İçeriğe geç

Aramızdaki Ağaç Kitap Alıntıları – Sema Kaygusuz

Sema Kaygusuz kitaplarından Aramızdaki Ağaç kitap alıntıları sizlerle…

Aramızdaki Ağaç Kitap Alıntıları

Gün gelecek, sorumluluğun tarihsel dönemeçte donup kalmadığını, bütün bu felaketin şimdiyi ve geleceği boyadığını, her bireyin sadece kendi atasından değil, o cehhenemi günlere tanıklık eden bütün dağlardan, göçtürülenlerin izini çizen tren yolunun geçtiği ovalardan, nehirlerden, kökleri asfaltı patlatan bilmem kaç yüzyıllık meşelerden de sorumlu olduklarını ta ciğerlerinde hissedecekler. İnsan bu, duramaz çünkü, ağacın dahi ne bildiğini bilmek ister.
Hobbes:”Toplumsal kötülüğün kaynağı’Bu benimdir!’diyen kişi değil, ‘Sen benim eşitim değilsin,’ demeyi ilk akıl eden kişidir.”
s.102
Türkiye’deki bütün kadınlar; mayolu,türbanlı hatta gebe hallerimizle; dondurma yerken, bisiklete binerken, parkta kitap okurken, balkonda çamaşır asarken, meyhanede içerken, sadece müstehcenlik kanalından dünyaya bakan bir devlet zihniyetinin bedenleşmiş nesneleriydik.
İçimden diyorum ki bir dost bulmalı, aramıza bir şey koyacak. Ruhumuzdaki pelteleşmeye alıkoyacak bir dost olmalı. Soyut ve mutlak olanı hatırlatacak biri. Diyelim ki bir hapse düştü, dostu bir kitaptan söz etsin ona; biri hastaysa öleyazdıysa dostu şarkı söylesin lütfen; diyelim ki biri bocaladı umutsuzluğa kapıldı, dostu kuşlar ansiklopedisinin ilk cildini bulsun sahafta. İlla bir dost olsun aramıza nesne koyacak. Cezaevi yokmuş, kimse işinden kovulmamış cübbeler ayaklar altına alınmamış, başımıza devlet örmemişler gibi değil, sayısız utanca kepazelik rezalete rağmen, insanın en normal halini merakta ve şaşkınlıkla türeyen bir ürperti olduğunu anımsatacak biri olmalı.
Sevgili dostlar. Bilgiyi özgürleşme aracı olarak gören siz rüyalılar. Bilgiyi tahakküm aracı olarak kullanan her tür iktidarın dayatmalarına karşı iradesini kuvvetlendirmekle uğraşan ince huylu kadınlar, erkekler
Kendinden yeni bir doğa, yeni bir ağaç, yeni bir dil, yeni bir şefkat, yeni bir içerleme, yeni bir hayret, yeni bir son yaratamayanların yapış yapış kibri Kibrin bu en sinsi hali, kelimelere takla attıran ulu orta tevazu gösterisiyle perdelenmiştir.
Akıl almayacak ölçüde organize, birinin bıraktığı boşluğu öbürünün derhal ikame ettiği bu kötülükler dizgesini soğukkanlılıkla değerlendirebilecek durulukta yepyeni bir politik insan mümkün müdür?
İnsan bu, duramaz çünkü, ağacın dahi ne bildiğini bilmek ister.
Olağanüstü karmaşıklığıyla bir başına muazzam ve bir başına hiçbir şeydir göz. Bedenle arasına giren birçok kötü sebep yüzünden henüz kendine soramamıştır da. Acaba ben kimin oyuğundayım?
Bazen merak ederim, çevirmenlik gibi bir marifetimiz varken acaba dünyada bir dilden başka bir dile çevrilememiş bir duygu kırıntısı kalmış mıdır?
Kendine benzemeyene katlanamamakla damgalanmış, alan kaybetmekten sürekli ürken, kendine benzeyenler daha fazla olduğu sürece rahat eden ürkek bir varlık
Kişinin özgün söylemi daima bireyseldir ve bireysellik dediğimiz hazne, ülkeden, kültürel, siyasi ve dinsel bütün aidiyetlerden çok daha geniş bir yuvadır.
Kaybolmadık, şu anda buradayız. O yerde seyahat eden şey zaman değil, hikayenin ta kendisidir. Varılacak bir yer olduğu kadar, burası diye bir yer de vardır.
Çünkü cesaret korkunun sınırlarını çizer. Oysa özgürlük, bir ağacın yaprağını yaratması gibi yaratır kendini.
Düşünmek için yer değiştirmeye, hatta yersiz yurtsuz bir alana geçmek gerekiyor.
Dinsel aidiyetlerin kaskatı kimlikler haline getirilmesinin, ötekini dışlayan korkuları ve önyargıları beslemekten başka hiçbir işlevi yok.
Ölü, mutlak bedendir. Bir kişinin bedeni. Suçtan fikirden hırstan gururdan adanmışlıktan öfkeden kıyastan rekabetten kibirden hasetten iyilikten zihniyetten kahramanlıktan aşktan ve her çeşit tesadüften azade ama bütün ünsiyet bağlarıyla birlikte adıyla sanıyla soyuyla cansız uzanır.
Demiri demirle dövdüler,
Biri sıcak biri soğuktu.
İnsanı insanla kırdılar,
Biri aç biri toktu.
Kibrin gizli seremonisi başladığında sadece müziği açın. Göreceksiniz, mecburen dans etmek zorunda kalacaklar.
Vaktiyle ulu bir dağın eteğinde,bereketli topraklar üzerinde kurulu bir köy vardır.Hayatından az çok memnun insanların yaşadığı köye nereden çıkageldiği belirsiz bir ejderha musallat olur.Ejderha bütün yağ ve şarap ambarlarını talan ediyor,keçi sürülerini avlıyor,köy halkına yiyecek tek lokma bırakmadan dağın zirvesindeki mağarasına çekilerek günden güne daha besili dolayısıyla daha ihtişamlı bir hal alıyordur.
Köy halkı kendilerine musallat olan bu ejderhadan kurtulmak için kimsesiz ve yoksul çobanları gözden çıkarmaya başlar.Her yıl,çobanlık yapan bir delikanlıyı seçer,ona yıl boyunca dövüş sanatlarını öğretir,ellerinde kalan son yiyeceklerle tıkabasa besleyip ejderhayı öldürmesi için dağa gönderirler ama ne yazık ki eğitilen onca savaşçı-çobandan hiçbiri geri dönmez.Yıllar sonra köyde ejderhayla savaşacak erişkin delikanlı kalmadığında köy halkı mecburen daha bıyıkları terlememiş bir çobanı savaşçı olarak seçer.Oğlan o kadar yeteneklidir ki kısa sürede usta bir okçu olur.Onun hazır olduğundan emin olan ahali büyük bir şölen düzenledikten sonra dualar eşliğinde çobanı ejderhaya gönderirler.
Çoban bir günlük tırmanışın ardından ejderhanın yuva bellediği mağaranın kapısına ulaşır.İçeri girdiğinde gördüğü zenginlik karşısında gözleri kamaşır.İçerisi hevenk hevenk meyveler ,yiyeceklerle doludur.Hazine sandıkları,büyüleyici mücevherler,buğday çuvalları,pekmez küpleri,şarap testileri,daha neler neler…Çobanın tahayyül bile edemeyeceği bu zenginliğin ortasında o amansız ve ihtişamli ejderha derin bir teslimiyet içinde mışıl mışıl uyumaktadır.Çoban yayını gerer,okunu atar,ejderhayı tek atışta,derin uykusundan yekinmeden kolayca öldürür.Bu kadar kolay olduğuna kendisi bile inanamaz.Ejderhayı gerçekten öldürdüğünü kanıtlamak için canavarın kalbini çıkartıp heybesine koyar.Derken bizim kahraman çoban mağaranın derinliklerine doğru göz atmaya başlar.Kendini alamadığı bir okşama ihtiyacıyla her şeye dokunuyor,tuttuğu altınları inceliyor,yiyeceklerden tadıyor,zevkle kendinden geçerek mağaranın her santimetresini dokuna dokuna fethediyordur.Birkaç saat sonra çoban çoban değildir artık.İlkin dikenli kuyruğu belirir,sonra pençeleri.Ağzından ateşler püsküren bir ejderhaya dönüştüğünde mağaradan çıkıp tarifsiz bir açlıkla köye doğru kükrer.Köy halkı ejderhanın dehşet veren kükreyişini işittiği vakit,büyük bir yıkım ve hayal kırıklığı ile küçük çoban için yas tutmaya başlar.
Kuşkusuz bu ejderha içimizden biridir.Hemşehrimizdir.Yurttaştır.Çoban ve çobandan önce gelen bütün delikanlılar ejderhanın içinde gömülüdürler.Köy halkı ejderhaya karşı bir şehit dizilimi oluştururken eşzamanlı olarak ejderha dizgesine katılarak kendini imha ediyordur.Bu bakımdan dirilenlerin değil-çünkü dirilme aynı bedende olur-canlanmış ve kinlenmiş ölülerin toplamıdır ejderha.Canlanan ölüler yaşayanların kaderlerini bozmakla kalmayıp ölülerin hasediyle yıkıcılaşırlar.Korku ve hayranlık uyandıran despotların,diktatörlerin,faşistlerin,hegemonik iktidara yürüyüş servenlerini tasvir eden bu ejderha masalını kılı kılına güncel Türkiye alegorisi haline getirense hikayedeki çobandır.
Aramızdaki Ağaç(sf,87) SEMA KAYGUSUZ
Aşkın, zorbalığın, kıskançlığın, korkunun, kaygının tarihi varsa merhametin de vardır. İlkin bir görüye sonra değere dönüşen bu tür duyguların her çağa göre gösterdiği değişkenlik, kültür tarihi yazımının başat temalarından biridir şimdi. Örneğin, yüz yıl önce duyduğumuz ezan sesiyle şimdiki arasındaki fark, ancak politik değişimle açıklanabilir. Sesin uhrevilikten egzotikliğe doğru dönüşümü, sesin değil kulağın ideolojisini gösterir. İşte bu yüzden merhametin tarihini başka yerden yazmak gerekir belki. Yaşantının orta yerinde kimin, nasıl bir üslupla, hangi koşullarda merhamet gösterdiğine bakmalı. Linç kültürünün, şovenizmin, faşizan duyguların ayyuka çıktığı günümüzde merhameti dişil zihniyetten okumak, kaçınılmaz bir ihtiyaçtır bana göre. Söz konusu dişil erdem olduğunda içi bulananlar için daha çekici gelebilecek başka bir önerim var. Dileyenler bütün dişil erdemleri perilere bırakabilir. Beklesinler hayatı.
Çünkü merhamet toprağa aittir. Güdüsel, saf ve yabanidir. Başkasının ıstırabını deneyimlemeye gerek duymaksızın o ıstırabı hissedebilme mucizesidir.
Bir umuda, devasa bir beklentiye dönüştü adalet.
Bize ölümlü olduğumuzu değil de etimizde güzelliğe içkin ömürsüz parçalar taşıdığımızı duyuran bir nesne olsun. Yoksa böyle giderse hiç kimse olacağız bir gün, yazık. Yazık ki çoğumuzun hiç kimse olması yüzünden göçmen çocuklar İsveç’in sınır kapılarında topluca intihar etmeyi konuşmuş olacak. Geride acı bir anlatı bile bırakmadan donuklaşacağız, yazık.
Gerçekleştirilen her emir insanda sızı bırakır. Özümlenemez. Yabancı bir cisim gibi. Bu yüzden emir altındaki kimse suçsuz hisseder. Bir bakıma kendisini kurban gibi hisseder. Celladını arayan ve sızlayan bir kurbandır o. Bu yüzden asla asıl kurban gibi hissedemez. Çünkü o bizatihi failin kendisidir. Emiri gerçekleştirmek için hile yapar, yalan söyler, çeşitli entrikalarla hayır diyenlerin iradesini gasp eder. Yeter ki emir gerçekleşsin.
Yaratıcı söze erişen evlat, evlattan şaire geçmeden, kendi yaşamının şiirine sıçramadan az önce annenin bakışını üstünde hissederek görünürlük kazanır. Medetsiz insanın ilk avuntusudur o bakış. O ilk bakışla insan göründüğünü de görür.
Her kahraman bir zorba matruşkasından çıkmıştır ne de olsa, aynı tarihi kesitin rafında içiçe dururlar
Mezarlar göğe, mezar taşları ise yaşayan insanların yüzüne bakar. İçin için söyleşmeyi sürdürmek için
İlginçtir ki, hayvan haklarını savunanların zavallı insanı ihmal ettiğini düşünenler, insan hakları ihlallerine karşı parmağını bile kımıldatmamış kişilerden oluşur hep
Çünkü cesaret korkunun sınırlarını çizer. Oysa özgürlük, bir ağacın yaprağını yaratması gibi yaratır kendini
İşin daha acısı, Türküye’deki tecavüz oranlarının birçok gelişmiş ülkeye göre çok düşük olduğuyla övünen kimi bürokratlar, adaletsizliğin üstünü örtmekle kalmayıp yeterince tecavüze uğramadıkları için kadınlardan şükretmelerini bekleyecek kadar sefilleşebilirler.
Ülkenin topraklarında çok az insanın bildiği bir masal anlatılır, üç kelebek masalı. Vaktiyle üç kelebek varmış bir arada yaşayan. Aynı çiçeklerin eşeylerinde dolanır, ormanın aynı ağaçlarında uçuşurlarmış. Bilmiyorum neden, ormanın bir yerinde büyük bir yangın çıkmış. Kelebeklerden bir tanesi neler olup bittiğini merak ederek ateşe doğru uçmuş. Bakmış ki yoğun bir duman var, havada kesif bir yanık kokusu, hemen geri dönmüş. Demiş ki, ilerde göz gözü görmüyor. Ağaçların çatırdayarak devrildiğini duydum, ama doğru dürüst hiçbir şey görmedim. İlk kelebek yangının boyutlarından bihabermiş bunları söylerken. Bunun üzerine ikinci kelebek daha çok meraklanmış. Dayanamayıp ateşe doğru uçmuş. Epey bir süre beklemişler onu. İkinci kelebek geri döndüğünde perişan bir haldeymiş. O kadar yara almış ki eskisi gibi uçamıyormuş artık. Orada güneşe doğru uzanan, uzadıkça ağaçları yalayan kızıl alevler var, demiş. Soyledigine bakılırsa o alevlerin göbeğinde sarı hareler titriyormuş. Üçüncü kelebek bunları duyunca yerinde duramamış tabii. Öbürleri yangın yerine gitmemesi için ne kadar yalvardıysa da, üçüncü kelebek ateşin sırrını çözmeye alelacele uzaklaşmış. Bir daha da geri dönmemiş. O yangınla ne derin bir özdeşlik kurduysa artık, ya alev olmuş, ya duman, ya da önce reçinesinden yanan ağaç olmuş. İşte ben üçüncü kelebeğim anne.
Ama söz konusu merhamet olduğunda, bir kadının herkesten başka bir cümle kurduğunu, bu cümleyi kurarken dini, imanı, insan haklarını, özgürlük bildirgelerini, sözcük sözcük ölçülerek yazılmış manifestoları bir nefeste nasıl da aştığını görmüşsünüzdür. Yalın, kendiliğinden gelen bir bilmekle merhameti alır, yoğurur, tekrar içimize iteler.
Korku yaymak, en etkin propaganda yöntemidir
Senin kalbini durduran üzüntü, hepimizin nabzında atıyor şimdi.
Çünkü cesaret korkunun sınırlarını çizer. Oysa özgürlük, bir ağacın yaprağını yaratması gibi yaratır kendini.
Hayat aynı anda öyle acı, öyle görkemli ki yüzümü nereye dönsem azametli bir adalet mücadelesinin ortasında buluyorum kendimi.
Hiçbir şeyi, fenalık veya güzellik hiç fark etmez, dışardan seyredemeyecek kadar açım bu dünyaya. Bu öyle bir açlık ki, ancak çalıştığım, yazdığım, araştırdığım yanıtını bilmediğim soruların peşinden gittiğim zaman kendimi doygun hissediyorum.
Bence ölsek de rüya görmeyi sürdürüyoruz. Kalbimiz duruyor ama ruhumuz durmuyor.
Şehrimizin sokaklarında yürümek, düş gördüğümüz dilde konuşmak, sokakta ıslık çalarak yürümek, kendimizi kendi bildiğimiz gibi yapmaktı özgürlük.
merhamet Başkasının ıstırabını deneyimlemeye ihtiyaç duymaksızın o ıstırabı hissedebilme mucizesidir.
“ Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten katil taratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşim,” siyen Rakel Dink, üstünde hiç durmadığımız merhametin tarihine yeni bir harf düşmüştür aslında.
”dünya dediğin senin sahibin, hatırladıkça daralan, unuttukça boşalan yer. ”
Ne cennet olurdu cehennemdekiler düş kurmasa, ne cehennem olurdu cennettekilerin kabusu olmasa.
Mülklerin en tehlikelisi dildir.
okumak sadece bir zevk meselesi değil, aynı zamanda sözcüklere temas ederek dünyaya kavuşma meselesidir.
Korku yaymak, en etkin propaganda yöntemidir.
Mülklerin en tehlikelisi dildir,der Hölderlin.Hele ki arkadan konuşan dil,o hiç susmayan çene , insan etiyle çalışan bir makineye dönüştüğünde,o makinenin artık cahilliğe bile gereksinimi yoktur.İnsan denilen o büyük malzeme birdenbire taşıyıcı bir ağıza dönüşür.Bir ağıza dönüşmeyi reddettiğimizdeyse,Hölderlin’in taslak halinde kalan şiirlerindeki gibi,yüz yüze gelip göksel şeylere ad vermeye devam ederiz.
İnsanlık konusunda henüz toplumsal bir sözleşme üretememiş olan Türkiye toplumunda hayvan haklarından söz etmek daima aşırılık olarak görülmüştür.İlginçtir ki,hayvan haklarını savunanların zavallı insanı ihmal ettiğini düşünenler,insan hakları ihlallerine karşı parmağını bile kımıldatmamış kişilerden oluşur hep.
Birçoğumuzun kendini birdenbire bir kimliğin içinde buluverdiği anlar vardır.O kimlikle bir derdiniz olduğundan değil,sadece o kimliğe indirgenerek insana darlık duygusu veren tipik bir imgeye dönüştürülmenin sıkıntısından söz ediyorum.
Kişinin özgün söylemi daima bireyseldir ve bireysellik dediğimiz hazne, ülkeden, kültürel, siyasi ve dinsel bütün aidiyetlerden çok daha geniş bir yuvadır.
Korku yaymak, en etkin propaganda yöntemidir. Korku, önyargılarımızı şekillendiren ilk duygu katmanı. Su buharı gibi kolaylıkla yayılıp çabucak kitleselleşebilir. Tesir ettiği her toplumu soluksuz bırakır.
Hiçbir şeyi, fenalık veya güzellik hiç fark etmez, dışarıdan seyredemeyecek kadar açım bu dünyaya. Bu öyle bir açlık ki, ancak çalıştığım, yazdığım, araştırdığım. yanıtını bilmediğim soruların peşinden gittiğim zaman kendimi doygun hissediyorum. Ben yangını seyredemem anne!
İnsan ruhunun dünya okulundan devşirmesi gereken yegâne duygulardan biri olan merhamet, ruhsal bir yetenektir. Çünkü merhamet toprağa aittir. Güdüsel, saf ve yabanidir .Başkasının ıstırabını deneyimlemeye gerek duymaksızın ıstırabı hissedebilme mucizesidir.
Şimdi diyorum ki dost, aramıza koyacağımız udu henüz hak etmedik biz.
Oysa özgürlük, bir ağacın yaprağını yaratması gibi yaratır kendini
Özgürlüğün ne yalın bir şey olduğunu bu ağrılar öğretti. Şehrimizin sokaklarında yürümek,düş gördüğümüz dilde konuşmak, sokakta ıslık çalarak yürümek, kendimizi kendi bildiğimiz gibi yapmaktı özgürlük.
Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapamaz kardeşlerim
Ne zaman kendi sahici trajedisiyle anlatılacak ölüm?Yüreğinden başka hiçbir şeyi olmayan yapayalnız insanın felaketi,devletten azede ne zaman gerçekten halk dilinde saza değecek?Ne zaman insan olacagız biz,hep birlikte,birbirimize yenilmeden.
Kibrin bu en sinsi hali,kelimelere takla attıran ulu orta tevazu gösterisiyle perdelenmiştir.Elbette bu topraklarda gelenekçi İngiliz kibri beklemek safdillik olurdu.Biz daha çok çarpık b,r aydınlanma anlayışıyla eşit görmediği bireylerden türdeş bir toplum yaratmaya çalışanların kibriyle;kıskançidoğanın hazlarına haset eden insanbiçimli bir tanrının günah-sevap açmazını dayatanların kibrine alışkınız.
Mülklerin en tehlikelisi dildir,der Hölderlin.Hele ki arkadan konuşan dili,o hiç susmayan çene,insan etiyle çalışan bir makineye dönüştüğündeio makinin artık cahilliğe bile gereksinimi yoktur.
Taş susmaz çünü.Yontulduğun anda içine insan sözü üflenir ve gün gelir daha çok ses çıkarır insandan.İçersindeki acıyla insanı insanla ölçer.Hakikatin sonsuzluğunu ileten her mezar taşıikaide ya da dikey bir işaret olmaktan öteikendi ölüleriye arasındaki yakınlığın biricik temsili olarak yurda öğüt veren birer mektuptur.
Bir karganın beni ödüllendirmesi,tuhaf bir övünç,bir seçilmişlik duygusu yaratmışsa da,bir hayvan tarafından sevilmenin muhtaçlığı,insanın ilgiye ne denli aç,zavallı bir yaratık olduğunun çarpıcı bir işareti olarak aklımının bir köşesindedir hala.
Dünya insanlardan oluştuğu için insani değildir,ve sırf içinde insan sesi yankılanıyor diye de insani olmaz;yalnoızca söylemin nesnesi olduğu zaman insani olur.
Okuduğum her has edebi metinde kadim olan duyguya,düşünceye yönelmemi sağlamıştır.Kaldı ki okumak sadece bir zevk meselesi değil,aynı zamanda sözcüklere temas ederek dünyaya kavuşma meselesidir.
An,burada atan bir nabızdır.Geçmiş,gelecek ve şimdiyi aynı kalpte duyumsatır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir