İçeriğe geç

Ankara Kitap Alıntıları – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu kitaplarından Ankara kitap alıntıları sizlerle…

Ankara Kitap Alıntıları

Bütün lüksünüz, bütün danslarınız, çaylarınız, kahkahalarınız ruhunuzun sefaletini örtemiyor.
Garpçılığı bir eğlence tarzı telakki etmeyiniz. Garpçılık her şeyden evvel bir yapma ,yaratma, kurma, iletme ve işletme gücüdür.
Evet, Türk kadını, hürriyetini dans etmek, tırnaklarını boyamak ve Rue de la Paix’nin kanunlarına esir bir süslü kukla olmak için değil, yeni Türkiye’nin kuruluşunda ve kalkınışında kendisine düşen ciddi ve ağır vazifeyi görmek için isteyecekti, kullanacaktı. Ve Türk erkekleri, garlılaşma hareketini, Tanzimat beyinin Garpperestliğiyle, alafrangalığıyla bir ayarda tutmayacaktı.
Bütün Ankara’da da böyle gösterişsiz bir sevinme vardı. Bu bayraksız, donanmasız, davulsuz,zurnasız bir zafer bayramı oldu. Çünkü sevinç, yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti
Çalışmak, çalışmak. Bir şeye yaramak, bir şeye yaradığını hissetmek, işte, yaşamanın yegane manası..
Mustafa Kemal Paşa’nın bu mahşer içindeki silueti Selma Hanım’ın hayalinde o kadar derin nakşolmuştur ki, bunu en küçük teferruatına kadar hatırlıyordu.
Üzerinde nefti bir avcı kostümü vardı.Bir gümüşi kalpak, gür ve yukarıya doğru kıvrık kaşlarının hizasına kadar iniyordu. Bütün bir ırkın asaletini taşıyan, uzun parmaklı, güzel elleri bir kehribar tesbihle oynuyordu. Sanki, bir istirahat saatinde bahçesinde dolaşan bir genç aile reisi gibiydi ve sanki gökyüzünden durmaksızın yağan şeyler bir yaz yağmurunun ilk damlalarıydı.
Ankara yalnız bu değil dedi.Ankara,bizim için emsalsiz bir ‘energi’ mektebi olmuştur. Sarp, yalçın ve çetin Ankara, içinde her rahattan mahrum olduğumuz, içinde zahmet, meşakkat çektiğimiz Ankara, bize sabrı, tahammülü ve inkişafımıza engel bütün zıt kuvvetlerle geceli gündüzlü çarpışmayı öğretiyor, sert bir örs gibi irademizi durmaksızın dövüyor..
Her sabah, uyanınca-inanır mısınız- Ankara’da bulunmanın şerefini duyarım. Burada, her sabah, benimle beraber bir millet uyanıyor ve kendisini selamete götürecek olan kahramanın, başı ucunda, gülümseyerek durduğunu görüyor.
Anadolu ordusunda asker kadınlar yok mu? Vatan hizmeti Türk kadınını yalnız evlerin çatısı altında mı bekliyor?
Türk milletinin kalbi Ankara’da çarpıyor.
Sarp, yalçın ve çetin Ankara, içinde her rahattan mahrum olduğumuz, içinde zahmet, meşakkat çektiğimiz Ankara, bize sabrı, tahammülü ve inkişafımıza engel bütün zıt kuvvetlerle geceli gündüzlü çarpışmayı öğretiyor, sert bir örs gibi irademizi durmaksızın dövüyor.
O vakit, o benim daha hiçbir şeyim değildi. Fakat her şeyimdi. Üstümde, hiç kimsenin paylaşamayacağı bir nüfuzu, bir hükmü vardı.
O milli ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı?
Bütün lüksünüz, bütün danslarınız, çaylarınız, kahkahalarınız ruhunuzun sefaletini örtemiyor.
Gençlik denilen şeyin bir sevme kabiliyetinden, bir sevme kudretinden başka şey olmadığını anlıyordu.
Çünkü, sevinç, yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti.
Ona göre, sevgi öncesizdi, sevgi sonrasızdı.
“Bazı siz gülerken, ben, hıçkırdığınızı hissediyorum.”
Sanki, bu alem bana küs ve ben ona dargın gibiyim.
“Çalışmak, çalışmak. Bir şeye yaramak. Bir şeye yaradığını hissettmek, işte, yaşamanın yegane manası, diyordu ve böyle düşünürken bütün kederlerini, hayal inkisarlarını, iç sıkıntılarını unutuyordu.”
“Mustafa Kemal Paşa’nın bu mahşer içindeki silüeti Selma Hanım’ın hayalinde o kadar derin nakşolmuştur ki, bunu en küçük teferruatına kadar hatırlıyordu. Üzerinde nefti bir avcı kostümü vardı. Bir gümüş kalpak, gür ve uçları yukarıya doğru kıvrık kaşlarının hizasına kadar iniyordu. Bütün bir ırkın asaletini taşıyan, uzun parmaklı, güzel elleri bir kehribar tesbihle oynuyordu.”
“Kadın dövmek, kadın dövmek…İşte, bu havsalamın alacağı bir şey değildir. İçimden ne geliyor, bilir misiniz? Şimdi, bizim neferi çağırmak, bu adamı bir ağaça bağlatıp kalın bir sopa ile canını çıkarıncaya kadar pataklamak…”
Hanımefendi, marifet koşturmakta değil, kafileyle beraber yürüyebilmektedir.
Avrupa medeniyeti. Bu, Avrupalı’ nın uydurduğu yüz bin yalandan biridir. Yuh bize ki kendimizi bildiğimiz günden beri bu yalana bir nas [kesin kanıt] gibi inanmışız. Yalan, yalan, yalan Avrupa bir yırtıcı-kuşlar yuvasıdır ve onun karşısına
ancak tepeden tirnağa kadar silahlanmış olarak çıkılır.
“Zira, ona göre, hayatta sevmenin ve sevilmenin bin türlü şekli vardı. Ona göre, sevgi öncesiydi, sevgi sonrasızdı.”
Sen hayallerin peşinden koşarken, hayatın sessizce senden aldıklarıdır kader.
zaten, bu karı-koca arasındaki aşk ateşinin, aşağı yukarı on yıldan beri, hiç kararmaksızın daima aynı kuvvetle yanmakta devam edişini her şeyden ziyade bu ayrılıp buluşmalara borçlu idiler. ihtimal ki, bunlar da başka çiftler gibi daima bir çatı altında, daima yan yana, burun buruna birer kümes mahlûku hayatını sürselerdi, şimdiye kadar, gönüllerindeki cila çoktan aşınmaya yüz tutardı. fakat her iki tarafın, bu, kendini ara sıra verişi, bu arzu ve iştiyak fasılaları, bu, daima bir lirik şevk içinde yaşayış imkânı, onların kalbine, zaman üzerindeki bu zaferi temin etmişti. öyle ki, selma hanım, aynaya baktığı vakit, kendi yaşına varmış başka kadınların duyduğu korkunun henüz ne olduğunu anlamıyordu. çünkü, seviyordu. çünkü, gençlik denilen şeyin bir sevme kabiliyetinden, bir sevme kudretinden başka şey olmadığını görmekte idi. bu da elden gitse bile, yine korkusu yoktu. zira, ona göre, hayatta sevmenin ve sevilmenin bin bir türlü şekli vardı. sevgi öncesizdi, sevgi sonrasızdı.
Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en
karakteristik vasfı garplılığa Türk üslûbunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hâkim değil, biz şapkaya hâkim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak, milli isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahlâkın hizmetçisi, emirberi olmak şartiyledir ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi. Garplılık namına Garbin vice le(Tüketim ve Üretim) rini almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan topraklarına taşımakta ve aşılamakta ne manâ vardı? Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlak ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi.
Ağızdan ağıza “Gazi geldi mi? Gazi gelecek mi?” sözlerinin dolaştığını duyuyordu ve bu sözler, her kulağına çarptıkça heyecanı artıyordu. O yüksek ve duygulu sanat ve edebiyat kurucusunun huzurunda bir başarısızlık bir ölüm felaketinden beterdi.
Melankoli, iç sıkıntısı, tamah, hırs, kıskançlık, iptila gibi şeylerin tahakkümünden kurtulmak bizim daima elimizde olan kudrettir. Fakat biz daima aksine kullanmış, hatta, bazen bütün bu dertleri kendi başımıza kendi elimize açmışızdır.
Zira, ona göre,hayatta sevmenin ve sevilmenin bin türlü şekli vardı. Ona göre sevgi öncesizdi, sevgi sonrasızdı.
Kadın yalnız fizyolojik bir mahluk mu? Hayır; erkek ne kadar içtimai mahluksa kadın da o kadar içtimaidir. Ben bize verdiğiniz saray soylusu hürriyetini istemiyorum. Ben, erkekle her hususta eşitliği talep ediyorum.
”Bir şeye yaramak, bir şeye yarar ve lazım olduğunu hissetmek.. İşte, yaşamanın yegane manası ”
Çalışmak, çalışmak. Bir şeye yaramak, bir şeye yaradığını hissetmek, işte, yaşamanın yegâne manası.
Sanki, bu alem bana küs ve ben ona dargın gibiyim
Aman, dedi. Yüreğimi tüketeceğime her işi kendim yaparım, daha iyi
Bu gördüğünüz şeyler, bu balo, bu otel, sizin Yenişehir evleriniz, bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim inkılabımızın ateşinde dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu da çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lazım gelirdi.
Kadın yalnız fizyolojik bir mahluk mu? Hayır; erkek ne kadar içtimai mahluksa kadın da o kadar içtimaidir. Ben bize verdiğiniz saray soylusu hürriyetini istemiyorum. Ben, erkekle her hususta eşitliği talep ediyorum.
Bütün lüksünüz, bütün danslarınız, çaylarınız, kahkahalarınız ruhunuzun sefaletini örtemiyor. Dedi. Bazı siz gülerken, ben hıçkırdığınızı hissediyorum.
Kadının hürriyeti demek, hiçbir hususta erkeğine muhtaç olmaması, ondan bir şey beklememesi, ona tabi bulunmaması idi.
Bizi yalnız süsleyip dans ettirmek için mi açtınız? Yalnız buna yarayan bir kadın hürriyetinin ne kıymeti var?
Şapka bize hâkim değil, biz şapkaya hâkim olmalıydık.
Benim görmüş olduğumu sen de görmüş olsan inanırdın. Hiç ümitsizliğe düşmezdin. Ben, ilk sedyelerin hastaneye nasıl geldiklerini gördüm. Hiçbirinde ne bir pişmanlık, ne bir azap, ne de bir korku emaresi vardı. Hepsinin yüzünde okunan şey yalnız azim, yalnız metanetti. Hanım abla, şu yarayı sar da dönüvereyim. Bu ses kulağımdan hiç gitmiyor.
Bütün Ankara’da da böyle gösterişsiz bir sevinme vardı. Bu bayraksız, donanmasız, davulsuz, zurnasız bir zafer bayramı oldu. Çünkü, sevinç, yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti.
Anadolu, şatafatın, gösterişin, reklam ve palavraların hiç geçmediği bir diyardır.
Her şey değişecek, fakat, kadının kalbi hep aynı biçareliği muhafaza edecek
İnanınız, Selma Hanım, bütün bu âlem içinde sizi benden daha iyi anlayacak bir kişi daha bulamazsınız.
Emin ol ki, dağınık ve kasvetli bir cemiyet içinde aşktan bile medet umamayız. Öyle bir cemiyette aşk bile soysuzlaşır, bir karasevda halini alır.
Demokrasilerde yuıkardan aşağıya doğru inmek yoktur. Hep aşağıdan yukarıya doğru çıkmak vardır. Bunun aksi ancak bir felaketi ifade eder
Sanki, bu alem bana küs ve ben ona dargın gibiyim
Buraya gelirken yolda, dağ başında bir oduncu çocuğuna rast geldim. On yaşında var mıydı, yok muydu, bilmem. Fakat,gözlerinin içine baktığım zaman öyle ufaldım ki başımı önüme eğmeye mecbur oldum. Çocuk o kadar büyük bir hayat tecrübesi ile yüklü ve o kadar içten gelen bir irfan ile kavuruk ki bunun karşısında bütün bildiğim ve öğrendiğim şeylerin hiçliğini anladım..
Zira, ona göre,hayatta sevmenin ve sevilmenin bin türlü şekli vardı. Ona göre sevgi öncesizdi, sevgi sonrasızdı.
Ben realiteleri fazla bir vuzuh ile görmekten mustaribim ve bu ıstırabı herkesin hesabına çekmekteyim.
Ankara geceleri Ah, bir gramafon olsa.
Milliyetçi Türk Garpçısı için Garpçılığın en karakteristik vasfı Garplılığa Türk üslubunu, Türk damgasını vurmaktır.
Nazif de Ankara yolunu tutunca, Selma Hanım için, hiç olmazsa üç dört defa Ankara bahsi geçmeyen ve o bahisle açılıp kapanmayan günler tatsız, uğursuz, bomboş bir mahiyet almaya başlamıştı.
Emin ol ki dağınık ve kasvetli bir cemiyet içinde aşktan bile nedet umamayız. Öyle bir cemiyette aşk bile soysuzlaşır, bir karasevda halini alır.
Milliyetçi Türk Garpçısı için Garpçılığın en karakteristik vasfı Garpçılığa Türk üslübunu, damgasını vurmaktır.”
‘İşte, Paşa’nın evi burası ’ dedi. Selma Hanım’ın yüreği ağzına geldi Ne! Bütün dünyanın kendisinden bahsettiği Adam,bu kayaların dibindeki taştan kulübede mi oturuyor?
Yeni Ankara, o eski Ankara’nın bir mütekâmil şekli olmak lazım gelmez miydi? O milli ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştır?
Burada herkes,o kadar kendi içine, kendi kabuğuna çekilmiştir, herkes birbirinden öyle uzak ve çekingendir ki,ne bu evin ıstırabından öbür evin, ne bu ailenin şevk ve saadetinden öbür ailenin haberi vardır.
Şapka bize hakim değil biz şapkaya hakim olmalıydık.
Milliyetçi Türk Garpçısı için Garpçılığın en karakteristik vasfı Garplılığa Türk üslubunu, Türk damgasını vurmaktadır. Şapka bize hakim değil, biz şapkaya hakim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak milli isteğin, milli kültürün ve nihayet milli ahlakın hizmetçisi, emirberi olmak şartıyladır ki yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi.
Bu memleketin asıl sahibi dağ başında gördüğüm o oduncu çocuktur ve yalnız o, bu taşlar, bu topraklarla konuşmasını biliyor. Bu toprakların, bu taşların sırrı yalnız onanaçılıyor. Korkuyorum, bu manzaranın dili gibi köylünün ruhu da bana hiç açılmayacak diye..
Buraya gelirken yolda, dağ başında bir oduncu çocuğuna rast geldim. On yaşında var mıydı, yok muydu, bilmem. Fakat,gözlerinin içine baktığım zaman öyle ufaldım ki başımı önüme eğmeye mecbur oldum. Çocuk o kadar büyük bir hayat tecrübesi ile yüklü ve o kadar içten gelen bir irfan ile kavuruk ki bunun karşısında bütün bildiğim ve öğrendiğim şeylerin hiçliğini anladım..
Çalışmak,çalışmak.Bir şeye yaramak,bir şeye yarar ve lazım olduğunu hissetmek.İşte,yaşamanın yegâne manası
Zira, ona göre, hayatta sevmenin ve sevilmenin bin türlü şekli vardı. Ona göre, sevgi öncesizdi, sevgi sonrasızdı.
Kadın yalnız fizyolojik bir mahlûk mu? Hayır; erkek ne kadar İçtimaî bir mahlûksa kadın da o kadar içtimaîdir. Ben, bize verdiğiniz “courtisane” hürriyetini istemiyorum
İşte, Paşa’nın evi burası
Selma Hanım’ın yüreği ağzına geldi
Ne! Bütün dünyanın kendisinden bahsettiği Adam,bu kayaların dibindeki taştan kulübede mi oturuyor?
Çalışmak, çalışmak. Bir şeye yaramak, bir şeye yaradığını hissetmek, işte, yaşamanın yegâne manası, diyordu ve böyle düşünürken bütün kederlerini, hayal inkisarlarını, içsıkıntılarını unutuyordu.
Wilson’un 14 maddelik teklifi hala nice vatanperverim koynunda muska gibi saklıdır. Köpekoğlu köpek hep bu belalar o bunak Amerikalı’nın yüzünden çıkmadı mı?
Avrupa medeniyeti! Bu,Avrupalının uydurduğu yüz bin yalandan biridir. Yuh bize ki kendimizi bildiğimiz günden beri bu yalana kesin kanıt gibi inanmışız. Yalan yalan yalan.. Avrupa bir yırtıcı kuşlar yuvasıdır ve onun karşısına ancak tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak çıkılır..
Büyük Kavga’da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının yalnız Ankara’da değil memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabii hadiselerden biri halini almıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir