı dilin toplum sayesinde gelişmesinde olduğu gibi. Dilin özü de toplumsal değildir, insanda olduğu gibi evrenseldir. Bu sayede birbirinden habersiz oluşmuş toplumların, hatta başka gezegenlerde oluşmuş toplumların dilleri birbirine tercüme edilebilir. Peki toplum nereden çıkmıştır. İnsan toplum olmak zorunda mıdır? İnsan toplum olmadan önce insan değil miydi? Eğer insan toplumu önceliyorsa insanı topluma nispetle tanımlamak biraz uygunsuz olmaz mı? Evet bilmeceyi çözmek için önce doğru soruları sormak gerekiyor. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu fikri ilk bakışta haklı gibi görünmesine rağmen, gerçek bunun tam tersidir. Toplum insanal bir varlıktır.

Değer yasası, üretimin genel yasası olarak kabul edilmelidir. Marksist olup bu kabulü reddedenler, kendilerine artık başka bir sıfat bulmalıdır. Üretimin iç bağıntısı, toplumun emek zamanının değişik üretim dallarına belirli ve zorunlu bir dağılımı olarak açımlanmaktadır. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, belirli bir tür ihtiyacın tamamen keyfi nedenlerle iki katına çıkması durumuna bakacağız. Böyle bir durumda, bu ürünlerin üretilmesi için gerekli emek zamanı da iki katına çıkacak ve emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımı değişecektir. Buradan yola çıkarak, emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımının, taleple değişeceği sonucuna varılabilir. Böylece değer bağıntısının da biraz keyfi olduğu düşünülebilir. Gerçekten de ihtiyaçlar büyük oranda keyfidir. Halbuki, yasa kavramı keyfiyetle bağdaşmaz. Açıklama basittir. Üretimin iç bağıntısı, ihtiyaçların verili olduğu koşullardaki zorunluluğu anlatmaktadır. Zaten her durumda bir yasallığı ayrıştırmak için çok sayıdaki parametre sabit kabul edilmek durumundadır. İhtiyaçlar keyfi bile olsa, ihtiyaçların ne olduğu ortaya konduktan sonra, emek zamanının dağılımına bakıldığında geriye değer bağıntısı kalır. Zaten ürün başına gerekli emeğin değişmemiş olması, değer bağıntısının korunduğunun göstergesidir. Kısaca yasa kavramına ilişkin bir bilinç bulanıklığına da değinmeliyiz. Bilim hem toplum için hem doğa için yasallıkları ortaya çıkarmaya çalışır. Bu sayede nesnesini bütünsel olarak anlama imkânı edinir. Yasa insanın öznel iradesinden bağımsız durumları anlatır. İnsan, bunların bilgisine erişebilir. Ama etkileyemez. Eğer etkileyebiliyorsa bahsi geçen şey yasa değildir. Değer yasasıyla ilgili ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla değer yasası, yasa olarak görülmemektedir. Yasanın etkinliğini artırmak, kırıntılarına varıncaya kadar yok etmek, bir devrim yoluyla geçersiz kılmak, yasanın bir teknik olarak kullanılması, yasanın lanetlenmesi, yasanın planlamanın kontrolüne girmesi, hep insan iradesine bağımlı bir şeyden bahsedildiğini göstermektedir. Bütün bunlar ya yasa kavramının yerli yerine oturtulamaması ya da değer yasası diye bir şeyin gerçekte var olmadığının gizlenmiş itiraflarıdır. Halbuki, insan yasaları kendi iradesini bunlara uydurmak için arar. Tam burada sözü Stalin’e vermekte yarar var: “Marksizm, -ister doğa yasaları, ister ekonomi politik yasaları olsunlar- bilim yasalarını, insan iradesinden bağımsız olarak etkilerini sürdüren, nesnel süreçlerin yansımaları olarak anlar. Bu yasaları keşfetmek, tanımak, incelemek, onları eylemlerimizde hesaba katmak, toplumun yararına işletmek mümkündür, ancak bunları değiştirmek ya da yok etmek mümkün değildir. Hele yeni bilimsel yasalar oluşturmak ya da yaratmak tamamen olanaksızdır.”
Elbette Stalin sadece değer yasasına ilişkin olarak böyle konuşmuyor. O ekonomi-politiğin yasalarının nesnel niteliğini, bunların insan iradesinden bağımsız oluşunu birilerine anlatmaya çalışıyor. Zira karşısında bu bakımdan aşırı uçlarda yer alan sayısız kadro bulunuyor. Günümüzde, yani Stalin’in artık pek önemli olmadığı koşullarda, karşı sözlerin daha baskın olmasında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Ancak Marx, Engels, Lenin tarafından söylenmiş sözler var. Marksizm kulvarı içerisinde yer alanlar bahsi geçen yasalar söz konusu olduğunda cepheden karşı durmuyorlar. Yine aynı otoriteler tarafından savunulmuş fikirlere yaslanarak yanılgılarını sürdürmeyi başarıyorlar . Elbette tüm Marksistler tamamen aynı görüş açısı içerisinde yer almıyorlar. Ama onların aralarındaki farklar burada bizi pek ilgilendirmiyor. Biz ortak yanılsamalarla ilgileniyoruz.
DEĞERİN DOĞASI

Biz, değer, yani nesnelleşmiş emek ya da daha doğru bir deyişle nesnelleşmesi gerekli emek varsayımıyla bağlı olduğumuz oranda bu varsayımın tüm mantıksal uzanımlarına dokunmak zorundaydık. İster bireylerin zenginliği, ister ulusların zenginliği olsun, bu zenginlik en nihayetinde nesnelleşmiş emekten ibarettir. Çok titizlenip nesnelleşmiş emek tamlamasını yetersiz bulanlar, bizi, nesnelleşmiş yararlı emek tamlamasıyla, hatta nesnelleşmesi gerekli yararlı emek tamlamasıyla düzeltebilirler. Pratikte ise emek kelimesi yararlı insan faaliyetinin dildeki karşılığından başka bir şey değildir. Nesnelleşmiş emek derken gündelik dilin bu ayrıntısı akılda tutulursa ifademizin düzeltilmesine de gerek kalmaz. Baktığımız şey ister somut bir toplum, ister kurgusal bir toplum olsun ya da tek bir bireyle ilgilenelim, değer belirlenimi hem gerçeği hem hayali sıkıca bağlar. O halde zengin olmak istediğimizi hatırlayalım ve soralım, zenginliğin ölçüsü nedir? Para. Para nedir? Paranın ne olduğu konusunda çeşitli fikirler var. Ama yıllanmış iktisat hocalarından henüz paranın ne olduğunu anlayamadığını söyleyenler de var. Değer ve para kavramı çok yakından ilişki halinde oldukları için değer kavramı hakkında aydınlık olmayan zihinlerin, para hakkında da kendilerini rahat hissetmemeleri doğaldır. Bunu itiraf edenlerin içtenlikli olduklarını düşünmek gerekir. İçtenlikli iktisat profesörleri dışında, bu açıdan uyanık olması gerekenler daha çok Marksistlerdir. Çünkü onlar Marx’la yoldaş olmak hasebiyle kendilerini bilirkişi addetmektedirler. Üstelik günü geldiğinde toplumun para olgusundan kurtulacağı sanıldığı için ne mal olduğu bilinen para olgusuna karşı haddini bildirici bir ilgisizlik ve özensizlik hakimdir. Halbuki konunun layığınca kavranması yeterli bir alakayı zorunlu kılmaktadır. Marx kendi kitabında meta ve para üzerine yazdığı ilk bölümle ilgili olarak anlaşılamama kaygısını önsöz aracılığıyla bize bildiriyor ve uyarıyordu. Dahası o anlaşılmak konusunda kaygı duyduğu konuyu, yani meta ve para konusunu Kapital’den önce Katkı adıyla zaten yazmış ve yayımlamış durumdaydı. Kaygısında haklı olduğunu teslim etmek gerek. Şimdi aynı konuyu bir başka biçimde ve değer merkezli olarak ele almakla bazı tekrarlar yapmak durumunda kalacağız. Ama bunlar kimseyi sıkmasın. İnsan bir yanıyla çok aciz bir varlık. On dakikada okuyup anlayabileceği bir gerçeği teslim edebilmek için bilmeksizin bir ömür boyu gayret sarf edebilir, bu gayret milyonlarca insanın yaşamında yüzyıllarca tekrar edebilir. Az gidip, uz gidip, dere tepe düz gidip geriye dönüldüğünde görünen bir arpa boyu yol işte böyle bir yoldur. Değerin kaynağının emek olduğunu zaten biliyoruz ve bu fikri burada tekrar etmiş olacağız. Ama unutulmamalı ki biz bu fikri zaten en baştan beri veri alıyorduk. Konunun yeni bir mantıksal seriminin amacı okuyucuyu ikna etmek olamaz. Konuyu evrensel bir çerçevede sunarken temel tezin tekrarına değil bu evrensel çerçeveye dikkat edilmesini bekliyoruz.

ARTI KAPİTAL’den;

Bağımsız yaşam emek üretkenliğinin bin kat artışına ihtiyaç duymaktadır. Daha ötesi yeryüzü insana bazı imkânları bedavadan sunmaktadır. Bu imkânları insanoğlunun dünyadan bağımsız bir yerde yeniden üretmesi ek bir emek üretkenliğini de gerektirir. O halde basitçe şunu söyleyebiliriz. İnsan şu anki emek üretkenliğinin bir milyon katına erişmediği sürece dünyaya bağlıdır ve bu da onun uzun vadede ölü olduğunu, var olmadığını gösterir. Uzay boşluğunda yaşayabiliyor olma koşulu sağlandığında insanın orada da uzun süre kalamayacağı açıktır. İnsanın güneşten kurtulmak için de belki milyon katında daha fazla üretkenlik artışına ihtiyacı vardır. Hayal edebildiklerimize ek olarak neler olabileceğini ise henüz bilmiyoruz. Stephen Hawking insanlığın bin yıl içerisinde dünyayı terk etmesi gerektiğini ilan etti. Ama insan üretkenliği bu kadar sürede ne kadar geliştirebilir? Zaman yetecek mi acaba? Daha ötesi diyelim ki dünyayı terk edebilecek durumda olsun, acaba güneşi terk etmek için vakti kaldı mı?

Bir uçurumdan yuvarlanan Temel düşerken bir ağaç gövdesine tutunur ve birkaç dakika içerisinde ölecek iken ölmemiş olur. Fıkranın devamına bakmayıp kendinizi onun yerine koyun. Sizi duyacak kimse yok ise tutunmak neye yarar. Zaten bir süre sonra tutunacak gücünüz de tükenecek, yirmi dakika daha asılı vaziyette yaşama imkânınız olacak. Diyelim ki ağacın gövdesi, üzerinde oturabileceğiniz kadar geniş olsun. Bu durumda da eninde sonunda uykunuz gelecektir. Gerçekte yaşamınız uçurumdan kaydığınız anda sona ermiştir. Bu düşüşün ardından ölümünüze kadar geçen süre ne olursa olsun, bu süre sadece ölmüş olduğunuzun bilincinden ibarettir. Yukarı tırmanmak imkânsız, aşağıya ölmeden inmeniz imkânsız, bağırsanız sizi duyacak birisini bulmanız imkânsızdır. Elbette çok başka bir dünyada yaşıyor olabilirdiniz. Üzerinizdeki gps cihazı önce sizi uçuruma doğru ilerlediğiniz konusunda uyarabilir. Dahası uçuruma yaklaşan birisi olduğunu algılayan iletişim sistemi çoktan sizin uçurumdan düşmenize mani olacak önlemi alıyor ve olası düşme durumunda gerekli yardımı bölgeye yönlendiriyor da olabilirdi. Temel bağırdığında Allah’tan yardım diler, “Kendini bırak” diye bir ses duyunca, “Başka kimse yok mu?” diye bağırmaya devam eder. Fıkraya bakılırsa Temel’in yaşama isteği çaresizce ağır basmaktadır. İnsanlık şu anda dünya adlı bir gezegende asılı halde bekleyen bir ölü müdür? Yoksa hikâyenin devamı başka mıdır? Şu an bir iddiada bulunmak zor. İnsanın bundan milyar yıl sonra yapması gereken bir hamle için iş işten geçmiş olabilir mi?

Basit bir mantık yürütme bizi, insanın doğacı eğilimlerinin kendi varlığına yönelik koruyucu tutumun bir dolayımı olduğu fikrine ulaştırır. İnsanın kendi varlığının devamlılığına eğilim göstermesinden daha doğal ve doğru bir şey de yoktur. Bu yüzden bu tutum, gizlenmesi, saklanması ve dolayımlanması gerekmeyen bir tutumdur. Dolayımlar bazen asıl ereğin kaybolmasına yol açabilir ve bu insanın ahmaklığından başka bir şey olmaz. İnsan kendi varlığıyla uyumlu kalacaksa bunun tersi saçma ve ahmakça ise kendi varlığını ilk sıraya yerleştiren fikirlerinden dolayı utanmamalıdır. Daha ötesi kendi varlık ve sürekliliğine geliştirmek konusunda açık bir bilinçle çaba harcamalıdır. Nasıl ki tüm varlığın doğası insan içinlikle tanımlanamıyor ise ya da onun sonsuz varlığı insanın varlığını otomatik olarak sürekli kılamıyorsa canlı doğa da, insanı otomatik olarak var etmek zorunda değildir. Elbette varlığın tümü karşısında canlı doğa ile insan aynı pozisyondadır. Ama bu canlı doğa ile insan arasında otomatik bir ittifak olduğu anlamına gelmez. İnsan bu canlı doğa içerisinde kendi varlığını kendisi sürdüremiyorsa nesli tükenenler listesine girmekten başka şansı yoktur. Yani canlı doğanın da acıması yoktur. Ama canlı doğa ile insan arasında bir ortak yan vardır. Gerçekte canlıların evrimi, insanın doğadan bilgi edinmesi sürecine benzer bir şeydir. Evrim genetik kayıt aracılığıyla doğadan bilgi edinilmesi sürecidir. Bu bilgi edinme süreci insandakine benzer bir bilinç içermez. Ama her edinilmiş bilginin eksikli olmasına karşın canlı doğanın edindiği ve yanlışlarını eleyebildiği kadarıyla biriktirdiği bilgi, halen insanın elinde bulunan bilginin çok ötesindedir. Özetle insanın kendini tüm üstün görüşlerine karşın, bilgi bakımından canlı doğaya göre geçici olan geriliği bir veridir. İnsanın bu durumun farkında olması elbette zorunludur. O henüz kendisi gibi bir organizmayı ya da doğada belirli bir yeri olabilecek bir organizmayı kurgulayabilecek halde değildir. İnsanın canlı doğa karşısındaki bu geriliği elbette geçicidir. Canlı doğanın genetik kayıt ve onun dolayımları şeklindeki bilgi birikimiyle insanın edindiği bilgi gerçekte aynı şeydir. Bu açıdan bakıldığında canlı doğa ve insan tüm varlıktan edinilen bilgiyle tanımlanabilmeleri anlamında bir ve aynıdır. Canlı organizma her durumda bir genetik bilginin açılımıdır ve bu bilginin kendisini güncel tutma ve geliştirmesinin bir aracısıdır. Aracının ölümlü oluşu kaynaklandığı bilgi birikiminin potansiyel ölümsüzlüğüyle bir karşıtlık teşkil eder. Aynı durum insan için de geçerlidir. Birey bilgi ve kültürün taşıyıcısı olarak ölümlüdür. Ama bunların gelişmesinin ve sürekliliğinin taşıyıcısıdır. Tüm bu sürece bir açıklama getirmek gerekirse kısaca, olmakta olan şeyin, varlığın bilgisinin (ki bu insandır), varlığın özündeki sonsuzluğa ve kalıcılığa öykünmesi olduğu söylenebilir. Ama bu kadar soyut noktalarda dolaşmak niyetiyle yola çıkmadık. İnsanın kendi varlığı ve bu varlığın sürekliliğiyle barışık olması anlamına gelen doğaseverliği gayet yerindedir. Eğer insan bu tutumuyla tutarlı kalacak ve saçmalamayacaksa saflığı bırakmalıdır. Canlı doğanın dengesi ve devinimi denilen şey genetik düzeydeki bilgi kümelenmesinin düşünme biçiminden, bu mekanizmanın sağlığından başka bir şey değildir. İnsanın ruhsal dengesi ve düşünme yeteneği aynı sürecin sadece başka bir boyutudur. Konuya bilinç dahil olmuştur, bu anlamda bir düzey farkı da vardır. Ama bu kesinlikle otomatik olarak daha üstün bir bilgi birikimi demek değildir. İnsan elbette kendisini de var eden canlı doğanın biriktirdiği bilgiye hakim olarak, ona nüfuz edecektir. Ötesi bir yana insan henüz bu açıdan yolun başındadır. İnsan edinmiş olduğu bilgileriyle canlı doğanın ötesine geçmenin yanı sıra, yaşam bulduğu dünyanın da ötesine geçmek zorundadır. Yeryüzü ona sonsuza kadar ev sahipliği yapamayacaktır. O halde insanın geleceği aşağı yukarı belirli ve bilinebilir haldedir. O kendi varlığıyla tutarlı kalacaksa en önce yeryüzünü terk etmeli, güneş henüz patlamamışken, bu patlamadan etkilenmeyecek bir yere doğru çekilmeli, giderek güneşin söneceği ve yaşam kaynağı olmaktan çıkacağı günlerde bir başka yaşam kaynağı edinmelidir. Peki, bu nasıl olacak. Bilim kurgu fantezileri kurmak kolaydır. Ancak bir astronotun uzay istasyonunda bir yıl yaşamasının maliyeti nedir? Bu kaç paraya ya da bizim kavramımızla kaç emek zamanına mal olmaktadır? Gerçek rakamın ne olduğunu bir yana bırakıp bir varsayımla düşünmeye başlayalım. Bir astronotun uzay boşluğunda bir yıl yaşamasının maliyeti 15 milyon TL, yani dünyanın kişi başı ortalama hasılasının 1000 katı olsun. Yani bir kişinin uzaydaki varlığı, yeryüzünde 1000 kişinin bir yıllık emeğini soğuruyor olsun. Bu insanın uzayda henüz yaşayamadığını, sadece temsil edilebildiğini ve elbette yaşama potansiyeli taşıdığını gösterir.
İnsan verili bir anında yaşamıyla bağdaşan yanılsamalardan oluşan sayısız örtünün içindedir. Kendi deneyimiyle bu örtüleri fark edip yırtıp atabilir. Kendisini böylece aydınlanmış hisseder, içinde yaşadığı zindanın parmaklıklarını kırmış olur ve kendisini bir nevi özgürleştirir. Kavuştuğu rahatlama ve özgüven bu sefer onun başka örtüleri görmesini engelleyecektir. İnsan bireysel keşifleriyle, insanlık bilimsel keşifleriyle kendi ufkunu sürekli genişletir. Böylece hali hazırda sahip olduğu aydınlığın, yeni ve daha güçlü ışıklarla birer gölgeye dönüştüğünü görür. Hep karanlığın içinden çıkar, ışığa boğulur. Ama aslında yine de hâlâ karanlığın içinde kalır. Çünkü hep bir göreceliliği yaşar. Bazı bireyler, üzerlerine abanmış örtüleri kısmen de olsa yırtıp atabilmiş olmaları sayesinde, başkalarında tamlık hissi uyandırırlar. İnsan bu bireyler nezdinde ışığa ve elbette özgürlüğe kolay yoldan erişmek eğilimindedir. Gerçekçi zemini tümden terk etmeden de olsa birileri ilahlaşırlar. İlahlaşanlar doğru sözün kolay adresi olurlar. Onların söyledikleri zahmetli sorgulardan geçmek zorunda değildir. Kendini bir başka türlü kurmak isteyenler için çok çeşitli ilahlar kopyalanmak üzere erişime her zaman açıktır.
Akademiler bütün kuşku ve kaygıları bir kenara bırakıp köklü bir tercih yapmak için zaman kaybetmemelidir. Baki kalan gerçekler olacaktır ve bilim günün koşulları karşısında değil, ancak gerçekler karşısında boyun eğebilir. İktisat kendi temeli olarak ilan etmesi gereken değer kavramından yoksun bir biçimde sürdürdüğü zorlu hayatını terk etmeli ve kendisini zenginleştirecek, kendisine saygınlık kazandıracak bir hayata adım atmalıdır. Değer belirleniminin incelenmesi de artık akademi dışı araştırmalara mahkûm kalmaktan kurtulmalıdır.
Burada iktisadın felsefesi konuşuluyor ama öylesine konuşulmuyor. Önemli bazı başlıklar hakkında ulaşılmış olan kimi gerçekler ilk ifadelerini burada buluyorlar. Doğal ki siyasal ve tarihsel uzanımlar var. Fark edemediğimiz ama hayatımızı derinden etkileyen ve etkilemeye devam eden olgular büyük oranda aydınlatılıyor. Gündelik yaşamın rutinleri içerisinde sıradanlık perdesinin ardında gizlenen ve belki de yeni bir çağı başlatacak önemli gerçekler gözler önüne serilirken, başka ve kıymetli olabilecek bir şeyler de kitabın satırları arasında saklanmış bulunuyor. Bir teknik ve temel analiz yöntemi sunulmuyor elbette ama anlatılanları gerçekten anlayıp gereğini yapanlar emeklerinin karşılığını mutlaka alacaktır. Ortaya atılan tezlerin kabullenilmesi hatta tam olarak anlaşılması pek kolay olmasa da zorluğun bir kez aşılması halinde, kavuşulacak zenginlik her anlamda büyük olacaktır. Zenginliğin felsefesine pek ilgi duymayanlar için alternatif olarak felsefenin zenginliğiyle karşılaşma imkanı da ilgi görebilir. İnsanın üretimden elini çekeceği, robotlar eliyle yeni bir sanayi devrimine doğru gidildiği konuşulurken beklentilere uymayan gelişmeler karşısında şaşırmamak için iktisadın felsefesi yol gösterici olacaktır.

Değer, göğsünde ne olduğunu anlatan bir yafta ile ortalıkta dolaşmaz. Aslında her ürünü, toplumsal bir hiyeroglif yazısına çeviren, daha çok değerdir. Kendi ürünlerimizin ardında yatan sırrı aydınlatmak için daha sonra, biz bu hiyeroglifi çözmeye çalışırız…”
Karl Marx

Değer yasası, üretimin genel yasası olarak kabul edilmelidir. Marksist olup bu kabulü reddedenler, kendilerine artık başka bir sıfat bulmalıdır. Üretimin iç bağıntısı, toplumun emek zamanının değişik üretim dallarına belirli ve zorunlu bir dağılımı olarak açımlanmaktadır. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, belirli bir tür ihtiyacın tamamen keyfi nedenlerle iki katına çıkması durumuna bakacağız. Böyle bir durumda, bu ürünlerin üretilmesi için gerekli emek zamanı da iki katına çıkacak ve emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımı değişecektir. Buradan yola çıkarak, emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımının, taleple değişeceği sonucuna varılabilir. Böylece değer bağıntısının da biraz keyfi olduğu düşünülebilir. Gerçekten de ihtiyaçlar büyük oranda keyfidir. Halbuki, yasa kavramı keyfiyetle bağdaşmaz. Açıklama basittir. Üretimin iç bağıntısı, ihtiyaçların verili olduğu koşullardaki zorunluluğu anlatmaktadır. Zaten her durumda bir yasallığı ayrıştırmak için çok sayıdaki parametre sabit kabul edilmek durumundadır. İhtiyaçlar keyfi bile olsa, ihtiyaçların ne olduğu ortaya konduktan sonra, emek zamanının dağılımına bakıldığında geriye değer bağıntısı kalır. Zaten ürün başına gerekli emeğin değişmemiş olması, değer bağıntısının korunduğunun göstergesidir. Kısaca yasa kavramına ilişkin bir bilinç bulanıklığına da değinmeliyiz. Bilim hem toplum için hem doğa için yasallıkları ortaya çıkarmaya çalışır. Bu sayede nesnesini bütünsel olarak anlama imkânı edinir. Yasa insanın öznel iradesinden bağımsız durumları anlatır. İnsan, bunların bilgisine erişebilir. Ama etkileyemez. Eğer etkileyebiliyorsa bahsi geçen şey yasa değildir. Değer yasasıyla ilgili ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla değer yasası, yasa olarak görülmemektedir. Yasanın etkinliğini artırmak, kırıntılarına varıncaya kadar yok etmek, bir devrim yoluyla geçersiz kılmak, yasanın bir teknik olarak kullanılması, yasanın lanetlenmesi, yasanın planlamanın kontrolüne girmesi, hep insan iradesine bağımlı bir şeyden bahsedildiğini göstermektedir. Bütün bunlar ya yasa kavramının yerli yerine oturtulamaması ya da değer yasası diye bir şeyin gerçekte var olmadığının gizlenmiş itiraflarıdır. Halbuki, insan yasaları kendi iradesini bunlara uydurmak için arar. Tam burada sözü Stalin’e vermekte yarar var: “Marksizm, -ister doğa yasaları, ister ekonomi politik yasaları olsunlar- bilim yasalarını, insan iradesinden bağımsız olarak etkilerini sürdüren, nesnel süreçlerin yansımaları olarak anlar. Bu yasaları keşfetmek, tanımak, incelemek, onları eylemlerimizde hesaba katmak, toplumun yararına işletmek mümkündür, ancak bunları değiştirmek ya da yok etmek mümkün değildir. Hele yeni bilimsel yasalar oluşturmak ya da yaratmak tamamen olanaksızdır.”
Elbette Stalin sadece değer yasasına ilişkin olarak böyle konuşmuyor. O ekonomi-politiğin yasalarının nesnel niteliğini, bunların insan iradesinden bağımsız oluşunu birilerine anlatmaya çalışıyor. Zira karşısında bu bakımdan aşırı uçlarda yer alan sayısız kadro bulunuyor. Günümüzde, yani Stalin’in artık pek önemli olmadığı koşullarda, karşı sözlerin daha baskın olmasında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Ancak Marx, Engels, Lenin tarafından söylenmiş sözler var. Marksizm kulvarı içerisinde yer alanlar bahsi geçen yasalar söz konusu olduğunda cepheden karşı durmuyorlar. Yine aynı otoriteler tarafından savunulmuş fikirlere yaslanarak yanılgılarını sürdürmeyi başarıyorlar . Elbette tüm Marksistler tamamen aynı görüş açısı içerisinde yer almıyorlar. Ama onların aralarındaki farklar burada bizi pek ilgilendirmiyor. Biz ortak yanılsamalarla ilgileniyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir