Şükran Yiğit kitaplarından Ankara, Mon Amour! kitap alıntıları sizlerle…
Ankara, Mon Amour! Kitap Alıntıları
Terliklerin, paltoların, bardakların düzeniydi o günkü konum: Annemle babam akşam gezmeye gittiklerinde babamın terliklerinin, annemin terlikleriyle yan yana durmasının onların geri dönmeleri için şart olduğunu, evde olmadığım zamanlarda benim terliklerimin, bütün gün yalnız duran babamın terliklerinin yanına konmasının yerinde bir davranış olduğunu, eğer kışın ablamın paltosuyla benim paltomu üst üste asarsak paltolarımızın geceleri daha az üşüyeceklerini ve ertesi sabah bizi daha iyi ısıtacaklarını, mutfak rafında su bardaklarıyla çay bardakları arasındaki savaşı önlemenin tek yolunun onların belirgin bir mesafe bırakılarak dizilmesi olduğu konularında yaptığım açıklamalar Emel’i tam olarak tatmin etmemişti nedense 🙂
trajedilerin en büyüğünün bizi en gündelik, en banal, en herzamanki hayatımızı yaşarken gelip bulacağına inanırım. İnsanın yağmurlu, soğuk bir akşamüstü soluk soluğa vardığı sıcacık evinde yüreğine saplanan bir kurşun, kanlı bir savaşın orta yerinde saplanan bir kurşundan daha fazla acıtmaz mı ?
hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya başladıysam bu çocuk kalbimin çelimsizliğinden değil, küçücük aklımın çaresizliğindendi.
Yağmuru beklemeye başlarsınız, bir yağsa her şey yeniden başlayacaktır, ama yağmaz o yağmur. Bir yıl, beş yıl, on yıl Bir de bakarsınız ki beklemek bir din, bir ibadet olmuştur, sanki onunla doğmuş gibisinizdir, adınız kadar size aittir.
Emanette unutulmuş bir bavul gibi hissediyorum kendimi. Bir yolculuktan öbür yolculuğa sürüklenen ama eve varıldığında yokluğu hissedilmeyen, hissedilse de peşine düşülmeyen, sıkı sıkıya kapatılmış bir bavul gibi.
hayata bırakmak istedim galiba kendimi. Anlıyor musunuz? Ben Ben kendimi hayata bırakmayı özledim, onun için geldim size. Birisinin benim için bir fincan kahve yapmasını özledim, birden bastıran bir yağmur gibi öylesine oturup konuşmayı.
Biz kaplumbağalar soyundanız Mösyö, tarihimizi hep sırtımızda taşırız. Ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım o hep sırtımızdadır, başımızı içeri çeker dururuz, ama o hep görünür. Benim anlatacak bir şeyim var elbette, ama bu sadece otuz yıllık bir bekleyiş. Sadece ve otuz yıl sözcüklerinin böyle gelişigüzel arka arkaya kullanılması ne kadar ürkütücü değil mi? Siz bana kaç yıldan söz edebilirsiniz?
Biz kaplumbağalar soyundanız Mösyö, tarihimizi hep sırtımızda taşırız. Ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım o hep sırtımızdadır, başımızı içeri çeker dururuz, ama o hep görünür. Benim anlatacak bir şeyim var elbette, ama bu sadece otuz yıllık bir bekleyiş. Sadece ve otuz yıl sözcüklerinin böyle gelişigüzel arka arkaya kullanılması ne kadar ürkütücü değil mi? Siz bana kaç yıldan söz edebilirsiniz?
Devrimin ve aşkın Türkçe’sini bulmaya çalışıyordum.
Yıldız, kar tanesi saydığımız zamanlardı,
Kırmızı ışıklarda geçtiğimiz zamanlar
Bir gün cam göbeği bir güneşi karın içine yuvarlamıştık
Kırmızı ışıklarda geçtiğimiz zamanlar
Bir gün cam göbeği bir güneşi karın içine yuvarlamıştık
Her gün uyandığımda yaşadığımı, sadece yaşadığımı, varlığımdan başka hiçbir şeyi hissetmediğim o ne mutlu ne de mutsuz anın hemen arkasından başlardı hayat.
Çocukluğun, kimsenin dokunamayacağı ve sadece ve ama sadece kendi hayatını sürdüren rüyasının neresinde yer açar insan bu gökten zembille iniveren gerçeğe?
Hep aynı, hiçbir zaman doğru soruyu bulamıyorum. Bunalıyorum, içim ne içime ne de dışıma sığıyor – büyümem lazım belki de – ama her seferinde doğru soruya biraz daha yaklaşmış hissediyorum kendimi ve biraz rahatlıyorum.
Sabah güneşi saçlarımda, saçlarım gözlerimin üzerinde saatlerce oturuyordum orda. Saçlarımı çekmiyordum gözlerimden, çünkü sarı ışıltılar görüyordum aralarında.
Ankara hala tüm mevsimleri aynı ciddiyetle yaşıyordu.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalırsa geriye, o günden de bana sadece bir duygu kaldı.
Kuşkusuz hepimiz geçmişimizle, kendimizin bulduğu ya da bizim için bulunan öykülerimizle varız, her şeyi bugün kadar yarın da yanımızda taşıyacağımızı biliyoruz, belki bizim arkamızdan ‘onun bir öyküsü yoktu’ diye konuşamayacaklar, gün doldurur gibi yaşayıp çekip gitmeyeceğiz bu dünyadan, ama hep aynı acıyı da sürekli bir yük gibi omuzumuzda taşıyamayız, gücümüz yok, kaldıramayız. Bazen hayatı, yaşadıklarımızı sadece eski bir şarkıyı özler gibi özlesek ve çok sevdiğimiz bir plak gibi özenle tozunu alıp pikaba yerleştirsek.
Hayatınızın o mayınlı bölgesine girip, sizinle beraber havaya uçmaktansa o yavşaklığı göze aldım diyerek bizi bir kez daha hayretten hayrete düşürecekti
Emanette unutulmuş bir bavul gibi hissediyorum kendimi. Bir yolculuktan öbür yolculuğa sürüklenen ama eve varıldığında yokluğu hissedilmeyen, hissedilse de peşine düşülmeyen, sıkı sıkıya kapatılmış bir bavul gibi.
Ben.. ben kendimi hayata bırakmayı özledim, onun için geldim size. Birisinin benim için bir fincan kahve yapmasını özledim, birden bastıran bir yağmur gibi öylesine oturup konuşmayı.
Bazen hayatı, yaşadıklarımızı sadece eski bir şarkıyı özler gibi özlesek ve çok sevdiğimiz bir plak gibi özenle tozunu alıp pikaba yerleştirsek.
Hani bir şey hayatında hem hep vardır, hem de hiö yoktur.
O günden sonra tüm hayatımı cevaplamam beklenen soruların sorulmasını önleyecek bir şekilde düzenlemeye çalıştım.
düşününce beklentileri ortaya çıkar insanın, beklentilerden de hayal kırıklıkları.
İnsanların yalnız yaşayabilecekleri asla düşünülmeyen bu aileler ülkesinde, birbuçuk odalı bir daire bulmak mucize gibi bir şeydi ama, bulmuştuk işte.
Dünya haksızlığın kol gezdiği bir yerdi bence.
En uzak zaman dilimi yarındı, en güzel şeyler beş dakika sonra olacaklardı, öğleden sonra belki beklenebilir bir şeydi, akşama doğru ise hala belirsizliğini koruyordu.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalır geriye, o günden de bana sadece bit duygu kaldı. O güne ait, bir daha hiç yaşanması mümkün olmayan, ama hafif bir meltemle gelen ve nereden geldiği belli olmayan bir yasemin kokusu gibi.
Her gün uyandığımda yaşadığımı, sadece yaşadığımı, varlığımdan başka hiçbir şeyi hissetmediğim o ne mutlu ne de mutsuz anın hemen arkasından başlardı hayat.
Kırgınlıklar, söylenmemişlikler, biraz önce nasıl olduysa ağızdan çıkıverenlerle birlikte koyu kahve telvelerine gömülüyordu az sonra.
Suna’ya göre her edebiyatın bir mevsimi vardı. Kış geceleri büyük Rus romanlarına, yaz ayları Amerikan öykülerine, sonbahar tek başına Edip Cansever’e, ilkbahar ise Fransız klasiklerine ayrılmalıydı. İngiliz edebiyatı mevsimsizdi.
Bir ölünün ihaneti kadar bir insanı yaralayan, güçsüzleştiren, çaresiz bırakan bir şey olabilir mi?
Biz kaplumbağalar soyundanız Mösyö, tarihimizi hep sırtımızda taşırız. Ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım o hep sırtımızdadır, başımızı içeri çeker dururuz, ama o hep görünür.
Suna’ya göre her edebiyatın bir mevsimi vardı. Kış geceleri büyük Rus romanlarına, yaz ayları Edip Cansever’e, ilkbahar ise Fransız klasiklerine ayrılmalıydı. İngiliz Edebiyatı mevsimsizdi tabii ki.
“Herkes sevdiklerine kendi bildiğince zaman tanır.”
Ben onun kadar iyiliğini kimsenin gözüne sokmadan, hiç sözünü etmeden, kendiliğinden, sanki dünyanın en tabii şeyiymiş gibi yapan başka bir insan tanımadım.
Beni hayatta en çok bu sakinlikler korkutur: Ya için için kıpırdanan, bilmediğim, görmediğim, hissetmediğim bir şeyler varsa bu sessizlikte diye düşünür, trajedilerin en büyüğünün bizi en gündelik, en banal, en her zamanki hayatımızı yaşarken gelip bulacağına inanırım.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalırsa geriye, o gpnden de bana sadece bir duygu kaldı. O güne ait, bir daha hiç yaşanması mümkün olmayan, ama hafif bir meltemle gelen ve nereden geldiği belli olmayan bir yasemin kokusu gibi.
Giden bir sevgilinin ne yaşadığını ne de öldüğünü düşünmeli geride kalan.
İhtimaller aşkı öldürür, gittiğini bilmek yeter.
İhtimaller aşkı öldürür, gittiğini bilmek yeter.
Biz kaplumbağalar soyundanız mösyö, tarihimizi hep sırtımızda taşırız. Ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım o hep sırtımızdadır. Başımızı içeri çeker dururuz ama o hep görünür.
Ne kadar çok araba var anne dedim.
Araba çok ama insan kalmadı. dedi annem.
Araba çok ama insan kalmadı. dedi annem.
O günden sonra tüm hayatımı cevaplamam gereken soruların sorulmasın önleyecek bir şekilde düzenlemeye çalıştım. Teneffüslerde bahçenin en uzak köşesine çekildim, bütün ödevlerim eksiksiz yaptım, sınavlardan ne düşük ne de yüksek notlar aldım.
Aşkın dili sessizlik miydi?
Ne kadar zaman geçmişti acaba? Saatlerle de işlemiyordu ki kafam. En uzak zaman dilimi yarındı, en güzel şeyler beş dakika sonra olacaklardı, öğleden sonra belki beklenebilir bir şeydi, akşama doğru ise hâlâ belirsizliğini koruyordu.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalırsa geriye, o günden de bana sadece bir duygu kaldı.
Kırgınlıklar, söylenmemişlikler, biraz önce nasıl olduysa ağızdan çıkıverenlerle birlikte koyu kahve telvelerine gömülüyordu az sonra.
Ben daha bir şey anlatılacak kadar büyümemiştim, sadece ağzından laf alınabilecek yaştaydım.
Herkes sevdiklerine kendi bildiğince zaman tanır.
Bir ölünün ihaneti kadar bir insanı yaralayan, güçsüzleştiren, çaresiz bırakan bir şey olabilir mi?
Düşününce beklentileri ortaya çıkar insanın, beklentilerden de hayal kırıklıkları.
Hiçbir şey yapmadan varlığım nedeniyle nefret edilmek
Bazen hem her yerde hem de hiçbir yerdeydik.
Ne yaparsa yapsın Kübra hiçbir zaman birinci tekil şahıs olmayacaktı, benimse ne onu ikinci tekil şahıs yapacak gücüm,ne de ona açıkça üçüncü tekil şahıslığını bildirecek haddim vardı.
O en uzak zaman dilimi yarındı, en güzel şeyler beş dakika sonra olacaklardı, öğleden sonra belki beklenebilir bir şeydi, akşama doğru ise hâlâ belirsizliğini koruyordu.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalırsa geriye, o günden de bana sadece bir duygu kaldı.
Çocukluğun, kimsenin dokunamayacağı ve sadece ama sadece kendi hayatını sürdüren rüyasının neresinde yer açar insan bu gökten zembille iniveren gerçeğe?
Hayatta söylenecekler bittiği zaman ışıklar sönüp perdeler inmiyordu ki.
Emanette unutulmuş bir bavul gibi hissediyordum kendimi. Bir yolculuktan öbür yolculuğa sürüklenen ama eve vardığında yokluğu hissedilmeyen, hissedilse de peşine düşünmeyen, sıkı sıkıya kapatılmış bir bavul gibi.
Hatırlamaktan çok hatırlatmaktan, birbirimizi hatırlarken yakalamaktan korkardık.
Suna’ya göre her edebiyatın bir mevsimi vardı. Kış geceleri büyük Rus romanlarına, yaz ayları Amerikan öykülerine, sonbahar tek başına Edip Cansever’e, ilkbahar ise Fransız klasiklerine ayrılmalıydı. İngiliz Edebiyatı mevsimsizdi tabii ki.
Tam dünyanın sadece haksızlıkların değil, tanımlayamadığım kötülüklerin de kol gezdiği bir yer olduğuna inanıyordum ki anahtarın sokak kapısının kilidinde dönüşünü ve babamın hafif hafif “hatırla sevgilim, o mesut geceyi” çalan ıslığını duydum.
Dünya o kadar da kötü bir yer değildi yine de.
Dünya o kadar da kötü bir yer değildi yine de.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalır geriye, o günden bana sadece bir duygu kaldı. O güne ait, bir daha yaşanması mümkün olmayan ama hafif bir meltemle gelen ve nereden geldiği belli olmayan bir yasemin kokusu gibi.
Sen bana bir savaşta kahramanca dövüştüğü halde, sırf ordusu arkasından gelmediği için barış masasına oturmak zorunda kalmış, yenik bir komutanı hatırlatırdın Gülay. Aşkını savaş meydanlarında bırakmış gibiydin.
Yani kimse artık pencereyi aç da toprak kokusu gelsin demiyordu.
İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da, bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalırsa geriye, o günden de bana sadece bir duygu kaldı.
( ) toz toprak arasında herkesten gizlenmiş bir gülü koklar gibi gelir aşk, onun dışındaki her şey kaderdir.
Biz kaplumbağalar soyundanız Mösyö, tarihimizi hep sırtımızda taşırız.
Bazı ruhlar kardeştir, nerede karşılaşırlarsa karşılaşsınlar birbirlerini tanırlar, ( )
O yaz Ankara’da anlatamadıklarını başka bir aşkın dilinde anlatırsın.
Gençlik bazen aşka ne kötü, ne hoyrat davranır.
Hayatı boyunca bilinmeyen yerlere gidilip bilinen yerlere dönüleceğini düşünen ve hep sanki hiç ayrılmamışım gibi diyeceği o anı hayal eden ben, Ömer Ergün! bu şehre ikinci dönüşümde her gün kendime soruyorum: Bu şehirde bulduğum ve yine bu şehirde bıraktığım masumiyetim şimdi nerede gömülü?
Yirmi yaşındaydık ama önümüzde kucaklanması gereken bir hayat olduğunun farkında bile değildik. Gelecekten çok yaşadıklarımız önemliydi. Yaşadığımız her an bir anı olsun istiyorduk. Biz oradaydık, vardık, önemliydik.
Sonra sustuk, sabah oluyordu. O ışığı, o rengi ve o huzuru bir daha unutamayacağımıza içimizden söz verdik. O gece Ankara bizim olmuştu.
Sonra sustuk, sabah oluyordu. O ışığı, o rengi ve o huzuru bir daha unutamayacağımıza içimizden söz verdik. O gece Ankara bizim olmuştu.
Hep birlikte çıktık evden. Önümüzde beraber olacağımız bütün bir gün olmasının keyfi vardı üzerimizde. Ankara boşalmıştı sanki.
Hani bir şey hayatında hem hep vardır, hem de hiç yoktur.